“Yerel Yönetimde Siyaset Yapma Biçimimiz Tamamen Patronaja Dayanıyor”

İstanbul Şehir Üniversitesi'nden Prof.Dr. Murat Güvenç ile yerel seçimleri ve seçimlerin şehirlere etkilerini konuştuk.

Türkiye, yerel seçimlerin sonuçlarını konuşmaya devam ederken biz de bir şehir araştırmacısı olarak Prof.Dr. Murat Güvenç’ten şehirlerin seçim coğrafyasını, seçimlerin şehirlere etkilerini dinledik. Türkiye’de 1950’lerden beri ortaya çıkan seçim coğrafyası haritasının değişmediğini söyleyen Güvenç, “Partiler, liderler değişiyor ama harita aynı kalıyor. 1965 yılının İstanbul seçim haritası ile 2011 yılının seçim haritası birbirinin üzerine aynen oturur” dedi. Yerel seçimlerdeki seçmen ve siyasetçi ilişkisinde de sorunlar olduğunu söyleyen Güvenç: “Bu normal bir yerel yönetim değil, buna patronaj deniyor. Patronajda bir siyasetçiyi seçiyoruz ve sonuna kadar gagalıyoruz. Bu gagalama sonucunda siyasetçi ile seçmen arasında son derece hastalıklı, demokrasi ile alakası olmayan biat kültürü etkisine dayanan bir ilişki çıkıyor ortaya…” Söz Güvenç’te!

Serkan Ayazoğlu: Yerel seçimlerin genel seçim havasında geçtiği yaygın şekilde konuşuluyor. Böyle mi oldu?

Murat Güvenç: Evet böyle oldu. Yaşanan yerel seçim mi genel seçim mi yoksa bir referandum mu olduğu pek anlaşılmadı. Bunu hem iktidar partisi böyle arzu etti, hem de muhalefet buna karşılık farklılaşmış bir siyasi program çıkaramadı. Mitinglere baktığınız zaman mitingi ister A partisi ister B partisi yapsın, miting ister İç Anadolu’da ister Doğu Anadolu’da olsun, ister deniz kenarında ister dağın tepesinde yapılsın standart bir akış içerisinde geçiyor. Televizyona bakarsanız genel başkanın sahneye davet edilmesi, genel başkanın konuşması, kitlenin genel başkanı alkışlaması, sonra da genel başkanın adayları tanıtması şeklinde oluyor. 25 günde 60 miting yapmaya kalkarsanız bundan daha farklı bir sonuç çıkmasına imkan yoktur. Mitingler o mitinge katılanların genel başkanlarını görmesi şeklinde oluyor.

Yerel seçimlerin sonuçlarını şehir açısından nasıl yorumlamamız gerekiyor?

Oy davranışlarını açıklayan farklı seçim, siyaset kuramları var. Bir tanesi birey ağırlıklı kuramlar. Yani seçmen ne demek istedi, seçmenin özellikleri ne? İkincisi de bağlam. Seçmeni mekansal, toplumsal, ideolojik, kültürel bağlamla açıklayan kuramlar var. Seçmenlerin genellikle bağlamla açıklandığı zaman bireyden bağımsız olarak belirli bölgelerin, ideolojilerin ve kültürel alanların toplu, siyasi tercihleri inceleniyor. Birey temelli incelemelerde de genellikle bağlam etkisinden bağımsız olarak seçmen ne demek istedi diye seçmen profil çalışmaları yapılıyor. Bir an için düşünülürse bağlam çalışmaları ile birey çalışmaları birbirinden bağımsız değil. Eğer belli nitelikteki, özellikteki insanların mekanda benzer biçimlerde yer tuttukları gösterilebilirse o zaman hem bağlamsal hem de bireye inen açıklamalar yapılabilir. Birey ve bağlam temelli açıklamalar genellikle iki değişik araştırma programı şeklinde yürütülüyor ama bizim yaptığımız işlerde bunların Türkiye’de birbiriyle örtüştüğünü görüyoruz. Onun için herhangi bir kentte siyasi coğrafyayı, seçim coğrafyasını anlamak için oradaki insanlar hangi bağlamlardan gelmişler, nasıl yer tutmuşlar bunlara bakmak lazım. Bunu çözmeden yapılacak seçim analizleri çok miyopik ve kabadır.

Somut olarak bu çerçevede İstanbul ve İzmir’i karşılaştırmalı olarak değerlendirebilir misiniz?

Bir defa İstanbul ve İzmir birbiriyle ilişkili ve birbirinden kopuk iki göç merkezinin odağını oluştururlar. İstanbul’da farklı yörelerden çıkan göçler sonlanır, İzmir’de de durum aynıdır. Her yerde her yerden insan bulmak mümkün ise de İstanbul, Türkiye’nin kuzey illeri dediğimiz bir bölgenin odağıdır. Kuzey illeri dediğimiz Hopa’dan Kırklareli’ne kadar olan çizgide 26 tane il vardır. Bu iller Karadeniz’e sahildar illerdir. Bir arka sırasını oluşturan Sivas, Yozgat, Erzincan, Erzurum gibi ikinci sıra iller de buna eklenir. Buralar Türkiye’deki göçlerin yüzde 22’sini oluşturur ama İstanbul’a gelen her 100 kişiden 60’ı bu illerden gelmektedir. İstanbul bu açıdan bakılınca tarihsel olarak en büyük Karadeniz kentidir. Böyle olduğu zaman Karadenizliler İstanbul’a geldiği zaman genellikle Karadenizlilerin yer seçtiği alanların üzerine otururlar. İstanbul’a göç sadece Karadeniz’den gelmez. Karadeniz İstanbul metropolünün ihtiyaç duyduğu kadar fazla sayıda beyaz yaka; doktor, finansçı mühendis üretmez. O bölgenin sağlayamadığı beyaz yakalı istihdam ihtiyacı diğer bölgeden İzmir’den, Ankara’dan ve Ege Bölgesi’nden sağlanır. Bu kesim Kadıköy, Beşiktaş, Yeşilyurt, Bakırköy, Ataköy gibi yerlerde toplanır. Karadeniz’den gelen göç ise büyük ölçüde E-5 yolunun kuzeyinde toplanmaktadır.

Sandıkta gördüğümüz kamplaşma buradan mı ortaya çıkıyor?

Tabii. Anlatmaya çalıştığım da bu zaten. Orta kuşaktaki iş gücünü anlattım, kalifiye iş gücünü de söyledim. Bir de bunun en altı vardır. Hiç kimsenin yapmak istemediği zor işler de Güneydoğulular tarafından yapılır. Güneydoğulular nereye yerleşirler diye bakarsan; İstanbul’da belli bir etnik köken coğrafyası görülüyor ve bu da İstanbul’daki seçim coğrafyasını bire bir yansıtıyor. İstanbul’da beyaz yakalıların yoğun olduğu Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Bakırköy gibi kesimlerde hangi partilerin kazandığı bellidir. Sürekli olarak bu kesim geldikleri bölge, yaptıkları işler, yaşam tarzları, aile büyüklükleri, kullandıkları konut şekilleri ile diğerlerinden farklıdır. Karadenizliler ise Karadeniz bölgesinin oy davranışını İstanbul’a aynen taşımaktadırlar. Tarih boyunca Tarlabaşı, Tarihi Yarımada’daki Avrat Pazarı, Dolapdere, Ayazma Mahallesi gibi yerlerdeki oy davranışlarına baktığımızda HADEP, BDP gibi partilerin İstanbul’daki aldıkları oyları görebiliyoruz.

Aynı analizi İzmir’e uygularsak ortaya nasıl bir tablo çıkıyor?

Bir iki tane küçük il değerlendirme dışında bırakıldığında İzmir sürekli olarak göçünün büyük bir kısmını Ege ve İç Ege Bölgesi’nden alıyor. Karadenizliler nasıl kendi oy davranışını İstanbul’a yansıtıyorlarsa İç Ege’de kendi oy davranışını büyük bir şekilde İzmir’e yansıtıyor. İç Ege bizim elimizdeki atlaslara göre hiçbir zaman İç Anadolu ve Karadeniz ile aynı çizgide oy vermiyor. Sahiller ile Karadeniz’in oyları birbiriyle tamamen kopuktur. Bunun kopukluğunun incelenmesi lazım. Siyaset dilinde buna “political ecology” deniliyor. Bu insanların yemekleri, yaşam tarzları, ritimleri, dünyaları ayrı, kadının toplumsal hayata katılımları ayrı. Böyle olduğu zaman da göç ile birlikte İç Anadolu’daki hakim siyaset Ege’de, İzmir’de tam bir başarı sağlayamıyor. İlerlediği zaman bazı sınır illerini alıyor, gerilediği zaman da sınır illeri geri gidiyor. Mesela tampon bölgede Antalya, Burdur, Isparta, Kütahya gider gelir. Yaşam tarzları ile ilgili bir durum var.

“Partiler, Liderler Değişiyor Ama Seçim Haritaları 1950’den Beri Aynı”

Sonuç olarak yaşam tarzları siyasi tercihleri mi şekillendiriyor?

Şehirlerin siyasi haritası, şehirlerin toplumsal haritasıyla örtüşür. İstanbul’da sosyolojik olarak 90’lı yıllarda E-5’in üzerindeki ve altındaki olmak üzere iki ayrım vardır. Bu ayrım siyasi olarak da haritada kendini göstermekteydi. Bunu İzmir’de de Ankara’da da görebiliyoruz. Böyle baktığınız zaman bölge ölçeğinde şehirlerdeki seçim coğrafyaları Türkiye’nin genel siyasi coğrafyasının bölge ölçeğine yansımasından başka bir şey değil. Türkiye’nin genel siyasi coğrafyasının ise iki tane farklılaşma ekseni vardır. Bir tanesi Türk-Kürt farklılaşmasıdır. 1950’lerden beri bütün seçimlerde Kürtler ve Türkler ayrışmıştır. O dönemde bağımsız adaylar üzerinden bu ayrışma gerçekleşiyordu. Kürtlerin bağımsız adayları vardı. Bağımsız aday ben senin buraya gönderdiğin adaya, partiye oy vermiyorum, kendi bölgemin eşrafından ağamı seçiyorum demekti. Türk partileri 1950’den beri her aşamada mütedeyyin partiler ve orta sol, orta sağ, liberal partiler olarak ayrıştılar. Orta sağ, orta sol ve liberal partiler daha çok Ege, Batı Anadolu, Trakya’da etkili olurken, mütedeyyin partiler Karadeniz ve İç Anadolu’da etkili oldular. Türkiye seçim coğrafyasının ekseni bu yöndedir. Bütün seçimlerde olduğu gibi bu seçimde de böyle çıkmıştır. 1950’den bugüne kadar her seçimde bu harita çıkıyor. Buradaki partiler liderler değişiyor ama harita aynı kalıyor. 1965 yılının İstanbul seçim haritası ile 2011 yılının seçim haritası birbirinin üzerine aynen oturur. Eskiden Kadıköy, Beşiktaş gibi şimdilerde cumhuriyetçi olan yerler 1995 yılında baştan aşağı ANAP’lıydı. CHP’liler o zaman gecekondunun içinde Refah Partisi ile yan yanaydılar. Refah Partisi yükselince, ANAP yıkılınca ANAP’ın yerine CHP’liler geldi. İzmir’de de her yerde de bu sonuçları görüyoruz.

“Hala Kimlik Politikalarının Ardına Geçemedik”

Yaşam tarzları üzerinden yürüyen sistem demokratik açıdan ve şehirler açısından sorunlu değil mi?

Çok sorunlu. Biz daha hala kimlik politikalarının ardına geçemedik. Demokratik bir siyaset yapmıyoruz. Bizim siyaset yapma biçimimiz tamamen patronaja dayanıyor. Bir adamı seçiyoruz, seçilen adama da gidip beni işe al, kızımın tayinini çıkar, mahalleye su getir gibi taleplerle yaklaşıyoruz. Bu normal bir yerel yönetim değil, buna patronaj deniyor. Patronajda bir siyasetçiyi seçiyoruz ve sonuna kadar gagalıyoruz. Bu gagalama sonucunda siyasetçi ile seçmen arasında son derece hastalıklı, demokrasi ile alakası olmayan biat kültürü etkisine dayanan bir ilişki çıkıyor ortaya. Ben seçeceğim, sonuna kadar bağlı olacağım o da benim istediklerimi yapacak. Beni kapitalist pazarda koruyacak, cenazemi memlekete götürecek, çocuğuma bakacak, hastalanınca hastaneden sıra alacak… Bizim ilişkimiz, yerel yönetimden anladığımız bu. Biz beraber bir toplum kurma gibi bakmıyoruz olaya.

“Projelerimiz Hep İnşaat Üstüne”

Olumlu işler de var. Mesela İstanbul Sözleşmesi son derece demokratik bir hareketti. Bu tarz işler sistem içinde etkili olamıyor mu?

Bunlar yapılması gereken çok saygıdeğer sivil girişimler. Sayıları artacak, toplum artık İlhan Tekeli’nin söylediği gibi “Ben senden hizmetin ötesini istiyorum” diyecek. Mesela 65 yaş üzerinin ücretsiz taşınması gerekli bir hizmet ama bazı grupları bu kesmiyor. Ben onurlu bir yurttaş olarak yaşamak istiyorsam bunun en önemli yolu emrivakilere hayır demektir. Birisi “Bak sana ne güzel 3. Havalimanı yaptım” dediği zaman karşı durabilmektir. Bizim yerel yönetimimiz buna karşı durabilecek yapılarla donatılmamıştır. Belediye başkanını televizyona çıkarttıkları zaman ilk olarak haydi projelerini anlat deniliyor. Ben buraya bunu, oraya şunu yapacağım diye anlatıyor. Projelerimiz de hep inşaat üzerine.

“Planlamadan Anlaşılan Şey: İrtifa Kaç, Emsal kaç veriyorsun?”

Seçimlere dönersek İstanbul sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’da devam eden devasa projeler aynen devam edecek mi?

Ankara’da hangi projeler uygun görülürse o proje İstanbul’da uygulanacaktır. Bunu bize sor gibi bir durumumuz yok. Biz bunu aynen kabul ediyoruz. Şu anda bu oy verme biçimimizle 3.Köprü, 5. Havalimanı, 7. Tünel, teleferik, teleferiğe bindirilmiş otobüs gibi her şey olabilir artık. Bu bizi rahatsız etmiyor. Biz bunu kabul etmiş olduk. İstanbul gibi bir metropol nasıl yönetilmeli, nasıl planlanmalı konusundaki zihinsel tartışma çok bebek halinde, embriyon halinde. Böyle bir şeyin talebi yok. Alternatif, çok heyecanlı planlamalar İzmir’de yapılıyor ama henüz İstanbul’da böyle bir planlama karşılığı yok. İstanbul tamamen, bütünüyle bir inşaat alanıdır. Bütün boşlukların, kamu arazilerinin inşaata açıldığı, özelleştirildiği, satıldığı, üzerine yüksek emsaller verildiği bir yerdir. Bundan seçmenlerin rahatsız olması gibi bir durum da yok. Sosyal demokratlarda da diğer kesimde de yok. Kadıköy’de, Bağdat Caddesi’nde verilen emsallere bakın, dört katlı binaları yıkıp, 12 katlı binaları yapıyorlar. Yoğun olan bir bölgeyi daha da yoğun hale getirmek doğru mudur diye bir sorgulama da yok. Planlamadan anlaşılan şey: irtifa kaç, emsal kaç veriyorsun.

Etiketler

Bir yanıt yazın