“Emre Arolat selamlaştığım, ama yakından tanımadığım biriydi”

Emre Arolat, İhsan Bilgin, Kerem Piker ve Kenan Kocatürk ile Emre Arolat'ın kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Gökbayrak: Öncelikle Emre Arolat Yapılar/Projeler 1998-2005 adlı kitap projesinin nasıl ortaya çıktığıyla ve nasıl bu işi örgütlediğinizle başlayalım isterseniz. Hazırlık dönemi nasıl geçti? İhsan Bilgin projeye nerede dahil oldu, Hakkı Yırtıcı’nın pozisyonu neydi? Projenin ortaya çıkışını ve süreci aktarabilir misiniz?

Kenan Kocatürk: Literatür Yayınevi olarak uzun yıllar mimarlık kitapları sattık ve ithal ettik. Genelde yurtdışındaki fuarlarda kitap ithalatı ve kitap seçimleri yapıyorduk. Birçok önemli mimarın kitaplarının ve mimarlık dergilerinin Türkiye’ye getirilmesinde Literatür olarak önemli derecede payımız oluyordu. Ben mimar değilim, fakat “Niye Türkiye’den bu fuarlarda hiçbir yayın yok?” diye de bir yandan merak ediyordum. Literatür olarak bu sorunun peşine düştük bir anlamda. Uluslararası yayıncılardan fuarlar aracılığıyla birçok şey öğrendim. O fuarlarda 3. dünya ülkeleri olarak biz kitap siparişleri verirken, uluslararası yayınların aralarında telif haklarını görüştüklerini öğrendim. Bu ortamlarda, başka ülkelerde ve dillerde hazırlanmış mimarlık veya sanat kitaplarının sunuşu yapılıyor ve bir başka yayıncı ilgileniyorsa ortak yayıncılık anlaşması yapılıyordu. Kitap, ikinci yayınevi tarafından çevriliyor ve kendi ülkesinde yayınlanıyordu. Bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım, biz sadece kitap getirtip satarken -ki küçümsenmeycek rakamlarda kitaplar satıyorduk-, neden böyle bir işbirliğine girecek ve Türk mimarlığını ortaya koyabilecek Türkçe yayınlarımız yoktu?

Biz de bu ortak üretime katılsak dediğimizde, birçok uluslararası yayıncıyı son derece şevkli gördük çünkü onların Türkiye ile ilgili bir yayın hazırlamaları çok daha külfetliydi. Örneğin, Osmanlı mimarisi ile ilgili kitap çıktığında o kitabı yayınlayabilmeleri için harcadıkları finansman -bana söyledikleri rakam doğruysa- 40.000 Sterlin olmuştu. Sonuçta buraya bir fotoğrafçı geliyor, bir sanat tarihçisi geliyor, bir mimarlık tarihçisi geliyor, rölöveler çiziliyor, vs. tüm bu süreç oldukça külfetli. Bu kitabı hazır bir Türk yayıncısı sunacaksa, neden buna ortak olmasınlar? Öncelikle maliyet düşüyor. Ayrıca şunu da unutmamak gerekir ki İngiltere’deki pazarı biz bilemeyiz, Türkiye’deki pazarı da onlar bilemez. Dolayısıyla doğru üretilmiş olan bir yayını, kendi pazarlarına kendi değerleriyle ve kurumsal kimlikleriyle sunma şansı elde ediyorlar. Türkiye böyle bir işbirliğinde bugüne kadar yoktu.

O dönemlerde İhsan Bilgin’le tanıştık ve bir danışma kurulu oluşturduk. Bu danışma kurulu Nur Akın, Afife Batur, İhsan Bilgin ve Uğur Tanyeli’den oluşuyordu. 2 sene boyunca ayda bir toplanarak bunları konuştuk. Elimizde herhangi bir proje yoktu, bize başvuru yapılmış olan projeler de yoktu ama biz 2 yıl boyunca ne yapılabilir diye tartıştık. Orada tespit ettiğimiz noktalar aslında bugün bile hala geçerlidir. İstanbul’a abanan, İstanbul mimarlığını ve kültürel geçmişini, semt monografileri şeklinde anlatan yayınlar yapılabilir dedik. Mimarlık monografileri yapılabilir dedik. Erken Cumhuriyet döneminden başlayarak dönemler üzerinden bir seri yapılabilir dedik. Kısaca Türkiye’de yapılmış mimarlık çalışmalarının ya tematik başlıklar altında ya da monografik çalışmalar olarak birtakım yayınlar haline getirilmesini uzun zamandır düşünüyorduk.

Bu projeye de 2002’de başladık, Emre Arolat’a mimarlık monografisini yapmak için talepte bulunduk. Daha önce mimarlık monografisi yapılmadı mı? Elbette yapıldı ama bu anlamda değil. Sedad Hakkı Eldem’in monografisiyle başlayan birçok yayın yapıldı bugüne dek. Emre Bey’le bu yayın için görüşürken, daha önce İngilizce olarak Concept Media tarafından çıkan Sedad Eldem kitabını da hem Türkçe’ye çevirelim hem de İngilizce olarak tekrar basalım ve aynı anda çıksınlar istedik, ki bunu da başardık.

İlk çıkış noktamız böyleydi. Özellikle İhsan Bey’in verdiği destek bu tür projelerin hayat bulması açısından önemliydi. Aynı şekilde, Emre Bey projelere en sıcak yaklaşanlardan biriydi. Kolay olmadı, uzun bir süreçti fakat benim sihirli bulduğum nokta birlikte düşünebilme edimiydi ve bunu başardığımızı düşünüyorum. Bu nedenle de çok mutluyum. Başlamak zordu ama bugün en azından elimizde nasıl bir yol alınacağına dair bir örnek var ve bu projenin devamının da geleceğini düşünüyorum. Belki de 4 yıl sonra “Emre Arolat 2005-2008” kitabını hazırlayacağız, kimbilir. Ayrıca yurtdışındaki yayıncıların da bu kitapla ilgileneceğini düşünüyorum.

PG: Emre Bey, o halde bu kitap bir anlamda yurtdışına yayın yoluyla da açılmanız için bir vesile olacak herhalde.

Emre Arolat: Aslında pek de böyle bir gayeyle yola çıkılmadı. İtiraf etmeliyim ki bir kitapçının vitrininde bu kitabı görüyor olmak insana heyecan veriyor. Bu sanırım normal bir durum ama onun ötesinde bir şey olmadı benim için. Bizim için gerilere dönüp şimdiye dek yaptıklarımızı toparlayarak bakma anlamında bir faydası oldu. Kitapta İhsan Bilgin’in iki yazısı var; o iki yazının kendisi ve o yazıların yazılması için yapmış olduğumuz 10-15 konuşma, pek çok şeyi bir kez daha gözden geçirmemiz için bir vesile oldu. Başka hiçbir şekilde bu kadar derinden üzerine gidilemezdi. Benim önemsediğim kısım burası. Özellikle son dönemde yurtdışına açılmak için güçlü bir motivasyonumuz olmadığını söyleyebilirim. Bu olsa olsa bizim kurgulamadığımız bir netice olabilir.

PG: Kitabın kurgusu, İhsan Bey, siz ve Hakkı Bey arasından nasıl oluştu, nasıl gelişti? Kitaba bakacak olursak aslında 1998’i başlangıç olarak kabul edip, 1998’den ileriye doğru kronolojik sırada projeler yer alıyor ve hiçbiri bir diğerinin önüne geçmeden, benzer vurgularla kitapta yer buluyor. Okuyucuya belli bir iz takip etmesi için verilen ipucu da İhsan Bey’in iki değerlendirme metni. Bu kurguya nasıl karar verdiniz ve okuyuculardan da, İhsan Bey’in yaptığı okumayı takip ederek bu değişimin odak noktada olduğu paralel bir okuma mı bekliyorsunuz?

EA: Aslında bu strüktürün bizim kurduğumuz bir şey olup olmadığından çok da emin değilim. İhsan Bilgin’in yazıları kitabı kurdu diyebilirim hemen. Onun yazıları olmasaydı veya başka türlü olsaydı, kitap da başka türlü kurulabilirdi. Hakkı Yırtıcı son 6 ayda, toparlama anlamında projeye dahil oldu ve o zaman zaten İhsan Bilgin’in yazıları hazırdı. Ama son vücuda gelmede en büyük pay sahibi Kerem Piker’dir.

KK: Şunu da eklemek lazım: Monografi konsepti konuşulduğunda, esas alınan İhsan Bey’le Emre Bey’in yaptığı konuşmalardı. Sonuç olarak biz bu konuşmaları bir terapi gibi de algılıyoruz. Bu kitabın ve bundan sonraki kitaplarımızın da ana omurgasını oluşturan, bu ve bunun gibi konuşmalar üzerinden değerlendirme metinleri olacak. Ondan sonra seçilmiş olan projelerin altyazıları, proje tanıtımları ayrıca devreye girecek. Kitap İhsan Bey’in makalesinin etrafında inşa edildi. Kitabın sonunda da Hakkı Bey’in bürodan diğer arkadaşların da katıldığı bir söyleşisi var. Tabii Kerem Piker’in katkılarını unutamayız, en çok çalışanlardan biriydi.

İhsan Bilgin: Terapi sözü gerçekten iyi ifade ediyor bu süreci. Tabii her mecaz gibi fazlası var. Sonuçta terapi “tedavi” demek ve böyle bir konuşma aracılığıyla tedavi olunmuyor. Ama terapiyi “tedavi” vurgusuyla değil de, “farkındalık” vurgusuyla kullandığınız zaman açıklama gücü artıyor. Hakkında yazılan kişiyi “nesne”, yazanı da “özne” olarak görerek işe başlayan epistemolojik yaklaşımlardan uzak durma çabasını, “farkındalık” yaratma kapasitesini artırmak bakımından çok önemsiyorum ben. Tabii kolay bir iş değil bu. Özne-nesne kutuplaşması son iki yüzyılın filozofları tarafından her seferinde yeniden ele alınmış en önemli problematiği modern dünyanın. “Hermeneutik” bir sarmalın içine girerek anlayış ve yorum üretmek gerekiyor. Dünya literatüründe de sık rastlanmıyor bu çabalara. Örnek olarak Rafael Moneo’nun Aldo Rossi’nin bu tür bir kitabına yazdığı metni verebilirim. Zaten ilgilenmekte olduğum Rossi’yi o metni okuyarak daha iyi anlamıştım. Daha da ötesi, Rossi’nin kendisinin de kendi hakkındaki “farkındalık” durumunda bir sıçramaya aracılık etmiştir diye düşünmüştüm. Kenneth Frampton da bu tür okumalar yaptı “Tektonik” kitabında. Tafuri’nin de Mies’i mükemmel biçimde anladığını ve anlattığını düşünürüm.

Peki böyle bir okuma nasıl yapılabilir? Birbirini çelen 2 koşulu olduğunu düşünüyorum bunun: Birincisi, bu tür bir okuma herkes için yapılamaz, daha doğrusu aynı kişi herkes için birden yapamaz. Mesela Adorno’nun Müzikal Monografiler’inde Wagner’i, Mahler’i ve Berg’i konu etmesi bir tesadüf değildir. Kuşkusuz sadece onları yazabilirdi anlamına gelmez bu, ama ancak içine girebileceği dünyaları anlatabilir insan. Öncelikle anlatılan kişinin yazan kişi tarafından okunabilir bir hikayesinin olması bence çok önemli. “Hikaye” sözcüğünü geniş anlamıyla, Almanca’daki “Tarih” ile “Hikaye”yi birleştiren “Geschichte” içeriğiyle kullanıyorum. Her şeyden önce hakkında anlatılabilecek inandırıcı bir şey bulabilmeli. Burada bitmiyor: İkinci olarak bu hikayenin aynı zamanda da toplumsal ya da kamusal bir bağlamın paralelinde okunabilmesi gerekiyor. Çünkü hikaye, mimarlığı üzerine de olsa, sonuç olarak onun kendi dünyası. Problem, bu ikisini birden gözeten bir dünya kurmakta ve onu hikayeleştirmekte. Kişinin dünyasından içinde yer aldığı toplumsal bağlama açıldıktan sonra orada takılıp kalma, geri dönememe tehlikesini hep barındırır.

Başından beri altını çizdiğim “inandırıcılık” meselesi de işin üçüncü hassas noktasına işaret ediyor. “Gerçek” değil, “inandırıcı” demeyi seçiyorum. Bir “farklı gerçeklikler” dünyasında yaşadığımızı tekrarlamaya gerek yok. Hakikaten de her konu birbirinden çok farklı biçimlerde ele alınabilir ve hiç bir yorum bunların hepsini birden tüketemez. Dolayısıyla her koşulda üçüncü şahısların da ilgisini çekmeyi hak edecek bir metin olması gerekiyor yazılanın.

Gelelim özel olarak Emre Arolat kitabına: Emre Arolat selamlaştığım, ama yakından tanımadığım biriydi. İlk gençlik dönemlerinden beri yaptığı işleri uzaktan izliyordum. Ne yaptığını az çok biliyordum ve açıkçası daha yakından tanımak için motive etmiyordu bildiklerim. Kitaptaki yorumumu başlattığım İTKİB Binası, daha yakından bakmanın ilham verici olacağını sezdiren ilk işiydi. Tepe Mimarlık Kültürü Merkezi’nin 2000 yılında açtığı sergide Kozyatağı’ndaki ofis binası sergilenmişti. İTKİB’in ardından onu da görünce ilgilenilmeye değer bir durum var diye düşünmüştüm. Sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’nde koordinatörlüğünü yaptığım atölyeye grup yöneticisi olarak davet ettim. Orada da, daha en başından itibaren gösterdiği performansa, konsantrasyona ve ürettiği enerjiye tanık olduktan sonra artık iyice merak etmeye başlamıştım. Tabii ille de metin yazmak, kitap yapmak gerekmiyor. Ben sadece anlamak istiyordum. Ürettiği işleri görmek, izlemek üzere zaman zaman bürosuna gitmeye başlamıştım. Kenan Bey monografiler projesini açtığında, projeyi bu merakımı ve ilgimi disipline edecek, ürüne dönüştürecek bir fırsat olarak değerlendirdim.

Bu kapsamda bir monografik değerlendirme daha önce yapmamıştım. Tessenow, Mies, Le Corbusier, Rossi, Zumthor gibi mimarlar üzerine, işlerinin bütününü göz önünde bulundurarak yazılar yazmıştım. Ancak bunlar şahsen tanımayıp, binalarında bulunarak, literatüre başvurarak tanıdığım kişiliklerdi. Han Tümertekin ve Nevzat Sayın ile benzer bir süreç yaşayarak söyleşiler yapmış ve yayınlamıştık. Bu söyleşiler için yaptığımız hazırlıklar kitap kapsamında değildi kuşkusuz; ancak yine de benzer bir hermeneutik çabanın ürünleri olduğunu söyleyebilirim.

Bu metni yazmak için üç uzun söyleşi yaptık. Akşam üstleri başlayıp gece yarıları biten bu söyleşilerde, her projeyi önümüze koyup, o vesileyle aklımıza gelen her türlü dolaylı ve dolaysız konuyu konuştuk. Orada konuştuklarımızın çoğu yazıya girmedi tabii. Ama zaten amaç da o değildi. Önemli olan mimar Emre Arolat’ı anlatılabilir bir hikaye olarak kafamda kurmamdı.

Demin “kamusal bağlam”dan, mimarın içinde bulunduğu sosyal ortamdan bahsettim. Aslında bu bağlam da iki parçadan oluşuyor: Birincisi iş sahibi, program, imar koşulları, büronun ticari işleyişi gibi başlıklarla anlatılabilecek bir dünya. İkincisi ise bunların tamamen dışında, bu aktörlerin haberlerinin bile olmadığı mimarlığın kendi kamusal dünyası. Hikayesi olan her mimar, içinde soluk aldığı mimarlık dünyasıyla hesaplaşma içindedir. Her yapılan şeyin bir başkasından vazgeçme anlamına geldiğinin farkındadır. Bu tarafta daha çok oyalanmanın, şu tarafa daha çok yatırım yapmanın öteki taraftan uzaklaşmak, çizgi çekmek, pozisyon almak anlamına geldiğini biliyordur. Üstelik mimar bu kamusal alanda da çoğunlukla yalnızdır. Yalnızdır, ama bu kendi iç hikayesi de değildir, mimarlık dünyası ile ilgili bir hesaplaşmasıdır.

İşte bütün bu farklı katmanları gözönünde bulundurarak yorumlamaya çalıştım Emre Arolat’ın dünyasını. Metni belli işleri seçerek, onlar üzerinden kurdum. Metnin bir iç hikayesi oluştu. Projeleri karakterler gibi kullandım. Hangi iş hikayenin o parçasını daha güçlü anlatmaya imkan tanıyorsa onu tercih ettim.

Ancak kitabın yayınlanması çeşitli nedenlerle gecikti. Ardından Hakkı Yırtıcı’nın da devreye girmesiyle ve Kenan Bey’in de tekrar projeye yoğunlaşmaya karar vermesiyle konuyu önümüze aldığımızda aradan 2 yıl geçtiğini farkettik. Tabii 2 yılda Emre Arolat da boş durmamış, yeni işler üretmişti. 2 yıl önce yazdığım metin, başı-sonu belli, kapanmış bir metin olduğu için uzatılarak yeni işlerin de yoruma dahil edilmesi mümkün değildi. Tabii mesele yeni işlerin üretilmiş olması değil, 2 yoğun yıl daha yaşanmış olmasıydı. İşler, bu zaman aralığında yaşanmış hayatın üzerinden okunacağı fenomenlerdi tıpkı ilkinde de olduğu gibi. Tekrar kolları sıvadık. İki uzun, bir kaç da kısa görüşme yaptık. Ben ikinci bir metnin üretilebilir olduğuna ikna oldum. İlk anlattığım sürece benzer bir şekilde bazı tercihler yaparak bir yorum yazısı daha yazdım. Birinciyi kitabın başına, ikinciyi de sonuna koyduk.

Böyle bir sürecin empati olmadan yaşanabileceğinie inanmıyorum ve empatiyi devre dışı bırakmış anlatıları yavan buluyorum genellikle. Dışarıdan yapılmış izlenimi veren keyfi yakıştırmalara teslim olabiliyor empatiden yoksun yorumlar. Empatinin de tehlikesi var tabii ki: Ölçüyü tutturamayıp anlatılanla özdeşleşme tehlikesi var. O zaman da bir hikaye kuramazsınız, çünkü siz de anlatacağınızın ayrılmaz bir parçasına dönüşmüş olursunuz. Yani nesnellikten kaçınayım derken, bu kez de öznelliğe teslim olma tehlikesinin içinde bulursunuz kendinizi. Yani nesnel olunan yerde öznel, öznel olunan yerde de nesnel kalabilmek gibi hassas bir bıçak sırtı bekler yorumcuyu her zaman. Anlatacağı hikayeyle özdeşleşmemek, yorumlanan kişinin herhangi bir tanıdığı durumuna düşmeyip, içine çekildiği hikaye karşısında özerk kalabilmek, kısacası “yorumcu” olabilmek için başlıca silahı “başka hikayeler”dir eleştirmenin. Başkalarının hikayesi, yani geniş anlamıyla tarih bilgisi ve onları yorumlama araç-gereci, yani yine geniş anlamıyla kuram bilgisi ve bütün bu bilme biçimlerinin hemhal edilip sindirilmesi anlamına gelen “görgü” sayesinde hikayesi yazılan kişi “görelileşme”ye; bir zorunluluk olmaktan çıkıp “olasılık” haline gelmeye doğru çekilebilir. Bu, sonu başından belli teleolojik/metafizik tuzaklara düşme tehlikesine karşı da koruyucu bir aşı olur aynı zamanda. İlginçtir, Emre Arolat Yıldız’da işlerini anlattığı bir seminerin başlığını -tam da benim burada kavradığım biçimiyle- “Nazaran” koymuş. Ben de sonradan öğrendim.

Özetle, yeterince yaklaşamama tehlikesiyle yeterince mesafe koyamama tehlikesi arasında gidip gelen ve hiç de garantisi olmayan bir bıçak sırtı olarak görüyorum yorumlama ve eleştiri pratiğini. Diriliğinizi kaybettiğiniz, yorulduğunuz anda birine ya da ötekine savrulmuş bulursunuz kendinizi…

PG: Emre Bey’e, kendi hikayesine dair İhsan Bey’in yaptığı okumalarla paralel bir okuma yapıp yapmadığını sormak istiyorum. Örneğin, İhsan Bey İTKİB’i bir kırılma noktası ve bir dönüşümün başlangıcı olarak görüyor. Sizin için de böyle bir proje miydi ya da şimdi geriye baktığınızda gerçekten İTKİB’de geçmişle alıp veremediğiniz birtakım hesaplaşmaların olduğunu görüyor musunuz?

EA: İTKİB tam da böyle bir projeydi gerçekten. Bu soruya şöyle cevap vermek ilginç olabilir diye düşünüyorum: İhsan Bilgin’ın yazdıklarını, özellikle ilk yazıyı yaklaşık 7 kere okudum. Kendi yaptığınız işle ilgili bir yazıyı okurken, tarafsız olamıyorsunuz. Tepkileriniz, kişisel alınganlıklarınız, sizin algı yollarınızda bazı önermelerin anlamlarını kaydırabiliyor. Sanırım, İhsan’ın ne kastettiğini anlamak dışardan birisine göre bana daha uzun sürelere mal oldu. Alışkın olmadığım bir durumdu, hiçkimse yaptığım bir iş hakkında şimdiye kadar böylesine derinleşmiş bir okuma yapmamıştı. Bunu size ne müşteriniz yapar, ne de Türkiye’de genel mimarlık eleştirisi böyle bir okuma üretir. O yüzden bana hem ilgi çekici hem zor hem de çok ağır gelmişti açıkçası. En başında, bu yazıları okuyunca çok şaşıracağımı düşünüyordum ama doğrusunu söylemek gerekirse iki-üç kere okuduktan sonra hiçbirine şaşırmadığımı gördüm. Şaşırdığım tek nokta hikayemin bir başkası tarafından da bu kadar okunabilir olmasıydı. Sanırım bu nedenle de bu yazı çok değerli benim için. Bu yazıları okuyunca, kendimi daha iyi anlamaktan ziyade, çok zevk duymuştum. Yazıları hala dudağımda engelleyemediğim bir gülümsemeyle, bazen de kızarak okuyorum. Bazen İhsan Bilgin’e, bazen kendime kızıyorum. Sonuçta okuması zevkli yazılar oldu benim için ve o da önemliydi.

İB: Ben de o söyleşileri yaparken çok zevk almıştım; çünkü bir tür keşif duygusunu tetiklemişlerdi bendeki. Bir akademisyen olarak aklımda birtakım kodlar vardı ve söyleşilerde kimi zaman bu kodları unutturan, kimi zaman yeniden düşündüren ya da pekiştiren durumlar oldu. Bir macera gibiydi.

EA: Ukalaca gelebilir kulağa ama içinde bulunduğumuz küçük mimarlık dünyasında biz genelde aşırı bir biçimde övgüler alıyoruz. Her seferinde birileri, yaptığınız yapıyla ya da projeyle, yani bir anlamda nesnenin kendisiyle pek de ilişki kurmadan, özne olarak sizi merkeze koyuyor. Aslında böyle övülmek insana zevk de vermiyor. Bu yazılara gelirsek, bunlar övücü yazılar değil. Dolayımlı olarak övgü içerdiği savlanabilir tabii ama birisini övmek üzere değil, gerçekten ne yaptığını anlamak üzere yazılmış yazılar; ki zevk veren yönü de bu bence. Birkaç yüzeysel nokta hariç -bu da benim yazıya eleştirim- daima derinleşen tartışmalar var. Yüzeysel kalan noktalar da belki vakit darlığından, belki tam anlaşılmamış olmaktan, belki iyi aktaramamış olmaktan, belki de İhsan Bilgin’in kendi önyargıları yüzünden olabilir. Kurduğu hikayeyle çelişeceğini düşündüğü noktaları tam olarak öyle okumak istememiş olabilir. Zaten bunlar bütün içerisinde eski tabirle kabil-i ihmal denilebilecek kadar az.

PG: İhsan Bey’in okumalarının, hikayenizin dışarıdan okunabilir olduğunu görmenizi sağladığını anlattınız. Bu metinler, sizin kendi işlerinizi başka türlü okumanıza da yardımcı oldu mu?

EA: Yazı değil ama konuşmaların sezdirici bir yanının olduğunu söyleyebilirim. Yazı bir sonuçtu ve daha önce de söylediğim gibi okuyunca pek şaşırmadım. İhsan Bilgin zaten genel olarak sürekli konuştuğum birisi ve ben onun konuşmalarından etkilenmişimdir. Söyledikleri ve duruşlarıyla önemsediğim birkaç kişi vardır. İhsan Bilgin de onların en önemlilerinden biridir. Sadece bu kitapla ilgili değil, diğer konuşmaları da etkili olmuştur. Bu etkilenme benim olumlu bulduğum bir durum.

İB: Mimarlık üzerine konuşmak bizim hayatımızın bir parçası; örneğin ikimizin de dahil olduğu bir grupla bir eğitim projesi oluşturduk Bilgi Üniversitesi’nde. Bu projeyi besleyen başlıca motivasyonlardan biri de, mimarlık üzerine düşünme ve konuşma pratiğimizi disipline edebilmekti.

PG: İhsan Bey, Emre Arolat’ın mimarlığı üzerine ikişer yıl arayla üç okuma yapıyorsunuz. İlki 2001 yılında Arredamento Mimarlık’ta Emre Arolat Profil’inde. İkinci ve üçüncüsü de 2003 ve 2005 yıllarında olmak üzere bu monografinin içinde. Bu okumalardan özellikle son ikisi önemli kopuş anlarına işaret ediyor. Bu kopuşlara rağmen, Emre Bey’in mimarlık pratiğinde süregelenler nelerdir?

İB: Hakkında konuştuğumuz yazılar zaten benzeri sorulara yanıt vermek için yazıldı.

PG: Emre Bey’in mimarlığındaki değişimin ne kadar içsel nedenlerden, ne kadar da ortamdaki dönüşümlere bağlı olduğundan ilk makalenizde zaten biraz bahsediyorsunuz: Bir yandan Emre Bey’in Şaziment-Neşet Arolat Mimarlık’tan yavaş yavaş kopmaya ve kendi mimari kimliğini tanımlamaya başlaması, bir yandan da döneme hakim olan postmodern mimari anlayıştan genel olarak çıkılıyor oluşu… Bu iki sürecin çok denk düşüp örtüştüğünü düşünüyorum.

İB: Bir kuşak diğerinden ayrışırken dünyadaki belli bir mimarlık ortamından da kopmuş oluyor. Bu malum. Mesele bu kopuşun nasıl yaşandığında. Genellikle bir önceki döneme mesafe koymakla, onun eleştirisiyle yetinilerek kopuluyor önceki dönemden. Oysa asıl ilginç ve kayda değer kişilikler yaşamakta oldukları ve parçası oldukları dünyaya karşı da mesafeli olabiliyor, onun karşısında da eleştirel kalabiliyorlar. İşte bir insanın veya eğilimin teknik tabiriyle “affirmative” (onaylayıcı), “konformist” (düzen yanlısı) olmaktan uzaklaştığı kritik eşik tam da bu noktada başlıyor. Sadece eski dönemin tortularıyla uğraşarak eleştirel pozisyon alamaz, dünyayı verildiği şekliyle kabul etmiş olursunuz. Bir kuşağın üyesi olmak dolayısıyla kaçınılmaz olarak yaşadığınız değişimi, verildiği şekliyle kabul etmeden, ona karşı mesafe alarak yaşayabilenler, hakkında konuştuğumuz eleştirel pozisyonun içinde durabiliyorlar. Tabii “affirmation”un, onaylama mekanizmalarına teslim olmanın kendisinin de bir hikayesi olabilir. Ama sözünü ettiğim anlamdaki “eleştirel” hikayeler daha meraklı oluyorlar; en azından benim için.

Mimarlık sanattan bu anlamda kopuyor. Mimarlık (istisnaları olmakla birlikte) ticari motivasyonlarla verilen siparişler üzerine yapılan bir üretim. Oysa sanatçı, kültür endüstrisinin siparişi üzerine yapılan üretimleri paranteze alırsak eğer, üretim sürecini kendi iradesiyle başlatıyor hala. Günümüzün küratörlük mekanizmaları gelecektir hemen akla. Ama bu tür siparişlerin de ticari motivasyonun dışında olduğunu düşünmek lazım. Sanatsal üretimin ne kadar çok parametresini hesaba katarsak katalım, mimarlığın hep bir farkı kalacaktır geride. Dolayısıyla dünyanın ekonomik ve toplumsal şartlarına bu kadar doğrudan bağımlı bir alanda kritik kalabilmek her zaman zordur zaten. Sanat dünyayı kritik ediyor, yorumunu yapıyor. Empresyonistler, ekspresyonistler, soyutlamacılar, yerleştirmeciler, hepsinin konusu sonuçta bu dünya. Bu dünyayı konu ederlerken belli araç-gereçlerle, tekniklerle, ideolojilerle davranıyorlar, onları kullanıyorlar. Mimarlar da öyle. Ancak doğrudan doğruya kullanılacak, daha da ötesi alıp-satılacak bir meta üretiyorlar aynı zamanda. Kısacası onu üretirken eleştirel bir duruşu da üretebilmenin sanattan farklı koşulları olmuş her zaman. Tarihte ve günümüzde ilgimizi çeken kimi mimarlar bu özgün duruşlarıyla giriyorlar gündemimize.

EA: Tabii hakikaten zor. Bir yönüyle baktığınız zaman, “başarılı” mimar olmak durumundaysanız afirmatif olmanız da gerekiyor. Hatta yaptığınız işi satmanız için zaman zaman bir anlamda işbirlikçi olmanız gerektiği dahi iddia edilebilir. Geçen gün bir konuşmada geçti ki bana da doğru geliyor; gerçek sanatçı zaten özünde kapitalizmin manipüle ettiği hayata karşıdır denilebilir. Mimar da bu mekanizmalara karşı eleştirel pozisyonunu koruyabilir ama yaptığı üretim bir yönüyle de bu mekanizmaların tetiklediği hayata hizmet eden bir üründür. Burada pozisyon almak da zor, zaten Sürekli üretim yapan mimarlar olarak bir kısmımızın aklını kurcalayan nokta da bu olsa gerek. Bu çok zor bir denge, benim de kişisel olarak dünyayı anlamakla ve anlayabildiğim kadarıyla mesleğimi yapabilmekle ilgili en çok zorlandığım yer burası.

PG: Bu kişisel değişim sırasında, bir yandan da “mimar Emre Arolat”tan “Emre Arolat Mimarlık”a dönüşmeyi tercih ettiniz. Bu noktada kişisel hikayenizdeki dönüşüm ofisinize nasıl yansıdı?

EA: Galiba ofisiniz size cesaret veriyorsa, siz de ofisin üzerine gidebiliyorsunuz. Biz Arolat Mimarlık’tan bir grup olarak koptuk; yanlış hatırlamıyorsam 15 kişilik bir gruptuk. Bu konudan söz ederken, annemin ve babamın her konuda farklı bir biçimde düşündüklerini iddia etmek haksızlık olur. Ya onlara, ya da bana. Tansiyonun ana nedenleri büro kurgusu ile ilgiliydi. Mimarlık mesleğine ve dünyaya bakış açılarımız anlamında neredeyse hiçbir sorunumuz yoktu. Ama büro nasıl bir büro olacak, çalışanlarla ilişkimiz nasıl olacak, kime nasıl görevler verilecek, nasıl yönetilecek gibi konularda fikir ayrılığına düştük ve sonuçta herkesin işini kendi bildiği gibi yapması kararını aldık. Bizi kopartan nokta mimarlığa ve dünyaya bakışımızdaki farklar olmadı.

Bu karardan sonra, herşeyin bir anda yoluna girmesi beklenemezdi aslında. Yeni ortağım Gonca Çırakoğlu ile kafa kafaya verdik ve bizim de zorluklarımızın bir kısmı da sürüyor zaten. Bu bir kere karar verilince hemen olacak bir şey değil. O kararı sürdürmek, her damlayı yediğinizde ben hala ıslanmadım demek önemli hale geliyor. O noktada da tabii ofisin motivasyonu öne çıkıyor. Ben genel olarak şu anda hala yolun biraz başlarında olduğumuzu düşünüyorum. Bahsettiğim yol kurumsallaşma yolu değil. Benzer motivasyonlar içinde olmayı, birlikte çalışırken, birlikte üretirken keyif almayı ve o aldığınız keyfi paylaşılabilir kılmayı gerektiren bir yol daha fazla. Bir anlamı olan, hakikaten akşam ofisten çıktığınızda içinizi zaman zaman rahat ettiren bazen de tereddüte sevkeden, ertesi gün gelip tekrar konuşabileceğiniz bir ortamın oluşması önemli. Böyle bir dünya kurmaya çalışıyoruz. Sanıyorum ofis de buna gönüllü, birkaç yıl içinde de kuşkusuz daha iyi oturmuş olacak.

PG: Günümüzde, uluslararası ortamda arkalarında dev ofisler olmasına rağmen tek başına “star” olarak sivrilen isimler var. Tam da böyle bir dönemde ve zaten Emre Arolat olarak mimarlık ortamında kendinizi ispat etmişken, bu pozisyonunuzdan kendinizi bir anlamda geri çekip, bir ekip olarak Emre Arolat Mimarlık olarak var olmayı tercih ediyorsunuz. Bu kararın arkasındaki motivasyonlar nelerdi?

EA: Biz bununla çok uğraştık, hatta başta EAM Emre Arolat Mimarlık’tık, sonra birdenbire EAA Emre Arolat Architects olduk. Bu sadece ukalalık olsun diye yapılmadı, altında biraz ukalalık da vardır belki. Aslında sayılar her şeye rağmen önemli. Örneğin Türkiye’de şu andaki iş kapasiteleriyle ve mimarlık hizmetine ödenen ücretlerle, hem biraz önce bahsettiğimiz anlamda bir grup olmak, hem de 45 kişinin çalıştığı bir ofisi yürütmenin benim harcım olmadığını anladım. Bunu ancak belirli bir sayıda insanla yapabileceğimi gördüm, onun da 20 mimarın çok üzerinde olmadığını söyleyebilirim. Geçenlerde eskiden Amerika’da çalıştığım ofisin acaba web sitesi var mı diye internette bakarken, oradan Fransızların yaptığı bir araştırmaya ulaştım. Araştırma 146 sayfaydı ve sonuna kadar okudum çünkü Amerika’da mimarlık yapan 25 ofisin, kaç kişiyle çalışıldığından, iç düzenlerinin nasıl olduğuna ve cirolarına kadar pek çok bilgi vardı. Ne benim, ne de Gonca’nın böyle bir eğitimimiz yok, ne işletme okuduk, ne de doğru düzgün paradan anlarız ama yine de bir şeyleri becermek zorundayız. Mesela o araştırmada Amerika’ya kıyasla Türkiye’deki mimari bürolarda mimar yoğunluğunun fazla olduğunu gördüm. Amerika’da 25-26 kişinin çalıştığı bir ofiste 12 tane mimar var, gerisi ya avukatı, ya işletmecisi, ya pazarlamacısı… Bu ortamı aslında Amerika’da çalıştığım ofiste hakikaten yaşadım ama hiç böyle bakmamıştım. Araştırmada da, benim çalıştığım Metcalf’la yapılmış bir konuşma vardı. Ben çalıştığım zaman Metcalf & Associates 51 kişinin çalıştığı bir büroydu. Bugün Metcalf galiba 80’li yaşlarına yaklaştı ve çok şaşırarak görüyorum ki hala Amerika’daki büroların içinde konu ediliyor. Şu anda kadrosu sadece 5 kişi. Metcalf’ın bu değişim için söyledikleri çok ilginçti: “Ben her şeyi avucumda tutmak istiyorum, o yüzden 50 kişiyle çalışmak da istemiyorum, zaten böyle büyük bir ofisten çok sıkıldım,” diyordu. Kısaca kurumsallaşınca ofis de büyür gibi bir otomatik durumdan söz edilemez. Az sayıda insanla çalışmanın çok kolaylıkları olabiliyor. Kalabalık olmanın iş alabilme açısından avantajlı olduğu savlanabilirse de bu mekanizmalar da yavaş yavaş kişi sayısından bağımsız bir hale gelmeye başladı. EAA da, ekip olarak gereksiz ölçüde büyümeden, nitelikli, yoğun, benzer motivasyonları olan, anlaşma platformunu oluşturabilecek insanlardan oluşan bir grup olacak diye düşünüyorum.

Bu kararın ardında, yaşadığım yerde kişi olarak zaten yeteri kadar tanınıyor olmanın güveni de var galiba. 42 yaşındayım ve bir süredir böyle hissediyorum. Az önce bahsettiğim gibi, sizinle ilişki kuran insanların yaptığınız iş üzerinden değil de, kişiliğiniz üzerinden veya mimarlık piyasasındaki yeriniz üzerinden ilişki kurması zaman zaman sıkıntılıdır ama bir taraftan da faydalıdır. Açıkçası şimdi ismimin tanınır olmasına gereksinimim olduğunu düşünmüyorum. Ben paylaşmayı seven bir insanım, yalnızlıktan nefret ediyorum. Hatta bundan çok korktuğumu bile söyleyebilirim. Tek başına olmak bana çok zevksiz geliyor. Geceleri de çalışıyorum bazen. Gece 3’e kadar çalıştığım da, sabahladığım da oluyor zaman zaman. Bunu yalnız başına yapmak kadar moral bozucu bir durum olamaz. Bunu çok yaşadım ve nefret ettim. Şimdi böyle değil, ofis de benim kadar dertleniyor. Hatta zaman zaman benden daha da çok dertleniliyor. Artık ofiste işi olanın sabahlamak için bana gereksinimi yok. İsteyen istediği kadar çalışıyor. Hayatınızda bazen sizin de sırtınızı dayandığınız birileri varsa bu çok zevkli. İsmimin az önce tarif ettiğin “star”lık mekanizması içinde biliniyor olması tabii ki bir güven. Bunun altında büronun o mekanizmanın içinde durması gibi bir motivasyon da mutlaka vardır. Ama biz, bir büro olarak o mekanizmada var olmayı istiyoruz, ben de bunu daha doğru buluyorum. Mesela, en son İSO için yapılan iş tarifinde üst yönetim diye bir tarif vardı ve ben bu tarifin içinde bulunmak istemediğimi hissettim. Bazı kararlar benim dışımda da verilebilmeli. Gonca ve bundan sonraki ortaklar söz sahibi olmalı.

Ömer Kanıpak (ÖK): Az önce 42 yaşındayım dediniz. Artık 40 yaş mimarlık açısından gençlik sınırı olarak kabul ediliyor. Dünyada pek çok 40 yaş altı ödül, yayın, vs. var. Saçma veya değil, bu ayrı bir konu ama 42 yaşında monografisi çıkmış bir mimar olarak, bu bir ikincisini belki de üçüncüsünü de bekleyeceğiz anlamına geliyor. Bir önceki söylediğinize bağlayarak sonraki monografiler Emre Arolat olarak mı yoksa Emre Arolat Architects adı altında mı çıkacak?

EA: Aslında biz zaten hemen bu kitabın üzerine bir EAA kitabı yapmak istiyoruz.

Kerem Piker (KP): Emre Arolat kitabı bir monografiydi ve kurgusu bizim dışımızda gelişti; EAA kitabının ise henüz ne olacağını bilmiyoruz; sezebiliyoruz diyebilirim, ama bir monografi mi değil mi onu zaman gösterecek.

PG: İhsan Bey kitapta hikayenizi projeleriniz üzerinden okuyor. Fakat siz bir yandan da uzun bir zamandır proje yöneticisi olarak mimarlık eğitimine de aktif olarak dahilsiniz. Şimdi de Bilgi Üniversitesi’nde de yeni bir program içerisinde yer alıyorsunuz. Sizin hem kişisel hem ofis olarak yaşadığınız bu değişim, bu mimarlık programındaki pozisyonunuza nasıl yansıyacak? Kendinizi orada nasıl konumlandıracaksınız? Bir de 1998’den bugüne geçirdiğiniz o dönüşümü mimarlık eğitiminde aktif olarak rol almanızla da örtüştürüyor musunuz? Mimarlık eğitiminin bu kadar içinde olmak, beslenmek ve bu anlamda bazı kanalların da açılması demek olabilir mi?

EA: Ben bu beslenmenin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hepimizin büroları birer ticarethane. Az önce bahsettiğimiz o döngünün içinde bulunduğunuz, kendiniz söyleyip kendiniz dinlediğiniz zaman, biraz da bu sorgulama mekanizmalarının dışında kalmaya mahkum oluyorsunuz. Büroları olup, o büroların içinden çıkmayıp çok yetenekli olmasına rağmen orada kavrulan insanlar tanıyorum. O nedenle bu tür interaktif ortamları, alışverişleri doğru buluyorum çünkü ben de karşılığında çok şey öğreniyorum. Bu nedenle mimarlık eğitiminin içinde olmak bu anlamda çok önemliydi.

Bilgi Üniversitesi’ndeki yüksek lisans programında nasıl konumlanacağım için ise bir temennim var. Eğer ben her türlü durumu halleden, kotaran ve tek başına üreten merkezi konumdan sıyrılacaksam ve biz anlaşmış bir büroya dönüşeceksek, o insanların da buna katkı koyması önemli. Bahsettiğim çok geniş bir kadro değil. 20 kişilik bir büro kadrosu olabilir ama bunu sürükleyen 3-4 kişidir. Zaten daha fazlası olamıyor. Fakat zaman zaman sizin kişisel durumunuz ve kişisel aura’nız her şeyden daha önemli hale gelebilir, bir okul da aslında sizden bunu talep ediyor olabilir. Sizin “büro olmuş haliniz” okulu kişisel durumunuz kadar ilgilendirmeyebilir. Zorla ben artık Emre Arolat değilim Emre Arolat Architects’im diyemezsiniz. Ama o yeni durumu da cazip hale getirebilir, talep edilir kılabilirsiniz. Bugün için ben Bilgi Üniversitesi’nin yüksek lisans programında bütün artılarımla, eksilerimle, defolarımla, iyiliklerimle, kötülüklerimle Emre Arolat olarak bulunacağım. Kerem Piker bu yapmaya çalıştığıma “özgürleşme” diyor, eğer söylediği tamamen doğruysa yaptığımız aynı zamanda benim kendi özgürleşme çabam. Ama şu an cevap vermek için çok erken, bir yandan özgürleşirken bir yandan başka durumlarla da karşılaşılıyor.

KP: Özgürleşmeden kastettiğim kolaylıkla anlaşılabileceği gibi iki taraflı; bir yanı Emre Arolat Architects’in kendi entelektüel ve pratik uğraşının kolektif bir üretimin sonucu haline gelmesi – ki ofisin kurgusundaki temel motivasyon bu; diğer yanı ise Emre Arolat’ın bu ofisin merkezinde görülen ve kimi zaman da fazlaca bağlayıcı olan rolünün dışında hareket edebilmesini sağlamak; bunun bir anda ve hemen olamayacağının hepimiz farkındayız, ama zamanla gerçekleşmemesi için de hiçbir sebep yok.

PG: Kitabınıza geri dönecek olursak, kitapta İhsan Bilgin’in “eli bina yapmaya gitmemiş” olarak tarif ettiği ve önsözde de Suha Özkan’ın Mies van der Rohe Ödülleri’ne seçilmesiyle sizi uluslararası ortama taşıdığını ifade ettiği Minicity projeniz de var. Önce bu projenizden bahsedebilir ve daha sonra bu konudaki tartışmalar üzerine konuşabilir miyiz?

EA: İhsan Bilgin, iyi bir tespit olduğunu düşündüğüm “eli bina yapmaya gitmedi” tabiriyle, konvansiyonel bir bina yapmak istemeyişimden bahsediyor. Aslında bu tabir, birkaç kere de yanlış anlaşıldı. Bazen söylediğiniz bazı şeyler tam olarak doğru yere gitmiyor galiba.

İB: Jüridekileri ne etkiledi bilemiyorum. Ama projenin bize, “Burası öyle bir boşluk ki, kendi fiziki varlığını sorunsallaştırmayan, köklü hesaplaşmalara girmeyen her türlü tutum boşa çıkacaktır, sakil duracaktır!” mesajını verdiğini düşünüyorum. Jüri de bu mesajı almış ve bundan etkilenmiş olmalı. Bu bakımdan çok farklı, hatta zıt bağlamlar içinde bulunmalarına, üstelik projeler de birbirlerine hiç benzememelerine, hatta stilistik okumayla tamamen zıt kutuplarda yer alacak olmalarına rağmen, Han Tümertekin’in Çatalhöyük’te yaptığı projeye benzetiyorum ben buradaki tutumu: ikisi de topografya inşa ediyorlar aslında. Bina yapmaya elinin gitmemesini bu anlamda kullandım. Bir tünelle içeri girildiği anda bitiyor topoğrafya inşasının dışavurumu. Tipik bir inşai ürüne dönüşüyor.

PG: Suha Özkan’ın önsözde kullandığı “yarışarak girmek yerine seçilerek girmek” ifadesi özellikle Arkitera Forum’da tartışmalar yaratmıştı. Bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

EA: Uluslararası ortama seçilerek ya da yarışarak girmek arasındaki farkı açıkçası tam olarak anlamıyorum. Yarışarak girmek derken ben yarışmaları anlıyorum, eğer doğru anlıyorsam, yarışmada da sizi bir jüri seçiyor. Hatta hep söylenir, bir yarışmanın jürisi değişirse, ödül alanlar da değişecektir. Sanırım tartışmalarda Suha Özkan’ın kendisini seçici rolüyle tanımlamış olmasına tepki var ki aslında Suha Özkan genellikle seçiciler kurulunda yer alan bir isimdir ve bu zaten bilinir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu sözün bu şekilde algılanması bana çok anlamsız geliyor.

Üstelik, Arkitera Forum’da Suha Özkan’ın yazısı üzerinden gelişen mavrada, izoleli pense rumuzlu kişinin koyduğu görseller aslında kitabın iyi değerlendirilmediği izlenimini veriyor çünkü İhsan Bilgin’in yazısında zaten o binalar var, görselleri de mevcut. Yok sayılan projeler değiller. Genç kuşağın bu anlamda çok kolaycı motivasyonlarının olduğunu düşünüyorum. Kitabı okumamış bir kişinin Arkitera Forum’da kendinden çok emin yorumlar yapmasını buna bağlıyorum. Suha Özkan’ı sevmeyebilirsiniz ama onu bu derece mahkum ederek yorum yapılmasını bu kuşağın tipik bir hastalığı olarak görüyorum. Ne yazık ki bu görüşüm değişmek yerine gittikçe de pekişiyor. Tabii kuşak hastalığı derken herkesten bahsetmiyorum, örneğin aynı kuşaktan olan Kerem Piker ekibimize en yeni dahil olan isimlerden ama onunla kitabın hazırlık aşamasında geriye dönük olarak proje okumaları yaptık ve ne kadar sakındığını, ne kadar ince eleyip sık dokuduğunu gördüm. Ama genel olarak yeni kuşakta kolay okuma, kolay mahkum etme, kolay yargılama ve kolay yüceltme gibi bir yaklaşım var.

İB: Kitabın başına koyduğumuz ilk yazının ana ekseni zaten bu dönüşüm. 1998 öncesi dönemle nasıl hesaplaştığını sıkıcı olmayı bile göze alarak, uzun uzun analiz ettiğimi ve anlattığımı düşünüyorum. Dolayısıyla gizlemek bir yana, kitapta bu konunun altı fazlasıyla çiziliyor ve tartışılıyor.

EA: Tabii kitabın okunduktan sonra daha spesifik eleştirilerin gelmesini ben çok daha fazla tercih ederdim. Gerçekten bu yapılanlardan utanılıyor, çekiniliyor olabilirdi. O zaman bile bu soruyu sormak çok doğru olmazdı ama neticede bu her şeyin ortaya döküldüğü bir kitap.

ÖK: Kolay okuyup, kolay yargılama Türkiye’de mimarlık medyasının ya da ortamının genel bir sorunu olabilir mi?

İB: Spesifik olarak bu sorunun ne Türkiye’ye, ne de mimarlığa özgü olduğunu düşünüyorum.

ÖK: Türkiye’nin hastalığı nesnelerle ilgilenmemek.

EA: Tabii, çünkü nesneyle ilgilenmek mesai ve akıl yürütme istiyor ki bu kolay bir şey değil.

İB: Ben bu tartışmayı okumadım. Ama nihayetinde orası bir forum ve bunlar verilen ilk tepkiler olabilir. Kitabı gören birkaç kişi böyle tepki vermiştir; belki kitapla daha fazla ilgilendikten sonra farklı tepkiler de gelecektir.

KK: Kitap projelerini ilk gündeme getirdiğimizde, mimarlık düzeyinde tartışmaların güdük kaldığını, hatta akademik dünyanın hiç bunlara cevap vermediğini de konuşuyorduk. Sadece mimarlık alanında da değil, ben bu sorunu Türkiye’de yayıncılıkta başka alanlarda da görüyorum.

PG-ÖK: Teşekkür ederiz…

Etiketler

3 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Sayın Yılmaz,

    Yazınız çok doğru şeyler söylüyor. Ancak eklemek istiyorum. 3. olan arkadaş eğer bu durumu kabul ederse, kendisini her konuda “oldubitti”ye getirecek bir muhatap ile karşı karşıya bulacaktır.

    Aklı varsa kabul etmez.

    Bir de gazeteler bu olayı, ODTÜ beğenilmedi , YTÜ de öyle İTÜ kazandı olarak lanse etmiyorlar mı? O da bir ayrı yazı konusu. Basının mimarlıüa bakışı açısından.

    Keşke “Cami gibi cami” yazısı yerine “Osmanlı Selçuklu Kırması” hakkında bir yazı yazsaydım gazeteye.

  • omer-yilmaz says:

    ODTÜ İTÜ meselesine getirilmesinde temel sorumlu ODTÜ fanlığı yapanlar. Facebook’ta ve diğer SOME platformlarında çok rastladım ama artık boşverdim o yanını. Herkes kendine çeki düzen vermeyi bilir umarım.

    Asıl önemli mesele bunun emek hırsızlığı olduğunun ortaya konması. Yazımı hızla yayınlamak istediğim için değineceğim pek çok noktayı geçtim.

    Yine SOME’de “RTE” ile başlayan ve temel amacı yarışma ya da yarışmanın sonuçları ile ilgilenmek olmayan yorumlar görüyorum. Mesela bence öyle bir yarışma olabilirdi ki Başbakan kazananı seçebilirdi. Bence bunun bir sakıncası yok. Ancak bu şartnamede yer almalıydı. Başbakan’ın seçeceğini kabul ederek giren girmeliydi yarışmaya.

    Yarışma kültürümüz siyasi kültür ile çatışma halinde, bundan iyi bir şeyler çıkacak sonundan bence. Herkesin yapıcı, daha iyi nasıl olabilir sorusunu sorarak ilerlemesi kaydıyla.

  • omer-yilmaz says:

    Varlığından şuradaki http://rktr.co/VKEuNN tartışma sırasında haberdar olduğum şu linkteki http://rktr.co/XR3RNE yazı ilginç doğrusu.

    Tam da mimarların sandıkları gibi sorunlarının Hükümetler olmadığını gösteriyor bence.

Bir yanıt yazın