Yıllarca Gemi Ev, Gemi Ev Dediler! Bak Ben de Gemi Ev Diyorum, Görüyor musun?

Bu aralar yenilenmesi ve tamiri düşünülen Gemi Ev ve Mimarlık Pratiği üzerine Danyal Çiper ile bir söyleşi...

Deniz Ertek Karlıdağ: Mimarlık mesleğini seçmeniz nasıl oldu?

Danyal Tevfik Çiper: Çocukluğumdan beri çizmeyi çok severim, bulabildiğim kağıtlara, uçak, otomobil, ev planları çizmeye başladım. 1951 yılında İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne girince İstanbul’a okumaya gittim. Teknik Üniversite’nin imtihanını kazanamasaydım, bir sene oturup beklerdim. Çarem yoktu, başka bir iş yapamazdım. Fazla yönlü ve kararlıydım yani. Kararlı olmadan ve sevmeden bu meslek yapılmaz. Üniversitedeki çalışmalarım sırasında “Gerçekçi Mimarlık”la ilgilendim. Gerçekçi Mimarlık olarak adlandırdığım sadece açık konstrüksiyon ve üzerindeki fonksiyon denilebilir. 1956 yılında mezun oldum ve 1958’de kendi büromu açtım.

DEK: Özkanlar evi hangi yılda tasarlandı? Bu binayı ve hikayesini biraz anlatabilir misiniz?

DTÇ: 1968 yılı idi, ikiside arkadaşım olan Gültekin Özkan ve Kaya Özkan, uzunca bir süredir sahibi oldukları arsaya bir ev yaptırmak istediklerini söylediler. Çok olgun kardeşlerdi, hiçbir şekilde tasarıma karışmadılar. Zaten tasarım aşamasında biraz karışsalardı, o bina olmazdı, yerine başka bir yapı ortaya çıkardı. Avan projeyi götürünce çok sevdiler. Tabi ki pek çok görüşmelerimiz oldu sonradan, hanımlarıyla, kendileriyle, çocuklarıyla, babalarıyla görüştüm ve uzun uzun konuşup ihtiyaçları etüt ettim. Binanın her bir dairesinin planı ihtiyaca yönelik farklılıklar gösterir. Mesela birinci katta ön cephe çok kapalıdır. O katta babaları oturuyordu, konuşmalarımız esnasında nasıl yaşadığını sorduk. Arasıra arkadaşlarının geldiğini, 10-15 kişi dini sohbetlerinin olduğunu, sonrada hep beraber Namaz kıldıklarını anlattı. Sokağı görmesinin gerekmediğini ama aydınlık istediğini belirtti. Sonuçta ortaya çıkan o yuvarlak formlu mekan aydınlık, sokağı görmeyen ve sesi içeriye yansıtmayacak şekilde ortaya konuldu. Şöminenin yanında yuvarlak bir divan var, orada sohbet ediyorlardı. Tam ortasındaki seccadede yan yana durduklarında, kıble tam sıfır, orada namaz kılıyorlardı. Annelerinin ömrünü mutfakta geçirdiğini öğrendim. Caddeye bakan, dikiş ve ütü işlerini bile burada yapabileceği çok güzel bir mutfak istiyordu. Diğer dairelerin planına gelince, birinci katta babalarının karşısında kız kardeşleri oturuyordu. En üst katta dublex dairelerde iki kardeş oturuyordu ki bu daireler 5 yatak odalıdır. Üst teras kat merdiven ile salona açılır ve orta kat boydan boya salondur. Bir de bu dairelerde çalışma odaları vardır. En alttaki zemin katta da 3 yatak odalı iki adet kiralık daire bulunuyor. Binanın masraflarını ödüyor o daireler. Bodrum katta ışık alan, 6 arabalık bir garaj çözülmüştü. O zamanlar çok gırgırdı, Ankara’da hiçbir binanın içerisinde garaj yoktu. 1969’da imara verdim projeyi, “altta garaj var, yönetmeliğe aykırı yapamazsın” dediler. Alt katta garaj olunca ses geliyormuş, oturanlar rahatsız oluyorlarmış falan diye. Ama oturanlar arabasını park edince de cephe doluyor. Bunu istemedim.

DEK: Sonra nasıl bodrum katta garaj uygulandı peki?

DTÇ: O zaman daha yeniydik, İmar Müdürlüğü’nde bizim sınıftan arkadaşlarımız vardı. Arkadaşlar bana dediler ki, “Sen müracaatını yap, projeyi ver, bu garajı da hak olarak istediğini söyle. Biz de kuruldan geçirelim, ancak sana 1,5 aya mal olur.” Bana olur da ev sahipleri ne diyecek diye düşündüm. Onlar da tamam deyince, bir tek o bina için izin verdiler. Bu tarihten 3-4 sene sonra alt katlarda garaj uygulaması başladı, anca uyandılar (gülüyor). Şimdi de binaların altına zorla garaj yaptırıyorlar.

DEK: Binada değişkenlik gösteren ışık arayışları var. Mesela en üst kattaki terasın zemininde yer alan deliklerden gelen ışık salonun aydınlanmasını sağlıyor, bildiğim kadarı ile. Işık kullanımlarını biraz anlatabilir misiniz?

DTÇ: Doğru, binanın yola bakan cephesine yakın, terasın zemininde yarım daire üç adet delik var. Alttaki salon buradan gelen ışık ile aydınlanıyor. İç mekanda ışığı değişken kullanarak hacmi her zaman farklı göstermeyi severim. Bu binada hem direk hem de indirekt aydınlatmalar mevcut ama fonksiyonuna göre farklı kombinasyonlarda devreye giriyorlar. Yani aynı anda kullanılmıyorlar. Cephe ile ilişkisi olmayan mekanlarda tepe ışıklarından yararlanarak mekanı aydınlatmak çok sevdiğim bir uygulama. Maalesef binayı daha sonra satın alanlar değişiklikler yaptı ve bu ışık deliklerinden bazılarını kapattılar. Alçıdan şömineler falan yaptılar içine. Duvar-tavan birleşimlerine kartonpiyerler eklenmiş, yukarı kattaki tek banyo ikiye bölünmüş, travertenler sökülmüş mesela. Büyük saygısızlık. Allahtan cephede değişiklik yapmadılar. Artık neyse ki yapamazlar, sonradan bina korumaya alındı. En üst katını ODTÜ’lü bir hoca hanım (Aydan Keskin Balamir) satın aldı. Bir gün bana telefon etti, ben dedi temizliyorum alçıları. İçim rahat etti.

DEK: Tasarım aşamasından sonra, uygulama esnasında değişiklikler oldu mu?

DTÇ: Hiç, sıfır. Benim hiç bir binamda değişmemiştir. Avan projeyi çizince bitiyor benim için. Özkanlar Evi Avan Projesini çizdim 1 cm bile değişmedi. Çok zevkli işlerdi. İçinde otururlarken çok mutlu olduklarını biliyorum. Hala evin asıl sahipleriyle görüşürüm. İçindeki bütün mobilyaları da çizmiştim. Oturduk çizdik, ben çok severim mobilya tasarımını. O binayı tamir edeceğiz şimdi, Gemi Evi. “Gemi Ev”miş! Ben de Gemi Ev demeye başladım. Herkes böyle dedi. Gemiye benzettiler, aerodinamik olduğundan benzetiyorlar sanırım. Hiç alakam yok hâlbuki isim koymakla. Sevmem de bir şeylere benzeyen bina yapmayı. Bina başka hiçbir şeye benzemez. Bina binadır. Ama gelgelelim bir bina da Erzincan’da yaptım. İş merkezi, onunda iki başı yuvarlak. Tuttular ona da gemi ismini koymuşlar, nasıl başardılarsa. Ne ilgisi var?

DEK: Mimarlık pratiğinizde Frank Lloyd Wrigt’ın etkisinde kaldığınız söyleniyor doğru mu?

DTÇ: Doğru. Severim, hatta Frank Lloyd Wright ustadan başka bir mimar sevmedim hayatım boyunca. Biraz züppece oldu ama (gülüyor). Frank Lloyd Wright ve Organik Mimari benim için çok gerçekçi ve anlayışıma uygun. Tabiî ki asla kopya değil, zaten söz konusu olamaz, bağırır, sırıtır. Mesela Frank Lloyd Wrigt’ın Louis Sullivan’ın etkisinde kaldığını herkes bilir. Sonradan ve ilginç olmakla beraber Louis Sullivan’da Frank Lloyd Wrigt’ın etkisinde kalmıştır. Bizim usta Frank Lloyd Wrigt’ın okulu vardı. İmtihan yapıyor. Aralarından çok yetenekli 10-15 kişiyi maaşla alıyor. Vasat olanlar var maaş almıyorlar. Bir de üstüne para verip çalışanlara var. Onlar yeteneksiz, yetersiz diyelim. O okuldan da ben kimsenin mezun olduğunu görmedim. Çok zor bir adam. Onun yolundan ilerlemek çok zor. Tekniği zor, anlayışını yürütmek binalara yansıtmak zor. Çok uğraş lazım. Şu karşı sıradaki binaları bir gecede yaparsın ama hepsini birbirinden çirkin buluyorum. Tabii Türkiye’de uygulamalarını çok beğendiğim, saygı duyduğum mimarlar da var. Seyfi Arkan’ın klasik bir eğitimden sonra modernleştiğini gözlemliyoruz. Kendisinin “İller Bankası” eski binası var mesela, Gençlik Parkı’nın karşısında. Biraz sağını solunu bozdular ya neyse. Hepten öldüremediler. Binanın kendisi çok güzeldir. Bir de Kadri Erkmen’in tasarladığı İş Bankası’nın binaları var, hepsi birbirinden güzel.

DEK: Bu mesleğe 51 yılını vermiş bir mimar olarak, o dönemden günümüze neler değişti? Gözlemleriniz neler oldu?

DTÇ: Değişti tabi her şey. İlk başta bilgisayar girdi işin içine, ama mimarlığa yararı değil zararı dokundu kanısındayım. Bürolar var şimdi 5-6 arkadaş oturuyorlar. Birisi geliyor 21 metreye 28 metre bir apartman yaptırıcak. Bakıyorlar ellerin de 21 metreye 29 metrelik var. Hemen 1 metresini kesiyorlar adama veriyorlar. Üç günde komple proje, kesitler detaylar. Hepsi hazırda var. Buna mimarlık denmiyor. Buna terbiyesizlik denebilir. Piyasanın çoğunluğu böyle. Kişiliği olmayan yapılar, bilgisayar pislikleri etrafta, kentlerde. Bilgisayarı kötüye kullanmak bu. Talebin de etkisi var bunda. İyisini kötüsünü ayıran yüzde kaç Türkiye’de. Yüzde 3-4’dür olsa olsa. Özkanlar gibi çok az çıkar. Bir çizgisine bile karışmadılar. Güvendiler. Saygıdan. Başka karışanlar, acayip şeyler isteyenler çok oldu. Onlara siz bir gidin gezin dedik.

Şimdi bu oturduğum binanın arkasında iki blok bina yapılmış, çok lüks dediler, uzaktan bakıyorum, hakikaten işçilik iyi, peki proje ne olacak? Fonksiyonu çok kötü, dışarıdan bakıldığında belli oluyor, keşke belli olmasa. İçine giriyorsun acayip acayip mekanlar, boş kayıp alanlar var. Bir de piyasanın onda birine proje yapan arkadaşlar var, acıyorum. Ne yapsın peki, aç mı otursunlar? Fırsatlar da tanınmıyor ki. Her sene genç mimarların bitirme projeleri yarışması yapılıyor. Bir tanesinde jüri üyesi oldum, ama oradakilerle hiç anlaşamadık. Çok yetenekli olduğu çiziminden belli bir çocuk vardı. Onu kimse istemedi. Hayret ettim.

Bir de rahatsızlık duyduğum diğer konu, binaları değiştirmeleri. Mesela Köroğlu Caddesi’nde birkaç binam var, her tarafına reklam panosu koyup perişan ettiler. Oradan geçerken rahatsız oluyorum. Avrupa’da falan bu tür uygulamalar yok, olmaz. Binanın cephesini bozmazlar. Eskileri bile daha da iyileştirmeye çalışıyorlar. Bir mimar bina yaptıysa kimse onu değiştiremez. Yıkamaz da. Bozamaz da. Cinnah Caddesi’nde Hürriyet Gazetesi binası mesela. En kültürlü dediklerimiz, yapının yüzünü gözünü değiştirdiler evelallah. Benim Hürriyet yazarlarından birisinin yazısını alıp değiştirip, yayınlamam gibi birşey, daha kötü hatta. Sanat eserleri kanunu var, mahkemeye müracaat edip düzelttirebilirim aslında. Ama neye yarar, zorla güzellik olmaz ki.

DEK: Son olarak, Gemi Ev’in önünden geçerken neler hissediyorsunuz?

DTÇ: Eee tabi mutlu oluyorum. Ara sıra dolaşırım o civarda, ziyaretine giderim. Hoşdere’den sürekli geçerken de görüyorum zaten. Binayı tamir edeceğiz şimdi. Sıvalar patlamış hepsi düzeltilecek. Şimdi birileri içinde oturuyor, ama sahibi kimmiş beni ilgilendirmiyor. Gerçek sahibi benim, yani bina benim (gülüyor).

DEK: Çok teşekkür ederim, keyifli bir söyleşi oldu.

DTÇ: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın