“İstanbul Depremi Sonrasında Hayatı Yeniden İnşa Etmek Mümkün mü?”

Bir seneye yayılan bir araştırma deneyi olan "Suda Umut" projesini 4. İstanbul Tasarım Bienali'nin Dünya Okulu'nda bu hafta sonuna kadar görebilirsiniz. Projeyi ve süreci, bir sene boyunca süren disiplinler arası dersin yaratıcılarıyla konuştuk.

4. İstanbul Tasarım Bienali‘nin Dünya Okulu sergisinde izleyicilerle buluşan “Suda Umut”, SO? Mimarlık tarafından yürütülen disiplinler arası bir araştırma projesi olmasının yanında, MEF Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi ile işbirliği içinde yapılan bir ortak dersi de içeriyor. Dünya ile insanın ilişkisi hakkında yeni sorular sormayı hedefleyen Dünya Okulu’nun parçası olan proje kapsamında Haliç’te inşa edilen ve geçtiğimiz hafta denize açılan yüzen ev prototipi ise SO?’nun bu konu kapsamında Boğaziçi Üniversitesi Kıyı Mühendisliği Laboratuarı ile yaptığı çalışmanın ürünü. Bienaldeki serginin eğitim ayağının ürünlerini 2018 Bahar Yarıyılı’nda Ayfer Bartu Candan, Emre Otay, Oral Göktaş ve Sevince Bayrak’ın yürüttüğü dersin çıktıları oluşturuyor.

İstanbul depremi sonrası kurgulanacak yeni yaşam için sorular soran ve olası bir senaryo geliştiren Suda Umut projesi, karadaki boşlukların yapılarla dolduğu İstanbul’da, deniz üzerinde geçici konaklama birimleri öneriyor. Deprem sonrası geçici birimler için Tsunami tehlikesinin olmadığı Haliç’in seçildiği senaryo, master plan ölçeğinden başlayarak 1/10 ölçeğine kadar iniyor. Sosyoloji, inşaat mühendisliği ve mimarlık öğrencilerinin olduğu karma grupların ürünü olan birimlerin tasarımlarını ve projenin araştırma sürecinde üretilen bilgiyi içeren kitabı, hazırlanan haritaları ve zaman çizelgesini (yani bütün bir stüdyo boyunca üretilen tüm bilgiyi) bu hafta sona erecek olan 4. İstanbul Tasarım Bienali’nin Dünya Okulu sergisinde görebilirsiniz.

Bir seneye yayılan bu disipliner arası projenin yaratıcıları, SO?’nun kurucuları ve MEF Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden Sevince Bayrak ve Oral Göktaş, Boğaziçi Sosyoloji Bölümü’nden Ayfer Bartu Candan ve Boğaziçi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden Emre Otay ile konuştuk.

Su üzerinde yüzen konut projesi, SO? Mimarlık ve Fikriyat’ın ilkin Venedik Mimarlık Bienali için ortaya attığı bir fikirdi ve sonrasında bir derse dönüştü. Ders, bildiğimiz mimarlık stüdyolarından farklı olarak, Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji ve inşaat bölümleriyle ortaklaşa yürütüldü. Projenin derse dönüşme ve bu üç bölümün bir araya gelme süreci nasıl ilerledi, ortak bir ders yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Sevince: Venedik Mimarlık Bienali sürecinde de Emre Hoca’yla [Emre Otay] beraberdik. Orada da yüzer ev fikri vardı, temel mesele deprem sonrası toplanma alanlarının azalmasıydı ve soru: “Mimarlar bununla ilgili ne yapabilir?” idi. Tam bu araştırmaya başladığımız 2017 Ağustos ayında, İstanbul’daki afet sonrası toplanma alanlarının büyük ölçüde yapılaştığı haberi yayınlandı. Yüzen bir geçici barınma birimi tasarlama fikri de bunun üzerine ortaya çıktı ancak bu mimarlık disiplinin tek başına altından kalkabileceği bir konu değil. Daha sonra Emre Hoca bunu bir derse dönüştürmeyi teklif etti ve güz döneminde MEF Üniversitesi ile Boğaziçi Üniversitesi ortak bir ders yaptık. Fakat şimdi dönüp o güz dönemindeki dersin çıktılarına baktığımız zaman anlıyorum ki aslında dersin çok temel bir eksiği varmış. Bunu Emre Hoca keşfetti, bir derse Ayfer Hoca’yı [Ayfer Bartu Candan] misafir olarak çağırdı ve o dersten sonra dedi ki: “Aslında bu dersin bir sosyoloji bileşeni de olması lazım”. Ayfer Hoca’da sağ olsun kabul etti. En nihayetinde bunu seçmeli ders olmaktan çıkarıp disiplinler arası bir stüdyoya dönüştürdük.
 


4. İstanbul Tasarım Bienali, Suda Umut. Fotoğraflar: Kayhan Kaygusuz

Mimarlık stüdyolarında bütün aşamaların mimarlık öğrencisinin kontrolünde olduğu varsayılan bir proje süreci yürütülüyor genelde. Öğrenci bir miktar araştırmayla yapının programını çıkarıyor, tasarımı yapıyor ve nasıl ayakta duracağına dair birkaç öngörüyle projeyi toparlıyor diyebilirim. Dersin içeriğini nasıl değiştirdi bu ortaklık? Daha önce mimarlıkta yürütülen stüdyo derslerinden veya mühendislik ve beşerî bilimlerde verilen diğer derslerden nasıl farklı idi ders?

Emre: Aslında üçümüz bir fikir birliğinde yapmadık, herkesin ayrı bir hayali vardı, onları birleştirmeyi başardık. Mühendislerin bitirme projeleri kendi içlerinde yapılır; halbuki mezun olduktan sonra böyle bir dünya yok, bir mühendis tek başına hiçbir şey başaramaz ki, mimar da başaramaz, gazeteci de başaramaz, sosyolog da başaramaz… Dünya’daki problemler çok yönlü, bu çok yönlülüğü ancak disiplinler arası çözebiliyorsunuz. Ben de birkaç senedir bitirme projelerini diğer bölümlerle ortak vermeye çalışıyorum. İnşaat mühendisleri ile makine mühendisleri beraber denedim olmadı. İnşaat mühendisleri, makine mühendisleri, kimya mühendisleri bir arada proje verdim, o da tam olmadı. Sonra anladım ki olay biraz daha karmaşık ve mimarlarla çalışmaya başladım, o daha güzel oldu. Çünkü mühendislerin hepsi birbirine benziyor, halbuki mimarlarda farklı olarak yaratıcılık var, hiçbir şey yokken bir şey ortaya koyabiliyorlar. Mühendislerinse önüne bir şey vermen gerek ki hesap yapsınlar. İnşaat mühendisleri ve mimarların ortak dersine bir gün Ayfer Hoca’yı davet ettik ve çocukları zor toparladık, öyle ayrı bir dünya açıldı ki… O zaman dedik ki üçüncü bir dünya daha var, o da olayın insani boyutu. Hayal ediyorsunuz, fizik kanunlarını uyguluyorsunuz, ama sonuçta bu yaptığımız şeyleri insanlar kullanıyor. İnsan eksikti bizim derste, sağ olsun Ayfer Hoca da insanı getirdi (gülüşmeler). Projelerin başında ne istendiğini o ve onun öğrencileri ortaya koydu. Sosyologlar ne yapmamız gerektiğini ortaya koydu, mimarlar o talebe karşı bir hayal geliştirdi, mühendisler de çözdüler.

Ayfer: Emre “üçümüz de farklı yerlerden gelip ortaklaştık” dedi, ama o ortaklaşma çok da kolay olmuyor. Çünkü aramızda hep konuştuğumuz gibi, farklı disiplinlerin farklı metotları var, alıştıkları bir dil var, derslerinin bir düzeni var. Bunların bir araya gelmesi ve ortak dil oluşturması hiç kolay olmadi. Benim bu sürece katkım daha önce içinde yer aldığım iki araştırma projesinden yola çıkarak gerçekleşti. Bir tanesi, 1999 depreminden sonra Dünya Bankası’nın yapacağı acil destek programı için hazırlanan depremin toplumsal etkisi raporu için yaptığım danışmanlıktı. Diger araştırma da son yıllarda Istanbul’da kentsel dönüşüm projeleri bağlamında yapılan toplu konutlarda yürüttüğümüz çalışmalardı. Bu araştırmalarda sosyal konut olarak tanımlanan bu konutların neden sosyal konut olamadığını gördük. Bu konutların, içinde yaşayacak insanların kim oldukları dikkate alınmadan yapıldığı için işlemediğini gördük ve işleyebilsin diye çok uğraştık. Beni mimarlar ve inşaat mühendislerinin ortak dersine davet ettiklerinde, kendi araştırmalarımdan gördüğüm ve bildiğim kadarıyla, kullanıcıların kim olduğu işin içine katılmadığında işlerin nasıl yürümediğini anlattım. Bir yandan bu son yıllarda felaket literatürüyle de haşır neşir oldum ve orada da sosyal bilimciler için temel bilgi olan şeyi, aslında pek çok insanın çok da düşünmemiş olduğunu gördük. O temel bilgi de şu: felaketler olduğu zaman herkesi aynı şekilde etkilemiyor. Yani oturduğunuz binadan, sizin toplum içinde ne kadar yoksul olup olmadığınıza, kim olduğunuza kadar pek çok şey felaketten nasıl etkileneceğiniz ve sonrasında nasıl bir hayat kuracağınız ile çok ilgili. Biraz bunları konuştuktan sonra bu üç disiplinin çok anlamlı bir şekilde bir araya gelebileceğini düşündük. Ama sosyolojinin açmazı da şudur: Biz genelde nelerin işlemeyeceğini iyi görürüz, iyi analiz ederiz. Herkesin normalleştirdiği, doğallaştırdığı şeylerin aslında hiç de doğal olmadığını, bunların toplumsal, siyasi, tarihsel faktörlerle nasıl şekillendiğini iyi analiz edebiliriz. Ortaya konulan projelerin neden uygulanamayacağını anlatmakta daha iyiyizdir, “Peki bu nasıl uygulanır?” diye sorulduğunda biraz paralize oluruz. Projeye dair sorular ilk ortaya konduğunda bizim ilk çarptığımız duvar bu oldu. Bu olmaz, şu olmaz, peki nasıl olacak? Yani bilgimizi bir tasarıma nasıl tercüme ederiz meselesi. Mühendisler bir taraftan bize bir şey verin biz hesap yapalım derdindelerdi; diğer yandan mimarlar -bu süreçten anladığım kadarıyla- stüdyoda hemen bir şey tasarlamaya başlamak istiyorlar. Sosyal bilimciler için ise daha uzun bir araştırma zamanına ihtiyaç vardır hep. Sonuçta stüdyonun ilk altı haftası araştırma için ayrıldı. Bu herkes için yeni bir şeydi. Bu altı haftadan sonra tasarım süreci başladı.

Oral: Ders başlamadan önce, biz dört yürütücü saatler süren beş-altı toplantı yaptık. Her haftayı tek tek öngörmeye çalıştık, çünkü ne kadar stüdyo yürütme tecrübemiz olsa da böyle bir stüdyo ilk kez veriyorduk ve bu kadar deneysel olan bir şeyin çuvallamaması için en azından planlayabildiğin kadar iyi planlamak gerekiyor. Elbette yolda da eklenip çıkarılan birçok öge oldu; ama stüdyonun yapısını iyi kurguladığımızı düşünüyorum. Bir araştırma süreciyle başlayalım, herkes önce ne yaptığını anlasın, sindirsin ve onunla ilgili veri toplasın, daha sonra tasarıma başlasın istedik. Çünkü kalemi eline alıp hemen çizmeye başlayacağın bir proje değil bu. Deprem sonrası lojistik durum ve malzeme temini bambaşka, suyun üzerinde strüktür tasarlamak bambaşka ve hepsi çok yeni konular. Dahası, projeyi sosyolog, mimar ve mühendis birlikte üretiyor ki bu da alışılmadık bir durum. Yani dönemin başındaki ilk altı hafta hem biraz kaynaşma hem de iyi bir hazırlık süreci oldu. Şöyle bir durum da var: Bütün hocalar ve öğrenciler bu derse girince bildikleri konfor alanından çıkmış oldular. Çünkü mimari proje stüdyosunda az çok ne yapacağımızı biliyoruz. Öğrenci zaten mimarsa kendi tasarlıyor veya mühendisse kendisi hesaplıyor. Yani duvara çarpanlar sadece sosyologlar olmadı, mimarlar da çarptılar, mühendisler de çarptılar. Kelimenin tam anlamıyla, birbirlerine de çarptılar, kavga da ettiler ve bunu da öngörüyorduk aslında. Ama o kavgaların sonunda dağılmadı topluluk, beraber devam etti ve sonunda bunun potansiyelini belli oranda kullanabildiler.


4. İstanbul Tasarım Bienali, Suda Umut, Öğrencilerin üzerinde çalıştığı master plan ve master planın etapları için hazırlanan proje kitapçıkları

Stüdyo’nun bir de kitabı var. Kitabın ilk kısmında, bütün disiplinlerin katkı koyduğu bir bilgi havuzu oluşmuş. Kitabın ikinci kısmı mimarlık, sosyoloji, mühendislik öğrencilerinin olduğu karma gruplardan çıkan projelere teker teker odaklanıyor. Nasıl hazırlandı kitap? Bütün öğrenciler, kendi disiplinleri çerçevesinde üzerinde çalıştıkları konuları aktarabildiler mi kitaba? Kendi mesleki alanlarını tutabildiler mi?

Emre: Kitabın çıkarılmasında mimarlar çok aktiftiler, sosyologlar araştırma konusunda aktiftiler, mühendisler ise biraz arka planda kaldılar. Araştırma çok önü açık bir konu ancak mühendisler ise sky is the limit [sınırsızlık] sevmezler, onları bağlayan kuralları ve gerçekleri severler. Başlangıçta mimarlar, sosyologlar ve mühendisler kendi içlerinde, çok da birbirleriyle paylaşmadan, araştırmalarını yaptılar. Bunun iyiliği, araştırma sürecinde herhangi bir sınırlama olmaması oldu. Mimarlar olabilecek her şeyi oraya döktüler; mimarların hayal gücüyle dünyada olmuş olmamış, çizilmiş her şey oraya girdi. Sosyologlar orada depremi anlatmaya çalıştılar, deprem sonrası o evlerde yaşayacak insanların tüm olası profillerini çıkardılar. Bu çok güzel bir temel oluşturdu ilk altı haftada. Bu altı haftadan sonra bu üç grubu (mimarlık, sosyoloji, mühendislik) bir sepete atıp çalkaladık ve altı kişilik gruplar çektik. O grupların içinde de mimar, mühendis, sosyolog vardı. Yani öğrenciler daha önce ilişkileri olmayan, tanımadıkları, fakat aynı araştırmalar üzerinde çalışmış insanlarla grup oldular. İşte orada çok zorlandılar öğrenciler.

Ayfer: Aslında ilk altı hafta kolay kısmıydı, çünkü herkes biraz daha aşina olduğu şeyi yaptı. Sosyologlar bir literatür taraması yaptı. Daha önceki depremlerde yapılan geçici konutlar var, bunların minimum standartları var; “neler yapılmış, nerelere yapılmış?” diye sorarak işin biraz daha sosyal boyutuna baktılar. Bunlar nispeten biraz daha konforlu alanlardı. Yine de tabii ki zorlandılar çünkü deprem, aciliyet ve felaket meselelerini düşünmek herkes için yabancı. Lojistik açıdan, malzeme açısından sıkışık bir durum. İnsanlar var, bir şeyler yapılması lazım. Bunun senaryosunu düşünmek araştırma kısmında da epey zorladı aslında. Ama bu noktada herkes biraz daha iyi bildiği konuya odaklandı ve ezberini de konuşturdu. İlk altı hafta nispeten daha konforlu bir dönemdi. Sonrasında proje grupları için disiplinler arası gruplar oluşturuldu.

Sevince: Sizin kitapla ilgili tespitiniz, iki bölümlü olması, bizim baştan öyle olmasını istediğimiz bir şeydi. Çünkü dersin başlamasından önce yaptığımız toplantılarda dersin programının ilk altı haftasını çok rahat bir şekilde çıkarabiliyorduk. Bunun bence bir sebebi de bir önceki dönem yaptığımız dersten çıkarttığımız derslerdi. O dersin final jürisinde farklı disiplinlerden gelen sorular araştırılması gereken yeni başlıklar olduğu ortaya çıktı. Haliç’e o gemi girebilir mi? gibi çok daha üst ölçeği ilgilendiren sorular geldi. Buradan yola çıkarak bienale konu olan dersin araştırma kısmına bir başlık eklendi örneğin: Haliç’in hangi noktasına hangi gemi girebilir ve ne taşıyabilir? O yüzden o ilk altı haftadaki konforlu duruma daha önceki dönemden öğrendiklerimizin de etkisi olduğunu düşünüyorum. Sonrasında grupların karıştığı kısım geldi, bana öyle geliyor ki asıl zevkli olan kısım da oydu.

Ayfer: Birbirimizin diline de yabancıyız aslında, yani mimarlık dili başka bir şey, mühendislik dili başka bir şey. Her bir meslek grubu sunumlarını yapmaya başlayınca herkes biraz birbirinin dilini duymaya başladı; anladı, anlamadı; olur dedi, olmaz dedi. Konforlu alandan çıkış yavaş yavaş, biraz aşina olarak oldu; ama sonra kavga dövüş baya küslükler de oldu (gülüşmeler). Bizlerin müdahaleleri de gerekiyordu tabii çok kez.


4. İstanbul Tasarım Bienali, Suda Umut, Zaman çizelgesi

Oldukça üst bir ölçekten yaşam biriminin detayına kadar inmişsiniz. Projenin kapsamından ve geldiği noktadan genel olarak memnun musunuz?

Sevince: Ben genel olarak memnunum; çünkü gerçekten çok zor bir iş, bir tarafta üç disiplin bir arada ol, bu kadar zor bir konu çalış ve master plandan birim ölçeğine git… Elbette eksiği gediği, tartışılacak çok fazla şeyi olan bir süreç; ama bu konunun böyle bir eğitim ortamında bu şekilde ele alınmış olması bile iyi bir başlangıç.

Oral: Stüdyolarda hep 1/1000 ölçekle başlayıp 1/10’lara inilmesini hayal ederiz ama genelde başaramayız, burada ölçekler arası geçişin bir oranda iyi becerildiğini düşünüyorum. Baştaki araştırma sürecinde üretilen bilgi de birim ölçeğine daha hızlı inilebilmesini sağladı. Doğrudan tasarıma başlasalar muhtemelen olmazdı; ama ilk başta araştırma sürecinde Haliç’e girebilecek maksimum gemi boyutunu ve suntanın nereden geleceğini düşünmeye başladığında, “ben sonra bu bilgiyi bir yerde kullanacağım” fikri de oluşmaya başlamıştı. O bilgi, ya da bilgi olmasa da altlığı hazır olduğu için geçiş daha kolay oldu.

Sevince: Mesela Haliç’in bazı bölgelerinde nüfus yapısı farklı. Beyoğlu kısmındaki daha çok işyerleri var, Fatih kıyısında aileler var. Sosyologlar bu veriyi çıkardığı zaman bu master plan için bir veriye dönüşüyor. Nasıl dönüşüyor? Sen Haliç’te bir geçici konut yerleşkesi öneriyorsan ve bunu aşamalandıracaksan önce Fatih’le başlamalısın, çünkü Beyoğlu’nda yaşama birine ihtiyaç o kadar fazla olmayacak. Her aşamada olmasa da belli aşamalarda, sosyoloji ve mühendislik verilerinin tasarıma dönmesi sağlandı bence.

Ayfer: Bir de o araştırma süreci bence hepimizin ayaklarını daha bir yere bastırdı. Haliç denen şeyin aslında çok büyük bir şey olduğunu fark ettik. Altıya bölme fikri demografik veriler geldikçe çıktı. Başta bir proje grubu olur ve Haliç’le ilgili bir şey yaparlar demiştik, sonra demografik veriler gelince altıya böldük. Ben şimdi bu işe başlasam mesela, daha temkinli yaklaşırım. Biz Haliç’e yapıyoruz diye giriştik ve Haliç’in fiziki coğrafyasından demografik yapısına kadar ne kadar çetrefilli ve katmanlı bir şey olduğunu gördük. Master plan da bunları içine alarak yapılan bir şey. Farklı ölçeklerde bir sürü veri girdi işin içine.


4. İstanbul Tasarım Bienali, Suda Umut, Yüzen ev prototipi

Tasarım süreci başladığında, bilgi biraz daha elle tutulur ürünlere dönüştüğünde sosyologlar nasıl dahil oldu sürece?

Emre: Her grup kendi başına yüzen adalar gibiyken diğer grup ona ip atıyor. Mimarlar hayal dünyalarındayken, sosyologlar felsefi dünyalarındayken, mühendisler ben her şeyi çözerim fikrindeyken biri bir ip atıyor ve seni gerçeğe çekiyor. Bence gerçeklik diğer gruplar tarafından sağlandı. Sosyologları burada nasıl gerçekçiliğe çektik? Çünkü sosyologlar gayri nesnel bir ortamda yaşıyorlar diye düşünürüz değil mi? Biz nesnel onlar nesnel olmayan bir yerdedir gibi… Fakat öyle değil. Yapısal projelerde bir tasarım özeti vardır, şartname vardır ve ona göre tasarım yaparsın. Şartname ne der? Bir ev yap, dört katlı olsun. Niye? Bir ev yap, on kişiyi barındırsın. Kim karar veriyor? O sayı nereden geliyor? Orada kimler yaşayacak? Biz sonunda şu fikre vardık: şartnameyi sosyoloğun yazması gerekiyor. Sosyolog karar verecek, çünkü o biliyor, o insanı tanıyor. Yani tasarım özetini onlar yazdılar.

Oral: Küçük bir parantez açabiliriz burada. Biz mimarlar “kamusal alan”dan çok sık söz ederiz. Mimarlar arasında tartıştığında bir alanın kamusal olduğuna mimarları ikna etmene neredeyse gerek yoktur, kâğıdın üstüne “kamusal alan” yazdığında oluverir. Sosyologları ikna etmek o kadar kolay değil. Buraya bir boşluk yaptın ama buraya kimler gelecek? Nasıl erişecekler? Kamusal alan her zaman güllük gülistanlık bir yer değildir, kavga da çıkar mesela, o gerilimleri de düşünmek gerekebilir. Paylaşım var ama o paylaşımın doğurduğu gerilimler, beklenmedik durumlar da var. Bütün o verileri aslında düşünmemize ve boş kâğıda kamusal alan yazınca kamusal alan olmadığına bizi uyandıranlar sosyologlardı. O da çok önemliydi bence.

Emre: Projenin zaman çizelgesi vardı mesela. Sosyolog diyor ki insanların üçüncü haftada konuta girmesi lazım, çünkü 4. haftada zaten donup ölüyor. Veya diyor ki daha fazla ilişki ağı olanlar, daha fazla imkanları olanlar, Istanbul dışına başka akrabalarının yanına gidebiliyor, kalanlar gerçekten ihtiyacı olanlar. Bunun gibi bir sürü bilgi getirdi sosyologlar.

Sevince: Sergideki dev maketin üzerine zaman çizelgesinin yansıtıldığı Egemen Nardereli ve Onur Karaduman’ın dersin verilerinden yola çıkarak yaptığı animasyondaki zaman çizelgesi de stüdyodaki tasarım sürecinin bir parçasıydı. Böyle bir projede zaman çizelgesini de sosyolog olmadan tasarlayamıyorsun. Herhangi bir projede aşamalandırma önerecek olsak, biz tamamen sayısal olarak yaparız etaplamayı ama aslında bunun çoğu zaman tek dayanağı inşaat hızı ve ekonomik sebeplerdir. Fakat böyle bir durumda sosyologların verisi şuydu: İnsanlar buraya yerleşecekler, fakat bunlar geçici yapılar olduğu için bir süre sonra kalıcı yapılara taşınacaklar ve yerleşme sürelerinde de bir takım kriterler olacak. Mesela deprem sigortaları, DASK olup olamaması, çünkü sigortası olanlar daha kısa sürede kendi evlerine dönebilecekler veya çevre illerde akrabaları olup olmaması etkili olacak. Sosyologlar bu verilerden barınması gereken insan sayısı ve süresine dair analiz yapıp sonra mimarlarla beraber bu etaplamayı birlikte tasarladılar.

Ayfer: Tabii tekerleği yeniden icat etmedi sosyologlar, ilginç olan bu verilerin bir araya gelişiydi. Bizim öğrencilerin burada baktığı şuydu: Dünyanın çeşitli yerlerinde deprem sonrası çeşitli zaman çizelgeleri var ve biz bundan ne öğrenebiliriz? İlk 48 saatte ne oluyor? İlk beş günde ne oluyor? İlk 20 günde ne oluyor? Ortaya çıkan ihtiyaçlar neler? Türkiye’deki depremler üzerinde de araştırma yapıldı: Gölcük’te ne olmuştu? Van’da ne olmuştu? Oralardan öğrendiğimiz şeylerle burada bir zaman çizelgesi çıkardık. Her etapta kaç kişi kalacak ve bu etaplarda konutlarda kalan insanların niteliği nasıl değişecek? İlk etapta gidenler kim olacak, kalanlar kim olacak? Önce bir kere hayatta kalanlar kim olacak? İnsanların yüzde kaçı hayatta kalacak ve o kalanların kimler olduğu nasıl değişecek? O veri, tasarımı da çok değiştirdi. Mimarlar ve mühendisler daha çok birlikte çalışıyorlar ama bence mimarlar ve sosyologlar -mekan üzerinden- daha çok aynı dili konuşuyorlar.
Sevince: Örneğin bazı grupların tasarımında demografik yapının bu iki yıl içinde değişecek olması tasarımda önemli bir kriter oldu. “Buraya bir aile yerleşecek ve iki sene boyunca orada yaşayacak” gibi bir tasarım verisinin olmadığını öğrendiler. Barınma ihtiyacı olanlar arasında bekarlar, yaşlılar ya da geride kimsesi kalmamış insanlar olabilir… Bu bazı ekiplerin komün yaşam senaryosu önermelerine yol açtı ve bu doğrudan sosyoloğun da tasarımın parçası olabildiği ekiplerde olabildi.

Oral: Yine bazı gruplarda sosyologlar literatür araştırmalarına referans vererek dediler ki: bu evleri insanlar hep beraber, elleriyle yaparlarsa aradaki bağ güçlenir ve bunun sonraki yaşantı için olumlu katkısı olur. Buna dayanarak mimarlar, herhangi bir grup insanın kurabileceği, uzmanlık gerektirmeyen bir strüktür tasarlamaya çalıştı. Uzmanlık gerektirmemesi aslında böyle acil bir durumda da çok kullanışlı, çünkü o sırada uzman da bulunamayabilir o alanda. Mühendis strüktürel çözümünü ona göre yaptı, çünkü bir grup insanın kuracağı bir strüktürün çok hafif olması gerekiyordu. Aslında sosyolog ortaya bir önerme atıyor ve kıvılcım yakıyor sonra hemen onun mekânsal örgütlenmesi, o mekânsal örgütlenmenin hesabı derken hemen bir döngüye dönüşüyor. Ama şöyle durumlar da oldu: bir önerme ortaya atıldı ama olmayacağı görüldü, mimara tosladı, mühendise tosladı. Çok paslaşma oldu. Her grupta oldu mu? Eşit oldu mu? Onu söylemek mümkün değil ama iletişim ne kadar güçlü olduysa sonuç ürüne de yansıdı. Zaten kitapta da gözüküyor o iletişim.

Sevince: Mesela Emre Hoca bazı derslerde master planı sosyologlara anlattırıyordu; tasarım sürecini sosyolog anlatıyordu. Önce bir tereddüt ediyorlardı, sonra çok iyi üstesinden geliyorlardı. Zaten ekibin tüm üyelerinin senaryo üretimine dahil olup olmadığı oradan anlaşılıyordu.

Ayfer: Bir de her disiplinin uçtuğu noktalar var. Mimarlar çok yaratıcı olmak istiyor, sosyologlar dünyayı kurtarmak istiyor, mühendisler acayip şeyler tasarlamak istiyor… Ara ara çok temel soruları sormadığımızı ise çok geç fark ettik. Mesela çöp meselesi benim için çok ilginçti; o kadar hafta geçmiş ve kimse çöple ne yapılacağını düşünmemiş. Burada, bu kadar insanı bir araya getireceksiniz ve onlar çöp üretecekler, bu çöpler nerede toplanacak ve nereye gidecek? Hatta zaman çizelgesine baktığınızda zamanla bu çöplerin niteliği değişecek. Temel soruları sormadığımızı bir noktada fark etmek hepimizin ayağının yere basmasını sağladı. Sonra uzun süre bir çöp tartışması oldu, bu kadar insan ne kadar çöp üretir, ne tür çöp üretir, günde kaç ton çöp çıkar araştırıldı.


4. İstanbul Tasarım Bienali, Suda Umut, Uygulanan yüzen ev prototipi

Anlıyorum ki ezber bozan pek çok temel soruya geri dönülmüş.

Ayfer: Evet pek çok temel soruya geri dönüldü. Mesela deprem sonrası olması ve aciliyet hissi de önemliydi. İşin içinde üç disiplin vardı, deprem diye bir şey vardı… Ne zaman olacağını ön göremiyorsun ama hazırlıklı olman gerekiyor ve bu geçici evlerin lojistiğini düşünmen gerekiyor. İşte orada yine temel sorulara dönmen gerekiyor. Mesela nerede hazır tutulacak evler? Veya malzeme önemli hale geliyor. Mesela 10 sene hazır tutulacaksa çürüyecek mi? Nerede depolanacak? Depolandığı yerden Haliç’e nasıl getirilecek? Bütün bu sorular mühendisler için de ezber bozan şeylerdi. Yaparız, depolarız, bekletiriz; peki ama ne kadar bekleteceksin, maliyeti ne kadar olacak.

Emre: İnşaat mühendisinin İngilizcesi “civil engineer” yani “medeniyet mühendisi”, “medeniyeti kuran mühendis”. Biz inşaat mühendislerine, dört sene, çok farklı dallarda eğitimler veriyoruz. İnşaat mühendislerinin farklı tellerden çalabilen bir eğitimleri var. Diğer ekipler, mimarlık ve sosyoloji öğrencileri de çok yönlüydüler. Mimarlık öğrencilerinden mesela dünyanın çok farklı yerlerinde, Afrika’da, Uzak Doğu’da, Güney Amerika’da staj yapmış olanlar vardı. Ayrıca MEF’te aldıkları eğitim çok iyi bir eğitim, çok uygulamalı, gerçeklerle yüzleşmeli, yaratıcı bir eğitim alıyorlar. Sosyologlar arasında çift ana dal yapan bir sürü insan var, birisi ekonomide diğeri felsefede çift ana dal yapıyor mesela, farklı branşları tanıyan öğrenciler. İnşaat mühendisleri de öyleydi, çok yönlüydüler. Bir problemi farklı yönleriyle tanıyabilen bir öğrenci kitlesiyle çalıştık. Olaya at gözlüğünden bakan öğrencilerimiz olsaydı bu proje çok zor biterdi. Öğrencilerimizin çok yönlü olması bizi kurtardı. İkinci bir ortak pozitif çıkış noktası da herkesin şuna inanmasıydı: Deprem, ama sonra yaşam. Deprem bir son değil bir başlangıç. O başlangıcı nasıl kurgularız? Deprem sonrası yaşamı nasıl kurgularız? Benim bu projede aslında en çok sevdiğim şey o. Bu proje depremin bir son değil başlangıç olduğunu çok güzel bir şekilde gösteriyor bence.


Video Senaryo: SO? (Sevince Bayrak, Oral Göktaş), Piknik Works (Atıl Aggündüz, Oğul Öztunç).
Uygulama: Piknik Works (Atıl Aggündüz, Oğul Öztunç)

Bu açıdan bakıldığında projenin İstanbul Tasarım Bienali’nin Dünya Okulu sergisinde gösterilmesi de anlamlı geliyor bana. Dünya Okulu için yazılan küratöryal metinde, Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi kitabından alıntılanan, kaderciliğin yadsınması gerektiğini ve insanın dönüştürücü bir varlık olduğunu söyleyen bir kısım var. Suda Umut projesinde de bir doğal felaketin hemen ardından yine dünya ile kurulan oldukça yapıcı ve -adından da yola çıkarak- umutlu bir ilişki var. Projenin, İstanbul Tasarım Bienali’nin bu seneki teması olan Okullar Okulu ile ilişkisi üzerine fikirlerinizle bitirebiliriz belki.

Ayfer: İki şey bana çok çarpıcı geliyor: bir tanesi disiplinlerin artık çok ihtisaslaşmış olması. Artık hiçbir disiplin en temel soruları sormuyor. Bu projede ben insan varoluşuna dair çok temel sorunlara dönüldüğünü düşünüyorum: insanların bir felaket anında ihtiyaçları neler; hangi gruplar depremden nasıl etkilenecek; depremden sonra yeni bir hayat, toplum nasıl kurulacak; bu insanlar ne yiyecek ne içecek; nasıl bir çöp üretecek vs.. İnsanın çocuğu olduğunda da biraz öyle oluyor mesela (gülüşmeler). Öncesinde dünyadaki varoluşsal sorunları düşünürken, çocuk doğduğunda birden altı temiz mi, karnı doydu mu gibi çok temel sorulara dönüyorsun. Biz aslında hep o temel soruları küçümsüyormuşuz, ama aslında çok temel ve önemli sorular. O temel soruları sormak daha zor; daha sofistike gibi görünen, daha çok uçtuğumuz ve aslında kendi alanlarımıza daraldığımız sorular şimdi bana nispeten daha kolay geliyor. Paradoksal gibi görünüyor ama ben bu projeden bunu öğrendim. Meğer disiplinler temel soruları uzun zamandır sormuyormuş.

İkinci olarak da daha pedagojik bir şey öğrendiğimi düşünüyorum. Üniversitelerde verdiğimiz eğitimin ne kadar demode olduğunu görüyorum bu tecrübeden sonra; bence her ders böyle bir formata çevrilmeli. Mesela benim bugün iki saatlik dersim vardı, gittim iki saat ders anlattım, öğrenciler beni dinlediler, notlar aldılar… Benim bugün anlattığım her şeyi çocuklar online bulabilirlerdi; online derslerde bulabilirlerdi veya o konuyu Google’da arasalar bulabilirlerdi. Benim aslında onlara hiçbir faydam olmadığını düşünüyorum bugün. Dersleri bizim bu yaptığımız atölye formatında bir şeye çevirebilirsek hem hocalar hem öğrenciler için çok daha anlamlı bir şey çıkar ortaya. Bence öğrenciler de sıkılıyor bu formattan. Karşımızda 2000 doğumlular var ve bu format bu çocuklar için özellikle demode. Bütün bu deneyim eğitim formatını yeniden düşündürttü bana. Öğretenlerin ve öğrencilerin rollerini yeniden düşünmemiz gerekiyor, gelecek orada. Öğrenme ve tartışma alanını öğrenciler için kurabilmek ve onları orada tutmak çok zor bir iş, bunu tasarlamak çok zor. Ben başka şekillerde bunu yeniden denemek istiyorum, öyle bir ders tasarlayalım ki bizim rolümüz öğrencilere alan yaratmak olsun. Bienalle örtüşen kısmım biraz da bu oldu, biz kendi rollerimizi yeniden tanımladık.

Sevince: En hiyerarşik olmayan stüdyoda bile bu kemikleşmiş roller görülebilir; bir tasarım alanı var ve o alanda hoca ile öğrenci manevra yapıyor. Jürilerde o alan biraz sarsılır, sonra hemen toparlamaya çalışırsınız. Bu derste ise ise o sarsılma bütün stüdyo dönemine yayıldı. Alışılageldik rollerimizden hem öğrenciler hem hocalar olarak sıyrılmasaydık, bu dersi gerçekleştiremezdik. Örneğin bu derse jürilerde dışarıdan davet ettiğimiz mimarlar tasarımların çok daha yaratıcı, ucu açık olabileceğini düşünüyorlardı. Halbuki bunun nedeni stüdyonun tasarım ayağının eksik kalmış olması değildi; bütün disiplinlerin belli oranda kontrolünü kaybettiği- diğer disipline devrettiği ve ortada buluşmayı denedikleri bir süreçti bu. Alıştığımız stüdyoda böyle değil, mimar/öğrenci süreci ne kadar kontrol altında tutabiliyorsa o kadar başarılı görülüyor.

Oral: Okullar Okulu başlığında bence şu da önemli: Normal yapıda bir öğreten var, bir de öğrenen var, fakat bizim stüdyoda öyle değildi, mesela bir sosyolog bir mimara bir şey öğretebiliyordu ama ikisi de öğrenciydi. Bir öğretmen ve bir öğrencinin konu başlığı tartışmasıyla iki öğrencinin tartışması da çok farklı, çünkü birbirlerine hiyerarşik olarak ve yaş olarak çok yakınlar. Orada bir şey öğrenirken çok daha az sınır var arada, karşı çıkman çok daha kolay, yorum yapman, kavga etmen çok daha kolay… Bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum, öğretmenin –varsa öyle bir şey- aradan çekilmesi farklı disiplinlerin birbiriyle çarpışarak öğrenmesi çok kritik. Bir diğer şey de şu: Bu dersi bir çözüm olarak düşünmemek lazım, aslında depremi öğrenmeye başladık bu ders süresince. Derste sorulan bütün sorular depreme dair sorular ve bu soruları sormaya başlamak kritik diye düşünüyorum. Çünkü bu soruları sormuyoruz, hep “deprem olduktan sonra bu kadar insan ölecek, şu kadar insan evsiz kalacak” gibi sayılara boğulmuş durumdayız, halbuki bir felaket olacak ama bir yandan da hayat devam edecek. Böyle sorular sormak önemli, illa çözüm olması gerekmiyor. Zaten bienalin küratörü Jan Boelen’le kimyamız burada uyuştu, sorular sormak ve tartışmayı başlatmak önemli diyerek bienale dahil etmiş olduk projeyi.

Emre: Projenin bence gerçek değilse bile metafor olarak sunduğu şöyle bir çözümü var: her şey yıkılacak ve yeni bir dünya başlayacak ise o dünya denizde olacak. Benim için deniz o yeni dünyayı tarif ediyor. İstanbul eski İstanbul olmayacak depremden sonra, İstanbul depremi ağır olacak, bununla yüzleşmek lazım. Eğer bu projede olduğu gibi her şeyi geride bırakıp yeni bir dünya, yeni bir hayat kuracaksanız, deniz onu tarifliyor benim için.

Sevince: Deprem kamuoyunda çok yer kaplıyor; fakat bu kadar yer kaplarken hep bir felaket senaryosu üzerinden tartışılıyor. Bizim gibi depremi konuşan diğer ülkelerde ise deprem sonrası için alternatifler de geliştiriliyor. Dolayısıyla bu bir başlangıç. Yüzen ev olmuyorsa, bunun uygulanabilir olmadığı ortaya çıkıyorsa, başka bir senaryo üretilmek ve onun üzerinde çalışılmak zorunda.

Teşekkürler bu keyifli söyleşi için.

Editörün notu: Ayrıntılı proje künyesine buradan ulaşabilirsiniz.

Etiketler

Bir yanıt yazın