“Galeri Mekanı Neredeyse Bir Sahne Gibi; Sanatçıya, Galeriye ve Küratöre Esneklik Vermelisiniz”

26 Mayıs'ta açılan galeri Dirimart Dolapdere'nin iç mekanını tasarlayan Markus Dochantschi ile galeri tasarımlarında önemsediği noktaları ve Dirimart projesini konuştuk.

DB Mimarlık’ın mimari projesini yaptığı Dolapdere’deki ofis binası DLP NO:1‘nin zemin kotunu geçen haftadan beri Dirimart kullanmaya başladı. Dirimart Dolapdere’yi açılış gününde ziyaret edip galeri mekanını gezdik ve NewYork’ta yaşayan, galerinin iç mekan projesini yapan mimar Markus Dochantschi ile sohbet ettik. 

Burcu Bilgiç: Bize hem mimarlık pratiğinizden hem de projeden biraz bahseder misiniz?

Markus Dochantschi: New York’ta bir stüdyom var, ismi studioMDA. New York’taki stüdyomu 16 yıl önce açtım. Onun öncesinde Japonya’da çalıştım ve Londra’da da 7 sene Zaha Hadid’le çalıştım. New York’ta pek çok galeri yapıyoruz. Daha önce benim tasarladığım galerilerden birinde sergi yapan ve aynı zamanda arkadaşım olan Haluk Akakçe Dirimart’ın tasarımı için bir mimar aradıklarını ve ekiple tanışmam gerektiğini söyledi. Böylece Hazel Özil’le buluştuk ve yeri görmek için İstanbul’a geldim.

Fikir şeffaf olduğu kadar esnek bir mekan üretmekti, bunlar benim için iki önemli unsur. Esneklik galeriler için oldukça önemli çünkü galeri mekanı neredeyse bir sahne gibi; sanatçıya, galeriye ve küratöre esneklik vermelisiniz. Mesela galeri içindeki duvarların hepsi bu sergi için yerleştirildi, sergi bittiğinde kaldırılacaklar. Tavanlar herhangi bir ekleme yapılmadan tasarlandı. Beton, basit ve açıkta… Mekan ihtiyaç olduğunda tekrar bölmelendirilebiliyor.

Yaptığım galerilerde, New York’takilerde de, benim için önemli olan insanların içeriyi görmesine  ve içeridekilerin de dışarıyı görmelerine izin vermek. Çevreyle ilişki kurmak, mahalleyle ilişki kurmak ve sanatı daha erişilebilir kılmak önemli.

İstanbul’da bir galeri tasarlıyor olmanın nasıl bir farkı var?

Özellikle İstanbul gibi, dünyanın pek çok yerinden, Avrupa’dan, Asya’dan pek çok insanın geldiği bir şehirde uluslararası sanatçılarla çalışan bir galeri olması çok önemli. Hem yabancı sanatçılar hem de Türk sanatçılar için bir platform yaratmanın önemli olduğunu düşünüyorum. İstanbul’daki diğer galeri mekanlarına baktığınızda bu kadar yüksek tavanlı geniş hacimler göremiyorsunuz, bu sanatçılar için yeni bir fırsat ve aynı zamanda da yeni bir meydan okuma. Bu ölçekte düşünebilecekleri, daha önce üretmedikleri bir ölçekte üretebilecekleri sahne sağlamak önemli.

New York’taki stüdyonuzda çoğunlukla galeri tasarımı yapıyorsunuz internet sitenizden gördüğüm kadarıyla.

Biz sanat fuarları içinde stantlar üreterek başladık ve sonrasında pek çok galeri tasarımıyla devam ettik. Galerilerle çalışmak eğlenceli oluyor çünkü açık fikirliler. Sizi dinleyen bir müşteriniz olması oldukça iyi.

Burası farklı bir arsa, önünden geniş bir araç yolu geçiyor ve sokakta çok da fazla insan dolaşmıyor, herhangi bir kamusal alana bakmıyor yapı. Bu sizi nasıl etkiledi? Çünkü galerinin çevresiyle ilişkisinden de söz ediyorsunuz.

Pek çok galeri kapalı kapıların arkasında, içeri girebilmek için neredeyse randevu almanız gerekiyor. Burada fikir, pek çok açıklık olmasıydı, galerinin önünden geçerken eserleri görebiliyorsunuz. Benim için önemli olan görünürlük ve şehirdeki bağlam. 

İç mekanda nasıl bir dil ürettiniz, nasıl malzemeler kullandınız?

Malzemelerin işlenmemiş olmalarını tercih ettim. Girişte kullandığımız metal tavan aslında metal bir ağ, genellikle havalandırmalarda ve çitlerde kullanılıyor, fakat biz bu metali parlattık. Ham bir malzeme kullanıp onu daha zarif hale getirdiğinizde arada bir tezat oluşuyor. Mekânın da ham bir karakteri var, büyük sanat işlerini içeri alabilmek için büyük bir kapımız var.

Üzerinde konuşabileceğim bir diğer unsur ise ışık. Oldukça esnek LED’ler kullanıyoruz, hem düz hem de noktasal ışık sağlayabiliyorlar ve ışığın sıcaklığını değiştirebiliyorsunuz. Bu noktada tekrar sahne benzetmesini kullanabilirim. Her sanatçı eserin farklı sergilenmesini istiyor. Birisi hiç ışık istemezken diğeri çok fazla ışık istiyor. Sonuçta gelecek sergide mekânın nasıl değiştiğini göreceğiz.

Bu İstanbul’daki ilk tasarımınız mı?

Daha önce Taksim Meydanı’na çok küçük bir şey tasarlamıştım fakat bu ilk büyük projem. Ama daha önce İstanbul’a defalarca geldim. Hem turist olarak geldim hem de Columbia Üniversitesi’nde verdiğim planlama stüdyosu ve tasarım stüdyosu kapsamında öğrencilerimle geldim.

Etiketler

3 yorum

  • omer-yilmaz says:

    Ben de gülümsedim, eline sağlık okan.

  • azmi-acikdil says:

    70 yılı Rahmetli Selahattin Çakal hocamız Red Kid okuyun derdi, çizgilerinin yumuşaklığından dolayı Asteriks de öyle. Asteriks’in köyü gibi yeşilin içinde birlik ve beraberliğin yaşandığı huzurlu mutlu şehrim olsa kentsel yenileme yapmak isteyenlere deve gücü tazı hızı şerbeti içmesemde karşı koyardım.
    Oysa:
    Mutlu huzurlu bir şehirde demir yığınlarının saklandığı, kornaların sustuğu, gölgeli, çiçekli yollarında ki sakin rahatca yürürken yanımdan geçenlerin gülümseyerek selam verenlerin sıcaklığı, yakınlığı, asırlık ağaçların güneşi süzdüğü, havuzunda ki durgun suyun gençliğimin görüntülerini yansıttığı, kuşların ötüştüğü, torunlarımın koşuşurken ki oynayışlarının yankılandığı eski parkını şehrimi hatırladım.

    Ben de böyle bir film seyretmiştim Okancım ama yaşıma ver adını unuttum. Sinemadan çıkarken yıllardır sıcaklığını hissettiğin bir el vardı buruşuk avuclarımda, ahhh gençliğim dudaklarımda.

  • okan-bal says:

    Yorumlarınız için çok teşekkürler..

Bir yanıt yazın