“Her Yapıyı, Tam Bulunduğu Noktaya Bağlama Konusunda Saplantılıyım”

Han Tümertekin ile sergi mekanları üzerine konuştuk.

Sergi mekânlarının değişen mimarisine dair konuşmak üzere aklıma ilk gelen isimlerden birisi usta mimar Han Tümertekin oldu. SALT Beyoğlu ve SALT Galata’nın kente kazandırdıklarını, yeri ve yeni bir akımı temsil etmesi itibariyle Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi davetli yarışması için ürettiği konsept projeyi konuşmak istedim öncelikle. Bu projeler bağlamında kendisinin bir konuyu nasıl ele aldığını, bu projelerdeki tecrübelerini ve sanat yapısının şehir ile kuracağı ilişkinin öneminde mimarın işlevini içtenlikle anlattı…

Heval Zeliha Yüksel: Sizin için sergi mekânlarının olmazsa olmazları nelerdir? Bir müze ya da sergi yapısının mimarisi nasıl olur?

Han Tümertekin: Bir saplantımdan söz ederek başlayacağım. Her yapıyı, tam bulunduğu noktaya bağlama konusunda saplantılıyım. Belirleyici olan öncelikle: “Neredeyiz?”, “Oraya nasıl geliyoruz?”, “Oradan nasıl ayrılıyoruz?”… Öğrencilerimin proje sunuşlarını dinlerken yaptığım tipik müdahale budur. Hep binaya gelirler, binayı nasıl terk ettiğini kimse anlatmaz projelerde ve onları uyarırım: “Tamam girdik, hadi şimdi bir de binadan çıkalım.” Bu müdahalemin temeli de aynıdır; orayı yani o spesifik yeri nasıl kullanacağımız önemlidir. Buradan yola çıkarak jenerik, genel, “sergi mekânı şöyle olur” veya “olmalıdır” diyecek yapıda biri değilim. Her sergi mekânı bulunduğu konumla doğrudan ilişkilendirilmek zorundadır benim için.

Mimariyle sanat arasında gerilim olduğundan bahsedebiliriz. Yapı mı öne çıkmalı yoksa eser mi öne çıkmalı?

Yine spesifik olma durumundan kademe kademe cevap vereceğim. Bir süredir verdiğim birkaç uluslararası konferansın adını “hiperspesifisite” olarak tanımlamış durumdayım;spesifik olmak yetmez çok ileri düzeyde spesifik davranmalıyız. Bu benim sadece mimarlıkta ve mekân oluşturmakta kullandığım bir şey değil, gündelik hayatımda da, herhangi bir gündelik konuşmamda da genel konuşma yönelimi oluştuğu anda müdahale edip spesifik konuşurum. “Şu noktayı konuşalım” uyarısı yapan biriyim. Oradan yola çıkarak; sanat, mimarlık ya da sanatçı, mimar ya da küratör ile arada bir gerilim olduğu gerçeğini görüp yaşamış biriyim umarım yine yaşarım ve üstesinden gelmeyi başarırım. Bir başka davranma şekline geri dönersem kişilerin dile getirdiği taleplerdense durumun gerektirdiği şeyleri deşifre etmek, onları ortaya çıkarmakla meşgul biriyim. O zaman bir küratörün ya da sanatçının ya da müze danışmanının veya bir başkasının bana durumu aktarma şekliyle çok ilgilenmem. Ortak olarak kabul ettiğimiz o gerilimin temelinde oradaki egoların çatışması vardır büyük çaplı.

“Egonun kontrolü karakter özelliğinden öte tasarım metodolojisi olarak algılanmalı.”

Ego çatışması olarak yorumlanması bir ilk olacak…

Çünkü fazla gelişmiş egoya sahip olmak, hele ki sanatla uğraşanlarda, oldukça yaygın karakteristik bir özellik. Şu değil de bu sanatçının ya da şu değil de bu mimarın kendini farklı kılmasının temel nedeni olan ego ne yazık ki denetlenmesi çok zor bir özellik. Tarafların bu karşılaşmada egolarını bastırmayı başarmaları ya da en azından taraflardan birinin, kendi egosunu kontrol ederek gerilimi düşürmesi gerekir. Bu aslında karakter özelliğinden öte tasarım metodolojisi olarak algılanmalı. Taraflardan en azından biri sakin bir şekilde “Buranın gerek duyduğu şey nedir?” diye sorabilmeli. Ve yine o mekân her ne kadar, sanatın sergilenmesi ya da içinde yer alması için tasarlanıyor olursa olsun tek boyutunun bu olamayacağı gerçeğinin masaya konması çözüme yaklaşma konusunda kullanışlı bir durum. Mimarın karşısına oturan, o sanatsal etkinliğin başındaki kişi -küratör olabilir ya da sanatçı- her kimse, işveren konumundaki kişidir ve doğal olarak konsantrasyonlarını tümüyle kendi ihtiyaçları üzerinden geliştirirler. Ama yine biliyoruz ki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir mekân çevresinden, bağlamından bağımsız var olamaz. Dünya bir bütündür, parçalanmış bir bütündür ama dünya tektir, benim için de mekân tektir. O zaman ister projelerin içinde sanatı var etme sorunuyla karşı karşıya olalım, ister sanat için bir yapı tasarlayalım; işin bu boyutu tabii ki o binayı var etme nedeni olarak önemlidir. Ama çevre vardır ve o çevreyi de hesaba katmak gerekir.

Siz SALT Galata ve SALT Beyoğlu’nu yaparken nasıl yaklaştınız bu konuya? Onlardan önce bir sanat yapısı tasarlamış mıydınız?

Taksim Sanat Galerisi vardı ama yıkıldı sonunda. Önce SALT ile yürüyelim, kronolojik gitmiş oluruz. SALT’lar en büyük kullanıcı testine tabi olmuş sanat mekânı tasarımları oldu; uluslararası tepkilerle de muhatap olduğu için. Dünyada farklı yerlerdeki karşılaşmalarımda “Oranın mimarı senmişsin” diye veya verdiğim uluslararası bir konferansta yanıma gelenlerden “Ben İstanbul’a iki günlüğüne gitmiştim, yarım günümü de orada geçirdim” türünde ilginç tepkiler aldığım oluyor. Küratör Vasıf Kortun en başından beri vardı. O bizi çok yönlendirdi. Dolayısıyla bina ortaya çıktığında, değerlendirme yapılan bir konumda değildi. İlk defa Garanti Bankası; “Biz şehrin ortasında iki 19. yüzyıl yapısını şehre bir hediye olarak kültür mekânlarına dönüştüreceğiz” dediklerinden itibaren küratör vardı. Tabii ki bu, işimi hem kolaylaştıran ama az önce söz ettiğim tarafların egolarının yönetimi açısından da zorlaştıran bir şeydi.

“Vasıf Kortun’la kurulan ilişki önemli bir veri ve sonuçtaki başarının da ciddi bir girdisiydi.”

O dönemde çok zorluk yaşadınız mı?

Hayır. Ben bunların hiçbirini zorluk diye adlandırmam çünkü projenin verileri bunlar. O binanın orada durduğu gerçeğini değiştiremediğim gibi… Bankalar Caddesi’nin yokuş olması da bir veridir benim için. Proje sürecinde yer alan aktörlere de, topografyaya da bir veri olarak yaklaşırım. Uluslararası çapta tanınmış, kabul görmüş, işini iyi yapan bir küratör olması nedeniyle Vasıf Kortun’un ne dediğini ciddiye alıp, dinleyip, onları da veri olarak projenin içine katmak gerekiyordu. Bu ilişki önemli bir veri ve sonuçtaki başarının da ciddi bir girdisiydi. Bu bilgiyi o mekânlara yerleştirirken önce binaların kendi mekânsal değerlerini açığa çıkarmak gerekirdi. İlk yapılan bunu sağlamak ve de eklentileri ayıklamak oldu. Binanın mekânsal gücünü, içinde yer alacak sanatsal etkinlikleri bastırmayacak, aksine, onları daha görünür ve nitelikli kılacak şekilde ayarlamak gerekiyordu. Oranın temel sorunu oydu. SALT’ların her ikisinde bütün konsantrasyonumuzu buna kullandık. Bu noktada bir şeyi daha vurgulamakta yarar var: Altı, yedi farklı mimar ve tasarımcıyı da projenin içine sokma kararı vardı ilk günden beri. Belli aralıklarla bazı kısımların değiştirilmesi gerekiyor denmişti. Kütüphane, tuvaletler, genel resepsiyon bankosu, oditoryum gibi. Bazı mekânlar da farklı gruplara dağıldı. Pek çok mimar için büyük zorluk olabilecek bir durumu da yöneterek bir değere dönüştürdük.


SALT Galata


SALT Galata


SALT Beyoğlu

Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi için de bir konsept tasarım ürettiniz. Süreç nasıl oldu?

Bu bir sınırlı yarışmaydı, dünyadan 4 ekip davet edildi. Türkiye’den davet edilen tek ekiptik. Yine işlevinden bağımsız olarak öncelikle içinde yer alacağı ilişkiler temelinde başladık projeye, tabii ki ne olacağını biliyorduk. Ama temel veri – sunuşumuzda Pervititch haritasında da göstermiştik- geçmişte büyük çapta boş kalan arazinin, o bölgenin yoğun bir yapı dokusuna geçtiği noktada yer alıyor olmasıydı. Dolayısıyla öncelikli konu bu ölçek düzenini yönetmek üzerine kuruluydu. Geçmişte boş alan olarak bırakılmış, daha sonra üzerinde fabrikaların yer aldığı bu büyük parseller artık fabrikaların oradan taşınması sonucunda belli yapılaşmalara sahne oluyordu. O yapıların ölçekleri yakın çevrelerindeki ölçeklerden çok farklı ve Koç Modern Sanatlar Müzesi bu iki bölgenin kesişme noktasında yer alıyor. Biz öncelikli olarak yapının değil de yapıların oluşturduğu bir müzeyi doğru bulduk, ölçek geçişini yönetebilmek için sergileme alanlarının ve çok amaçlı black box‘ın yer aldığı büyük boşluklardan oluşan bir kütle ile daha küçük bir kütleden oluşan bir sokak yarattık.

Black box nedir?

İşverenin tabiri bu. İçinde çeşitli etkinliklerin yer alabilmesi için donatılmış boş bir kutu. Gün ışığına ihtiyacı yok çünkü her farklı kullanımın gerektireceği ışık yapay aydınlatma ile sağlanıyor. Sokağın bir cephesini oluşturan sergileme binasında galeriler ve “black box” yer alırken karşısındaki az katlı binada yönetim, kafe, müze dükkanı ve dönemsel sergi mekânları yer alıyor. Kentsel dokunun büyük yapılar dizisi olarak ilerleyişini, eklediğimiz son bir kütle ile durdurduk. Sokağın karşısında ise yakın çevrenin az katlı ve yoğun yerleşmesine uygun boyutta bir yapı ile ölçek değişikliğini yönettik. Bu çözüm binaya girmeden önce müzeye girişi sağlıyor. Sokaktan geçen herkes müzenin içinden geçiyor.

“Koç Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde temel konu şehirle kurulacak ilişkiydi”

Yani sizin yine en başta söylediğiniz gibi nasıl giriliyorsa bir şekilde çıkışı da başından düşünülmüş ayarlanmış, şehir ile bağlantısı kurulmuş…

Şehirle bağlantısı çok güçlü şekilde kurulmaya çalışıldı. Seçilen projede tam içinden geçmiyor ama o da iki kütleyle çözmüş. Diğerleri tek kütle olarak çözmüş. İkinci konu, yine benzeri binaların temel sorunu olan, içeride, sergi mekânlarında duvar yüzeyine ihtiyaç olduğu için bu içe dönük durumun cepheye yansımasında ortaya çıkan büyük sağır cepheleri yok etmek idi. Biz sergileme bloğunun içindeki tüm yaya trafiğini, yine şehirle ilişki kurma bölgesi olarak cepheye taşıdık. Bu yıllar önce şimdilerde yıkılmış olan Taksim Sanat Galerisi’nde uyguladığımız yöntemdi. Orada da sirkülasyonu cepheye almıştık. Hepi topu iki galeri, iki sergileme mekânı vardı, ikisinin arasında da bir rampa vardı. Bir kişi galeriler arasında dolaşırken ve katlar arasında da yer değiştirirken, sürekli kente çıkıp tekrar içeri girmesi şeklinde bir hareket olacaktı. Yapı, önünden geçenlerin sağır bir cepheye ve o cephe yüzeyindeki grafik becerisine dayalı bir kentsel algı oluşturmak yerine hakiki insanların cephede hareket ettiği dolayısıyla cepheyi insanların oluşturduğu bir anlayışla tasarlandı.

Şehirle kuracağı ilişki çok önemliydi o zaman?

Temel konu burada şehirle kurulacak ilişkiydi ve şehrin çok hızlı değişmekte olan bir bölgesindeydik. Dolayısıyla bu proje de değiştirecekti kentsel dokuyu.

İstanbul’a yabancı bir ekibin projesi seçildi ama?

Yabancı temelinde değerlendirmek ne kadar sağlıklı bilmiyorum, bu bir avantaj da olabilir. Mesafeli durma açısından. Dolayısıyla ben projenin entelektüel kaynağını, yerli ya da yabancı olmasından çok oraya verdiği cevap temelinden değerlendirmekten yanayım. Doğrudan öbür projeyi bu ayrıntıda görme imkanım olmadı ve yorum yapamam. Hele hele kaybettiğim bir yarışmadaki rakibimin tasarımı üzerine konuşmak doğru değil. Yeri gelmişken şunu söyleyebilirim ki biz genel olarak yarışmalarda sunum konusunda biraz tutuk davranıyoruz. Biz büro olarak düşüncemizin emin olduğumuz kadarını sergileyebiliyoruz. Yani emin olmadığımız bölümleri eminmişiz gibi sunma refleksimiz yok, öyle bir becerimiz de yok, biraz abartırsam öyle bir ahlakımız da yok. “Hadi gelin bu binayı çok beğendik, bu binayı yapalım” dendiğinde, çizilmiş olan bir tek çizginin dahi yapılamaz olması ve o nedenle tasarımın değiştirilerek binanın inşa edilmesi durumunda kahrolurum.

“SALT’ların bulundukları yeri dönüştürme etkisi, yapıların birer kamusal mekan olarak düzenlenmesinden geliyor”

Peki, sanatın veya sanat merkezinin bulunduğu yeri dönüştürücü bir etkisi var diyebilir miyiz? SALT’ta siz bunu nasıl yaşadınız?

Kuşkusuz dönüştürücü etkisi var bu tür müdahalelerin. Gerek SALT Beyoğlu, gerekse SALT Galata hem şehrin o bölgesinde, hem de şehrin kültürel hayatında dönüştürücü etkiler yarattılar. Buna giden yolun başında yapıların birer kamusal mekan olarak düzenlenmeleri vardı. Mimar o bölgeye yapılacak sanat ve kültür yatırımında söz sahibi değildir ama o işlevleri kolaylıkla ulaşılabilir yapma becerisine sahiptir. Biz de SALT’lardaki mimari müdahalelerimizi büyük çapta girişleri yeniden kurgulamak çerçevesinde yaptık. İnsanların neredeyse yoldan geçerken kendilerini içeride buldukları mekânlar oluşturduk ve bu akışkan dolaşımı binalara yaydık. Böylece yukarıdaki işlevlerin hepsine kolayca ulaşılan bir mekân kurgusu çıktı ortaya. Bu da tabii kullanıcı ve ziyaretçi konforunu farkına vardırmadan arttıran bir etken olarak yapıların kullanımını ve sunduğu programların da çeşitliliğini arttırdı. Dolayısıyla çok sayıda kişiye hizmet vererek dönüşümü sağladılar.

*Söyleşi IstanbulArtNews’ün Eylül sayısında yayınlanmıştır.

Etiketler

35 yorum

  • arzu-eralp says:

    Arkitera’da yayınlanan söyleşilerde en çok dikkat ettiğimiz konu, her söyleşi için deşifre ve kontrol sonrası, karşı tarafa gönderilip teyid alınmasıydı. Yayıncılık ve gazetecilikteki etik değerler için bunun çok önemli olduğuna inanıyorum. Elif İnce, kentin sorunlarıyla yakından ilgilenen ve görünür kılmaya çalışan, deneyimli sayılabilecek bir gazeteci, alelacele bu hareketi biraz şaşırttı.

    Bir de aklıma şu soru geliyor, projenin mimarı Emre Arolat değil de x bir kişi olsaydı yine bu şekilde mi davranılırdı?

  • omer-yilmaz says:

    Davranılmazdı ama bu star mimar olmanın dayanılmaz sorumluluğu. Dolayısıyla bu soru benim için de geçerli olsa bile Emre Arolat’ın yüzleşmesini olağan karşılayacağımız bir durum olmalı.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Arzu Hanım’ın sorusuna katılıyorum. Mimari EA olmasaydı başka biri olsaydı bu kadar gündemde olur muydu? Olmazdı.

    Neden?

    Emre öyle alttan alayım da ilerideki iş kontaklarımı üzmeyeyim demiyor. Gazetecilerden kaçayım yamuk yumuk cevaplar vereyim işime bakayım demiyor.

    hah işbu yazı EA’yı övme yazısı da değildir. Yüzüne söylemeyeceğim şeyleri yazmam. Aşağıda örneğin bu yapıları gereğinden yoğun bulduğum konusunda bana diyeceği varsa ilk karşılaşmamızda laflarımızı hazırladık. İster inanın ister inanmayın böyle.

    EA, Zorlu hakkında biri öyle böyle dediyse gel tartışalım diyor. Geçen seneki Arkimeet konferansında dinledim (ama kapalı yerde kalma sıkıntım olduğunda oturulacak değil ilk başlarda ayakta durulacak yer olmaması sebebiyle) çıkmak zorunda kaldım. Fakat uzun süren konuşma sonrası, soru cevaplarda yine salona girdim ama bu sefer oturacak yer vardı ve beni krize sokmadı. Dinledim. (Yukarıda Ömer Bey’in güzel yazısında fotoları var. Ayrıca kendisini yazısını ve çabasını takdir ediyorum. EA ile daha uzun bir geçmişi vardır ama onun yanında Ne Elif hanım’ı ne de Yaşar Bey’i kötü durumda bırakmayacağına eminim. Kendimden emin olmam ondan olurum)

    Soru cevapta Arolat mimarlık tasarımcıları seyircilerin önünce tespih gibi dizildiği halde yani istediğiniz kişiye “sen cevaplasana bakayım şu sorumu” denebileceği halde önemli bir soru gelmedi. Acaba Emre milleti korkuttu mu filan derken kimse doğru dürüst “kaçak m2″lerden dem vurmadı. Keza ben Ağaoğlu’nun yaptıklarına karşı Zorlu’yu çok kötü bulmayanlardanım. Hah her ukala mimar gibi bir şey bulurum ama o da yürüyen merdivenlerin ayna detaylarından rahatısız oluyorum. Ama İstanbul 18 milyon olacak ve öyle bir yerinde devlet de sadece bana para ver ne yaparsan yap diyorsa kötü bir şey çıkmaması için dua ederim. 3. köprüyü de istemiyorum. Kanalistanbul’u hele hele hiç. Lastik geçişi hiç istemiyorum. Zorlu o yüzden beni çok irite etmiyor. O kadar hakkaniyetli bir şehir var da Zorlu beni üzecek. I-ıh.

    Devlet burayı rekor bir paraya Zorlu’ya sattı. Ahmet Zorlu’nun çevre dostu ya da kent düşkünü olmadığını düşünüyorum. o işadamı parasına bakar. Hem de ne bakar. Bazen söylemlerini çok tutmadığımı da belirteyim. Diğer yandan ben şöyle özgürlükçü eşitlikçiyim demiyor. Benim derdim kar etmek diyor. Bazen de saçma konuşuyor değil.

    Ama EA diyor ki ben işimin arkasındayım her yaptığımın arkasındayım diyor. İşte genelde gazetecilerin buna delirdiklerini düşünüyorum. Al işte Halil Onur. Bu beyefendi bir de hocadır. Kendisine Gezi Parkı’nın en fazla konuşulduğu ve Radikal’de iki tam sayfa yazım yayınlandığı gün Kısa mesaj ile ulaştım. Ay bir saçmaladı bir saçmaladı. Bir korktu bir kaçtı ki sormayın. Defalarca kendisini bu konuda tartışmaya çağırdım. tenezzül etmedi. Etmiyor. O gün yediğim 5 kere gaz yüzünden bu cahil (ben) meslektaşını teskin et diyorum. Yağlı güreşte zeytinyağını abartmış kaçak gürşçi gibi kaçtı. Görsen veremeyeceği hesap yokmuş gibi. Aha buradan bir daha gel şu işi konuşalım diyeceğim. Açık açık Topçu Kışlası’nı savun diyorum. Ben projeyi çizdim verdim artık proje onların ben ne derim diyor. Bir mimarın intiharı aslında. Bir ara oğlu mu kızı mı ne birileri dayılandı Halil Onur öyle biri değil diye. Sonra tam onunla yazışacakken o da yokoldu. Geçiyoruz.

    Ama EA inadına gelin konuşalım diyor Gazeteciler Halil Onur gibilere alışıkken, EA bu inanılmaz yapılaşmayı (ki bilin ki ben de çok çok yoğun buluyorum) konuşmaya razı oluyor. Genelde hep haklı çıkıyor. Biraz alışılmış rant elde edene giydirmek o da aman konu unutulsun diye çaba sarfediyor susuyor örtüyor kaçıyor iş bitiyor.

    Sonra Elif ne yapıyor garip bir laf ediyor. EA işçilerin mezarını da tasarlasın. İlk okuduğumda onu takip eden ve sadece bostanlar için çabasını görüp takdir eden uzaktan inceleyen biri olarak çok şaşırdım. Yahu Sözcü Gazetesi ya da Star gazetesi manşeti gibiydi.

    Gazeteci abartır. Bazen durumu egzajere de eder. Fakat bunun kantarı kaçmıştı biraz. itiraz ettim. Sonra bir anda DM’den tanımadığım birkaç kişi laf etti bana. Yahu ne oluyoruz. İşvereni seçebilirmişmiş.

    Yahu biliyor musunuz Torun’dan önce başka biri yatırımcıymış. O tüm gayrımenkulu hoopp Torun’a satmış. Diyelim ki EA öncekini tarttı etti ve kani oldu işçi güvenliği hakkında onay verdi. Eh yenisinde ne yapacak onu da mı test edecek. Mimarlık dünyası ne kadar güçlü sizce?

    Şİmdi Elif Hanım gazeteci Radikal’de bir genel yayın yönetmeni değişti. Garip bir haber yapıldı. Elif’in yazdığı yere (Umarım kendisine Elif dedim diye kızmaz ne bileyim içimden öyle geldi. Yok istemiyorum derse hemen Hanım ekine geçebilirim) yakın bir yer de değil. Eh vahim bir gazetecilik kazası oldu. Elif Hanım neden çalıştığınız Gazeteyi iyi seçmediniz dersek. ya da onu çalıştığı yerden istifa etmeye zorlasak olur mu? Olmaz. Seçseydin demek kolay mı?

    Öyle bir tivit atılmaz.Belli ki Elif Hanım EA’yı pek sevmiyor (zorunda değil) ama bunu yazması doğru değil. Ben 20-30 dakika Aziz Torun ile de görüştüm. Çok tanımıyorum kendisini. Fakat o kadar sürede ne kadar tanıdın filan demeyin (kendisi ile belki hayatımda hiç karşılaşmayacağım. İş almaya, ondan daire maire almaya gücüm de yetmez ayrıca hiç niyetim yok) gördüğüm kadarı ile o asansörü işçilere tehlikeli halde tutuarak edineceği hiçbir kar yok. Karı bırak böyle bir şey olduğu için sizden çok kendine kızıyordur. Fena biri gibi gelmedi yani kızmak yok Ahmet Zorlu ile karşılaştırıyorum istemedn. Aziz bey daha endişeleri olan biri gibi geliyor.

    Yine de iyi biri olması ihmalini sıfırlamaz. Hukuken belki de hiç dert olmayacaktır ona. Asansör denetçilerinin suçudur, sigortasından bilmem nesine kadar o firmanın sorunudur. Fakat her türlü fedekarlığı üzerine alacaktır.

    Uzattım. EA işini savunuyor. Elif bana sorarsanız yanlış bir tivit atıyor. Biz mimarlar “İnşaatçının ihmali bizi bağlamaz” demek istemiyoruz. Bir canın kaybı, bir ağaç için oratlığı yıkan bizler için tarif edilemez bir durumdur.

    X kadar işi yapılırken oranlı olarak 3-5 işçi ölür demenin tutar yanı yoktur. Denmesini istemiyorum. Denmesin kimse de ölmesin. Fakat bir ihmal için tasarımcının suçu var demek yanlış.

    EA bu işi almasaydı alacak o kadar çok kişi tanıyorum ki. Belki daha kötü bir iş çıkacaktı. (yüksek ihtimal) böyle bir ihmal ve suç olduğunda aklınızdan ona bir şey sormayı bırak ismi geçmezdi.

  • yreis says:

    Mesele, afet toplanma alanı ilan edilen arsanın TOKİ eliyle peşkeş çekilmesinden başlayarak, imar usulsüzlüğünden yargının yürütmeyi durdurma kararlarının alenen ihlaline pek çok hukuksuzluğa rağmen şu ya da bu -isim yapmış- mimarın, kişisel kazançları uğruna bu çürümüşlüğe imzalarını ekleyerek onu meşrulaştırmaları ve olağanlaştırmaları (aynı şey farklı sektörlerde ya da alanlarda çalışan başka profesyoneller için de geçerli). Dolayısıyla mesele ciddi bir etik meselesi. Bu yoz sistemin içinde, onun kurallarıyla hareket etmeyi tercih eden herkes, doğurduğu sonuçlardan da sorumludur. Sanırım Elif Hanım da böyle bir noktadan hareket etmiş. Öte yandan Emre Arolat’ın böylesi bir etik kaygısı olsaydı, üstlendiği projeleri zaten almamış olurdu orası ayrı ama bazen kişileri parmakla işaret etmek, burada iddia edildiği gibi faydasız bir eylem değildir. Bireysel sorumsuzluğun normlaştığı, arsızlığın bunca yaygınlaştığı bu an ve mekanda neyin yüz kızartıcı olduğunu anımsatır. Yararlıdır.

  • omer-yilmaz says:

    Afet toplanma alanı ilanı ile ilgili bilginizi paylaşır mısınız lütfen. Neresi? Ne zaman ilan edilmiş? Kim etmiş?

  • mehmet-berksan says:

    Mimarın sorumluluğu tartışıldığı kadar müşterinin sorumluluğu da gündeme gelse keşke. Şehri katleden, bu sırada işçilerinin de hayatına değer vermeyen projelerden gidip daire alanların bu olan bitende hiç mi payı yok? En büyük hissedar onlar değil mi? Gayrimenkul alırken, yüklenicinin o inşaatta aldığı güvenlik önlemlerini sorgulayan bir müşteri var mıdır acaba? Çok beğendiği daireyi almak üzereyken, o inşaatta bir işçinin hayatını kaybettiğini duyan ve almaktan vazgeçen bir müşteri kitlesi olmadan bir şeyin değişeceğine inanmıyorum. Müteahhitlerin reflekslerini müşteri tercihleri kadar etkileyen bir şey daha yoktur.

  • omer-yilmaz says:

    Ben hala afet toplanma alanı ile ilgili sorularıma yanıt bekliyorum bu arada.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Mehmet Berksan güzel bir konuya değindi. Soru: bu ve bunun gibi bir kompleksten daire ya da pay alanlar bunun vebalini üstlerinde duyarlar mı? Ha şa öyle ölen işçinin ahdı var gibi değil de, “Bu poşet in üretilmesi için hiç ağaç kesilmedi” yazısı görürüz ya, aynı şekilde “Bu inşaat yapılırken hiç işçi ölmedi” gibi reklam malzemesi çıkma olasılığı da var.

    Ya da soruyu evireyim. Benim hoşlanmadığım bir argüman var ya. “Bu kadar metrekare bir inşaat alanında bu kadar kişinin ölmesi ortalamaların altında kalmaktadır. Olmaması mucizeydi zaten” Bu bir savunma mıdır. Meşru mudur? Söz konusu olan “şu kadar karbondioksit salmadık” değil candır can. O yüzden hiç hoş bir argüman değil benim için.

    Final sorusu: İşçi ölmeyen bir şantiye var mı? Bilmem ne sertifikası aldığını ve enerji verimliliğinde bilmem ne olduğunu söyleyen inşaatçılar, işçinin ölmediği bir inşaat gösterirler mi?

    Panama Kanalı’nı önce Fransızlar yapmak istemişler ve hastalık ve kaza yüzünden 22.000 kişi ölmüştür. Bu yüzden Leppes sorumlu tutulmuş 5 yıl hapis cezası almış sonra bu ceza da ertelenmiştir.

    Kısaca Türkiye madende olduğu gibi inşaatta da 1800’lerin sonundaki teknoloji ve kavramla mı çalışmaktadır. (Panama Kanalı inşaatı zamanları)

    Her şeyden öte bu tür işçi kayıplarında gerçek muhataplar yerine tasarımcının üzerine ne kadar gidilmelidir?

    Arada kaynamasın Ömer Yılmaz’ın “Tescillenmiş afet toplanma alanı ilan edilmesi” sorusunu ben de soruyorum. EA’ya sordum anlattı. Acaba böyle bir tescil var mı? Elinizde bilgi var mı? Söylemeden önce paylaşılırsa sevinirim. Keza Mimarlar Odası elinde böyle bir belge varsa kaçırmaz yayınlardı. Onlardan ses çıkmadı. Hemen hüküm vermemek lazım.

    Diğer yandan TOKİ işin içine girmişse altından her türlü bit yeniği (hem de yaratıcı olanından) çıkabilir. Bunu da belirteyim.

    Evet, cevap rica ediyoruz afet toplanma yeri konusunda.

  • yasar-adanali says:

    Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen Stadı’nın tek potansiyel deprem toplanma alanı olduğu bariz değil mi? JICA Raporu’na da bakarız. ‘İlan edilmemişse’ bile, edilmeliydi. Orada, o yoğunlukta bir noktada, bir stadyumu, yıkım yerine bu kuleleri dikmek her şekilde yanlış.

    Ayrıca twitter’da attığım mesajları tekrarlamamk isterim. Burada konu Elif İnce değil. Olamaz da.
    Attığı o mesajın, bir gazetecinin değil, bir yurttaşın (haklı) öfkesinden kaynaklı 1 ironi olduğu açık değil mi? Tasarımcının & tasarımın rolü üzerine hem varoluşsal bir eleştiri hem de normatif/hukuki 1 tartışma hedeflediği belli. Bu sorgulama yerli değil, evrensel. Ayrıca yıldız veya değil, herkesi de içerir. Bu sorgulamadan kaçmak ‘muhafazakar’ bir duruştur, ilerletici değildir, akıntıya karşı kürek çekmektir. Ayrıca gerçek mevzuyu örtmekte, olası şüphelileri de ‘aklamaktadır’ diye düşünüyorum.

    İnşaat sektöründeki iş cinayetlerinde ‘tüketiciden’ üreticiye, sistemik sorunlardan teknik detaylara, her konu konuşulmalı. İnanın mevzunun ‘mimarların sorumluluğu’ kısmı, zaten en az tartışılan kısmı. Şu mecrada bu tartışmanın yürüyor olması hayırlı. Olması gerkeen tartışma da bu zaten. Başka mecralarda çok daha sert bir şekilde, başka sorumlular zaten tartışılıyor, tartışılmaya da devam edecek.

  • omer-yilmaz says:

    Bir yerin açık alan olması gerektiğini iddia etmek le -ki bence de öyle olmalı, yukarıda da yazdım, yineleyeyim de- dayanaksız suçlamalar yapmak oldukça farklı şeyler.

    Medya sorumluluğu ile ilgili yorumlar yukarıda var, cevap yazmayacağım, bence artık buna okur karar verir.

    Ben Elif İnce olsam böyle bir haber yapacaktıysam senin yaptığın gibi o buluşmaya katılmazdım.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Orada öyle bir inş. yoğunluğun olmaması bariz. Seksen defa dedim. Zaten EA’yı öyle bir yoğunluğu yaptığı için yargılamak gerekli dedim.

    Ayrıca EA’ya yapılan söylenenlerin, Çamlıca Camii, 3. köprü ve hatta Kanalistanbul, AOÇ’deki konut daha bir sürü şeyde muhataplara dendiğini ve hiçbir işe yaramadığını biliyoruz. Hah EA adam gibi konuşuyor cevap veriyorsa konuşmak lazım. Böyle düşmanlaşmak gereksiz.

    Elif İnce bunu diyemez. Benim gözümde tuttuğum Elif İnce değil. Diyemez. Ayrıca haklı bir ironi de değildir. Ben Avni Mutlu’dan ne kadar haz etmiyorum anlatamam. Gazeteci filan da değilim. Fakat bu tür şeyler onun için de demem. Halil Onur için de demedim. Kadir Topbaş için de.

    Şimdi Ne demek işçilerin mezarını EA tasarlasın. Yaşar Bey bu söylemi savunmasanız. Saçma çünkü. Yazılmamalıydı.

    Neyse oldu bir kere ama EA ben buradayım diyor. Gelin konuşalım diyor. JICA’ya EA’da baksın siz de bakın bununla ilgili bir haber yapın. Ne bileyim aydınlatın bizi.

    Biz Elif İnce’yi Fatih Bel. Başk. çaresiz bıraktığı tivitleri ile belliyoruz. Tenzil-i rütbeyi hem de Yaşar Bey’in savunması ile yapacaksak…

    Ne yapalım. Öyleyse öyle. Zorlamayız.

  • nuray-colak says:

    Yapı denetim ve iş güvenliği için havuz sistemi olduğu takdirde inşaat sektörü durur demişsiniz Ömer Bey, gerekçesi nedir bu düşüncenizin?

  • devrim-cimen says:

    Eğer bu alanın deprem toplanma alanı olarak kamuya açık, yapılaşması oldukça kontrollü bir alan olması konusunda genel bir mutabakat varsa, ki olmaması için hiçbir neden yok, ve onun yerine büyük ölçekli konut projesi oluyorsa bu durumu üreten tüm süreçler ve bu süreçlerde doğrudan ya da dolaylı dahli olan herkesin irili ufaklı sorumluluğu vardır diye düşünüyorum. Herkes de dahli ve gücü nispetinde eleştirilmelidir istisnasız. Mimarın gücü ya da etkinlik alanı da ne kadar genişse o kadar eleştirilmelidir bence, ki olan da budur.
    İş cinayeti meselenin görünenidir, çok önemli olmasına karşın konunun buraya sıkıştırılıp tartışılmasını da doğru bulmuyorum. Bu durum bütün bu süreçlerin ve anlayışın bir sonucudur.
    O zaman tartışmayı anıt mezar ekseninden çıkarıp bu bütüncül sürece nasıl ve hangi tarafından dahil olunduğu üzerine kaydırabiliriz.

  • omer-yilmaz says:

    Önce konuyu biraz daha dağıtalım: Geçtiğimiz günlerde medyada afet toplanma alanlarının imara açılmasıyla ilgili bir dizi görsel paylaşıldı. Ali Sami Yen’le birlikte Anthill, Zaman Gazetesi, Meydan AVM, Forum İstanbul gibi binaların yerlerinin de öyle olduğu varsayılıyordu bu metinlerde.

    Bazılarının afet toplanma alanı olması bana çok garip göründüğü için merak edip bakındım. Hiçbir yerde bilgiye rastlayamadım.

    Yukarıdaki yazımda iktidarın memleketi kutublara ayırdığından bahsetmiştim. Bu afet toplanma alanları ile ilgili yazan kutuptakilerin inandıkları tek şey iktidarın yaptığı her işin yanlış olduğu. Hatta bu örnekte olduğu gibi yapılmayanlar da yanlış olarak adlandırılabiliyor.

    Devrim, bir genelleştirme yaparak aktörleri güçleri ve ortamdaki temsilleri kadar sorumlu bulman konusunda kolayca uzlaşabiliriz. Sana katılırım yani.

    Lakin bu afet toplanma alanı konusunda işkembe-i kübradan sallamayı aklamayı gerektirmez.

    Kentlerin içine eden uygulamaların bu kadar güçlü ve kolay uygulanmasının önüne geçmek için tüm doğruları savunmanın yararına inanıyorum. Tümünü.

  • ahmet-turan-koksal says:

    CHP İstanbul Milletvekili Faik Tunay, afet toplanma yeri olarak belirlenen yerlerin imara açılması konusunu TBMM gündemine 26 Mayıs 2014’te taşıdı. Dönemim içişleri bakanı Beşir Atalay’ın verdiği açıklamanın ne olduğu konusunda bir bilgi bulamadım.

    Bilen var mı?

  • devrim-cimen says:

    konu ile ilgili muharrem ince’nin sorularına erdoğan bayraktar yanıtları.
    http://rktr.co/Xgye4H

    faik tunay’ın sorusu zamanında yanıtlanmamış görünüyor.
    http://rktr.co/XgAgSm

  • ahmet-turan-koksal says:

    Bu belgede afet toplanma alanı hakkında bir bilgi göremedim.

  • sinan-erensu says:

    spekülatif inşaat ekonomisi’nin yol açtığı işçi cinayetlerinin önüne daha dengeli tweetler atan bir gazetecilikle geçebiliriz!

  • ahmet-turan-koksal says:

    Sanırım demek istediğimizi en kısa yoldan Sinan Bey anlatmış

  • ahmet-turan-koksal says:

    Neyse benim de ironi yaptığım da anlaşılmıyormuş.

    En azından dengeli tivitler hedef saptırmaz. Keza mücadele edilecek muhatabın ekmeğine yağ sürmeye yarar saldırgan tivitler.

    İroninin açıklaması olmayanı makbuldür ama anlaşılmıyor diye uyarı geldi. Mecbur kaldım.

  • omer-yilmaz says:

    spekülatif inşaat ekonomisi’nin yol açtığı işçi cinayetlerinin önüne alaycı tweetler atan bir gazetecilikle geçebiliriz!

  • arman-akdogan1 says:

    Arzu Eralp in belirttiği bu makaleyle ilgili olan cümleye katılmıyorum.
    Gazeteci söyleşi veren kişinin baskı öncesi teyidini alması kendi seçimidir, etik kriterlerle hiçbir ilgisi yoktur. Söyleşiyi veren ve gazeteci ile arasındaki ikili anlaşma onların arasındaki protokolü ilgilendirir. Gazeteci gerçekleri söylenenleri yansıtmakla yükümlüdür kimseyi memnun etmek zorunda değildir. Tanık olduğunu yayınlar. Eğer tüm söyleşiler bu format ile yayınlansa, insanların anlık reaksiyonlarını tanıma tepkileri vs gibi fırsatların izleyicilerden saklanması anlamına gelir. Düşünebiliyormusunuz basın demecinde gaf yapan bir başbakanın tüm istemediği yerleri kesip yayınlaması ve tüm halkın bu bültenler ile yaşaması. Asıl gazetecilikte önemli olan bu fark yaratan gerçekleri yakalayabilmek halka sunabilmektir.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Bana damdan düşen birini getirin demişler ya. Ben damdan düştüm. Bir demeç verdim. Bana gazeteci arkadaş unvanımı sordu yrd.doç.Dr. dedim. Ama o ayrıca dekan yazmış. yok denetlemesi geliyordu okula. Uludağ sözlük’te bile konu oldu.

    Eğer gazeteci arkadaş basmadan önce bir nüsha gönderseydi sorun olmazdı. Bu basit bir maddi hata. Gazeteci tabii ki yorumlar ama bunu öyle ustalıkla yapar ki muhatap bir şey diyemez. Bunu sansür olarak almamak lazım. Teyp deşifresi bile çok önemli. Diğer taraftan muhatap tekzip yayınlatır ki daha fena. Ben Arzu hanım a cani gönülden katılıyorum. İki taraf arasında bir etik anlaşma olmayabilir.

    Gazetecilerin dikkatli olması gerekir.

  • sinan-erensu says:

    Bence en temizi soruları da ve cevaplar gibi röportaj yapılanın hazırlaması. Aksi halde bu gibi sıkıntı ve uyumsuzlukların önünü almak mümkün değil. Gazeteci son ürünü alır, uygun puntoyu seçer, dilbilgisini gözden geçirir, başlık atar, (gazete basılıyorsa) hangi safyada görüleceğini kararlaştırır vs.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Sanırım demek istediğimizi en kısa yoldan Sinan Bey anlatmış

  • ahmet-turan-koksal says:

    Tamam, ironinin açıklmasını bir daha yapıyorum kızmak yok.

    1- Gazeteci ropörtaj yapar. Yorum katar. Maddi bir hata yapıp yapmadığının da teyidi için muhataba gönderir. Teyit almak zorunluluk değildir. Olursa örneğin muhatap YÖK denetlemesinden kurtulabilir.

    2- Gazeteci eğer iyi gazeteci ise yazdığının muhataba önceden gönderilmesinde bir sorun görmez. Kendine güveniyorsa gönderir. Muhatap “böyle yazma şöyle yaz” diye SANSÜR uygularsa da takmaz.

    3- Yine iyi gazeteci ise kendine ayrılmış kelime sayısı geçmeden “Ben muhataba maddi hata olup olmadığını kontrol için gönderdim bana “Off the record” uyarısı yapmadan önceden söylediklerine rağmen (elimde teyp var) muhatap “şununla değiştir” dedi. Her ikisini de size sunuyorum.” der.

    Veeeeeee Gazeteci 3-0 önde.

    4- Hah bu çok zor, yer yok, zaman yok. Bunu yapmak kolay değil. Tamam biliyorum ama alttakiler neden kolay?

    4.a- Ağaoğlu, Taşyapı vb. cirit atarken mimarlarının adlarını dahi bilmezken, mimarı biliniyor diye biraz da ortalıklarda “tasarım” diye dolaşıp herkesin göz önündeki işleri alıyor diye EA’yı, tasarladığı binada vahim bir kaza oldu diye topa koymak kolay mı?

    4.b- “Afet toplanma yeriydi” orası diyorsanız, bunun kararını göstermeden inanmak kolay mı? Eğer ilan edilmesine gerek yok zaten oradaki yoğunluk anlamsız gereksiz ve çirkin demek neden zor. Neden çarpıtılıyor. Benim hür görüşüm. Orası belge görmediğim için tanımlı afet toplanma yeri değil galiba. Ama böyle bir karara gerek yok ki. Bana sorarsanız bir kent Stadı yıkılınca orası TAMAMEN BOŞ KALMALI.

    4.c- Kanalistanbul, lastik tekerlekli geçiş ve bunun gibi daha vahim olaylarla boğuşma enerjisini (ki boğuşmuyorsunuz demiyorum. Şu Bostanlar meselesini takip etmek bile takdir edilmeli) “EA ölen işçilerin mezarlarını tasarlasın” demek neden bu kadar kolay.

    4.d- Ben yorumlarım öyle yaparım deyip, muhatap sağırlaşır ve hatta size bir daha demeç vermezse ne olacak. Olacağı da o. bir atımlık barut mu gazetecilik.

    Kısaca kimsenin Gazeteciliğine bir laf attığımız yoktur. Gazeteci değilim ama ben de müteahhit değilim. Bizim de yazdığımız şeyler var hiçbiri de “soft” şeyler değil. “Afedersiniz Toki” ya da “Taksim taksim edilemez” diye yazı yazdım ben.

    Yine yazarım da. EA’yı da ayrı tutun filan demiyorum. Ama diğer konularda muahatap yok diye, EA’yı bulunca saldırgan tutum beslemeyin. Yine üzerine gidin. İcabında kinayeli yazın. İcabında demediğinizi bırakmayın. Gidip konuşun ama kavga etmeyin. Laf cambazı da olabilir kendisi inanrım öyledir dediklerini iyi tartın savaşın. Hatta kızın.

    hatta Ömer Yılmaz dedi ki beraber konuşalım. Davetine icap edin. Zorlayın onu. Fakat siz küsmüş Gazeteci ironileri yaparsanız Mehmet Barlas’a mı başvuralım yani.

    Neyse…

  • bay-cambaz says:

    1. Toplumdan tepki görmesi olası projelerde, toplum tarafından bilinen, saygı duyulan, (belki) ismine güvenilen ve “bu adam kamunun zarar göreceği bir proje yapmaz” denilen isimlerle çalışılması projeye gösterilen tepkileri azaltır mı?

    2. İktidarın (örneğin) “yetmez ama evet”, “çözüm süreci”, “akil insanlar bilmem nesi” kampanyalarında toplumda seveni olan, saygı duyulan insanları toplayıp, resimler çektirmesi, onlara demeçler verdirmesi vs gibi olaylar ile firmaların toplumun güvenine sahip tanınmış mimarlara proje yaptırması arasında benzerlik var mıdır?

    Eğer bu iki soruya da evet diyorsak, o halde, proje mimarının ölen işçilerin mezarlarını tasarlaması da olayın “öz”ü itibarı ile son derece tutarlı bir hareket olacaktır.

  • omer-yilmaz says:

    Oldukça saçma bir çıkarım olmadı mı: Her ikisine evet diyorsak bile ancak mimarın bu binaları tasarlamaması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz sanırım. En azından benim kafam bu kadar çalışıyor.

    1 biraz karışmış, ona yorum yazamıyorum.

    2 de hiç benzerlik yok: Nasıl bir köşe yazarı Yeni Şafak ya da hatta Akit gibi bir gazetede yazdığında sadece kendisinden sorumluysa mimar da iş yaptı, geliştirici ile Başbakan’la fotoğraf çektirdi diye idam sehpasına oturtulamaz. Son derece arızalı ve bugün Türkiye’nin sorunlarının özünü oluşturan bir bakış açısı bence.

    Bireyleri kimle yan yana, ne giymiş, ne dili konuşuyor gibi meselelerle eleştiremeyiz. Eleştiri yapılan üzerinden geliştirilebilir ancak.

  • aydin-meltem says:

    Kisaca cevap:
    1. Evet
    2. Evet

  • bay-cambaz says:

    Her ikisine de evet diyorsak ve mimar da bu binaları tasarlamışsa, tutarlı olması açısından mezarı da tasarlamalıdır diyorum. Burada “oldukça saçma bir çıkarım” yoktur. Hoşunuza gitmeyen bir çıkarım olabilir.

    1 ve 2 sorulardı sadece. Burada mimara birşey söylenmiyor, sistemin işleyişine ilişkin düşünceler bunlar.

    Son olarak “eleştiri yapılan üzerinden geliştirilebilir ancak” ifadesi çok sıkı. Onu bold yapın bence.

  • omer-yilmaz says:

    Anlayacaksanız dilediğiniz kısmı bold yapabilirim.

  • bay-cambaz says:

    Esas konuya gelirsek, Elif İnce’nin attığı;

    “10 işçiye mezar olan torun center’ın mimarı emre arolat, işçilerin mezarlarını da tasarlasın”

    twiti, nasrettin hoca kalibresinde bir ironiyi barındırmaktadır. Oynanan çok boyutlu tiyatro o kadar büyümüştür ki, bunu böylesi bir absürtlük nişanesi ile taçlandırmamak ayıp olacaktır.

  • ahmet-turan-koksal says:

    Elif İnce bu ucuz ironi gazeteciliğine kendini yakıştırıyorsa ve siz de destekliyorsanız, biz de ona göre payemizi veririz demiştik. Esas konu itibariyle bu tiyatronun söz söyleyen, mücadele eden ve belki de doğruları ortaya koyan değil de, şov gazeticliği tarafında davranacaksa…

    Peki…

  • sehriban-celebi says:

    eski türk filmlerini hatırladım birden; kurnaz ve mafyatik inşaat dünyasının karşısında, evini ve mahallesini korumaya çalışan yoksul halkın yanında duran, bir de dünya futbol şampiyonalarını mesela, kaybedeceği baştan belli de olsa, hangi ülke daha yoksulsa onu tuttuğumuz…
    bu yazıyı ve yorumları da okuyunca, Emre Arolat’ın yanında saf tutasım geldi…
    vah vah! diyorum, sadece vah vah!

  • sehriban-celebi says:

    ironiyi bırakayım, konu ironiye bırakılmayacak kadar ciddi… ya biz iyi miyiz? emre arolatın savunulmaya, korunmaya, destek olunmaya ihtiyacı mı var? böyle olsa, bu bin türlü karmaşık güç, suç, tahakküm, vs… gibi bulaşanın elinin yanacağı ilişkilerinin içine esas bir aktör olarak girer miydi? Zorlu’nun İstanbul’a tepe tepe kullanılacak bir kent meydanı yarattığını, kendisi inanmıyor olsa, açık açık ilan eder miydi? O 10 kişi de ölse, 100 kişi de ölse inandığı işi inandığı biçimde yapmıyor olsaydı, Emre Arolat olamayacak kadar güçlüdür, bu yüzden bırakalım Arolat’ı.
    Mimar olarak, işçi cinayetlerinde mesleğimizi sorgulayalım ve bu konuda yapılabilecekler üzerinde kafa yormayı önümüze görev olarak koyalım.

Bir yanıt yazın