“Yapı İçin Çalışırken Ne Yaptığımızı Niye Yaptığımızı Anlamaya Çalışıyoruz”

Yapıların tasarım ve inşa süreci hikayelerini mimarlarından dinlediğimiz "İş Üstünde" söyleşi serimizin şubat ayı konuğu Salon'un kurucusu Alper Derinboğaz.

Alper Derinboğaz’la, şu anda kullanımda olan projeleri Bilgi Üniversitesi Kozyatağı Kampüsü’nü konuştuk. Kampüs projesinin tasarım, proje ve inşa sürecinin yanı sıra Alper Derinboğaz’ın mimarlık pratiği ve teorisi arasındaki ilişkiyi hem proje hem de sergi düzleminde nasıl ele aldığından bahsettik. Keyifli okumalar.

Burcu Bilgiç: Mimarlık mesleğine dair yoğun bir üretim içindesiniz. Bir yandan kuramsal düzlemde önemli olan, malzemeyle ve parametrik tasarım yöntemleriyle şekillenen bir arayış var; diğer tarafta bina ölçeğinde projeleriniz, inşaatlarınız devam ediyor. Bu ikisi arasında siz nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?

Alper Derinboğaz: Benim ilgilendiğim mimarlık bağlamında kuramsız mimarlığın bir anlamı yok. Anlamını tartışamadığımız, neyi neden yaptığımı bilmediğimiz bir mimarlık yapamam. Sadece enteresan bir forma ulaşmak için veya belli bir mimarın stilinin parçası olsun diye üretim yapmanın iyi bir yol olduğunu düşünmüyorum. Bundan kaçınmanın tek yolunun teoriyle aranızdaki ilişkiyi sıcak tutmaktan geçtiğini düşünüyorum. Gerçekten ne tür şeylere kafa yorduğunuz, bir şeyi neden yaptığınız çok önemli. Tabii her ekibin kendine göre önemsediği bazı şeyler var; ama benim ilgimi çeken üzerine çalışmaktan mutlu olduğum daha çok teori ve pratik bütünlüğü. Tabi bu yaklaşımın piyasada veya yarışmalarda pek karşılığı olduğu söylenemez.

Tabi teori olsun diye de her tür şeyle ilgilenmiyoruz. Mimarlık tarihinin bugüne taşıdığı pek çok şey var; öncelikle bunları iyi anlamak gerekiyor. Dışarıdan baktığınızda her ne kadar “yeni ve inovatif” olarak tanımlansa da bence asıl önemli olan mimarlık tarihindeki sürecin neresinde durduğunuz ve bunun geçmişinde neler olduğu. Çünkü mimarlığın çok büyük bir zaafı var, her yeni mimar çok benzersiz ve yeni olduğuna dair bir izlenimle işini yapıyor ama aslında hepimiz bir pratiğin devamıyız. Böyle olması da gerekiyor; çünkü inanılmaz bir üretim ve bilgi birikimi var.

Mimarlık, diğer alanlardan farklı olarak, araştırma konusunda bir yoksunluk içinde; çünkü mimarlıkta hiçbir zaman üst üste gelerek ilerleyen bir bilgi veya düşünce biçimi olmamış. İlerleme, akademide pek çok şeyin içinde var ve bunlar helezon gibi bir ileri bir geri olabiliyor; ama bugün birçok alanda bundan binyıl veya yüzyıl önce bildiğimizden çok daha fazla şey biliyoruz. Mimarlıkta bu değişim çok daha küçük. Bunun sebebini mimarlığın üst üste eklemlenmeyen bir pratik olmasına bağlıyorum. Bu bağlamda, bugüne kadar yapılmış olanları anlamanın ve teorinin önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii ben de kendimi çeşitli felsefelere ve teorisyenlere daha yakın hissediyorum ve böyle bir mimari anlayışla üretim yapıyorum. 

“Sergi veya bienaller bizim için ara çalışmalarımızı açığa vurduğumuz yerler oluyor.”

Bir de sergi ve bienal ayağı var üretiminizin. Bu tip çalışmalarla bina ölçeğindeki projeleriniz arasında bir heyecan farkı oluyor mu?

Aslında heyecan farkı olmuyor; çünkü hepsinde aynı şeyi yapıyoruz. Mesela Antalya Bienali’nde yaptığımız sınırlar meselesi, bizim Antalya Kepez Master Planı için çalıştığımız orman ve kent arasındaki sınırı eritmeye yönelik çalışmamızdan türedi. Zaten kendi içimizde bu çalışmaları yapıyoruz; sergi veya bienaller bizim için ara çalışmalarımızı açığa vurduğumuz yerler oluyor. İşin sonunda mimari bir yapı görüyor olabiliriz; ama arada birçok şey üretiyoruz. Dalgalar sergisi de nitekim öyle.

Venedik Bienali’ndeki İstanbul serisi de tamamen böyle aslında. Halihazırda çeşitli projeler dahilinde İstanbul’ u ve Levent’i çalışıyoruz. Bienalde sergilediklerimiz de bu süreçte orayı anlamaya yönelik yaptığımız çalışmalardan türüyor. Mesela kentin bugünkü biçimi nasıl oluşmuş? İstanbul’da anladığımız manada klasik bir kent planlaması yok. Uğur Tanyeli’nin Osmanlı dönemi için “fırsatçı planlama” diye bir tanımı var. Bir yer yanıyor, orayı planlıyorlar. Bizde de bir yer kentsel dönüşüm alanı ilan ediliyor ve orayı planlıyorsun; bütün bunlar kentin coğrafyası ile de iç içe. Coğrafya ve mülkiyet sınırları bir araya gelip bir kenti tasarlar mı? Tasarlıyormuş. Yine de bir bütün var ve bir şekilde seviyoruz içinde yaşadığımız bu şehri. Neden sevdiğimizin altında neler yattığına baktığımız bir çalışmaydı ve bienalde de bu ara ürünlerini sergilemiş olduk.

Bununla birlikte sosyal sorumluluk hissettiğimiz konumlarda da üretim yapıyoruz. Bursa’ da daha geçtiğimiz aylarda mevsim işçiler için “Palyatif Ev” adında bir atölye çalışması yaptık. Çok zor durumdalar. Öneriler ürettik belediye ile konuştuk. Ama tabi bunları bir yere kadar destekleyebiliyoruz. Duyurmadığımız başka konular da var. Bu çalışmalarda bize destek olmak isteyen ekipler olursa kapılarımız açık.

Oldukça araştırma tabanlı bir ofisiz, yapı için çalışırken ne yaptığımızı niye yaptığımızı anlamaya çalışıyoruz. Bu anlamda sergiler bizim için olumlu oluyor; çünkü üretimlerimizi daha sistematik bir şekilde görebiliyoruz. Sergilerde yaptıklarımızla pratikte yaptıklarımız arasında bütünlük var; sadece aynı konuyu farklı ölçeklerde ve farklı ortamlarda işliyoruz.

“Mevcut bir binaya iç mekan tasarımı yapmaya değil, iki yapı arasındaki kesişim kümesini bulmaya çalıştık.”

Projeye dönecek olursak, Bilgi Kozyatağı projesinden bahseder misiniz bize biraz?

Bilgi Üniversitesi, Kozyatağı’nda yeni bir kampüs açıyor. Yapılış amacı ofis olan binaların yenileme projesini de biz yapıyoruz. Kozyatağı’ndaki mevcut binaların bir tipolojisi var; nötr ofis alanları olarak planlanıyorlar ve her kiracı gelip içinde istediği şeyi yapıyor. Kiracılar, alanları çeşitli bölümlemelerle istedikleri ofis formatına dönüştürebiliyor. Biz burada her şeyi soyup, binayı mekanik sistemi ve brüt betonuyla kendi halinde bırakıyor, içine de bununla hiç ilişki kurmayan bir yapı getiriyoruz. “Eğitim yapısıyla ofis yapısı beraber olur mu, olmaz mı?”’ Tartışmalı bir konu bu ama eğitim yapısını kendi karakterini koruyacak şekilde bir ofis yapısının içine getirdiğimizde ne oluyor biraz ona bakmaya çalıştık. Serbest bir şekilde, orada hiçbir bina olmadan tasarlasaydık nasıl olurdu diye kurguladık ve bu iki kurgunun kesişimini aldık. Mevcut bina ile bizim önerimizin kesişiminden çıkanı uygulamaya geçirdik ve iç mekan tasarımı  buradan çıktı. Aslında mevcut bir binaya iç mekan tasarımı yapmaya değil, iki yapı arasındaki kesişim kümesini bulmaya çalıştık.

Sanırım bu artık çok sıradan bir şey Türkiye’de, binanın çok hızlı yapılması gerekiyordu. Bilgi Üniversitesi’nin karakterini oluşturan bazı şeyler var. Biliyorsunuz Bilgi Üniversitesi’nin Santral Kampüsü’nü Nevzat Sayın yapmıştı. O binalardaki brüt beton, zemindeki kırmızı epoksi gibi bazı detayları oradan alıp bizim mekan organizasyonumuzda uygularsak nasıl olur, diye düşündük.

Burası yatay bir kampüs binası olmadığı için iç mekanda da bir süreklilik problemi vardı. Bilgi Üniversitesi’nin diğer bütün kampüslerinde yatay bir planlama var. Bizim böyle bir olanağımız olmadığı için, biz de elimizde olanı olabildiğince sürekli kullandık. İçerisine girdiğiniz zaman bir şekilde sizi yönlendiren mekanlar planlamaya çalıştık. Ara mekanlar önemli; çünkü bir sınıfın veya bir ofisin içindeyken oradasınız ve neden orada olduğunuzu biliyorsunuz. Ancak ara mekanlarda durum daha farklı. Bu yüzden biz de ara mekanların kullanıcıları  yönlendireceği bir mimari tasarım yaptık. Binada yatay bir süreklilik sağladık. “Burada duvarlar olmasaydı nasıl olurdu” düşüncesiyle bir süreklilik tasarlamaya çalıştık.

Bu aydınlatma tasarımını da, bölücü duvarları da etkiledi. Zaten bunun dışında da olabildiğince az elemanla, mevcut yapıda istediğimiz hissiyatı kurmaya çalıştık. Asma tavanları söktük; normalde yapılan açık tavan prensibinden farklı olarak gerçekten bir açık tavan oldu. Normalde bunlar önceden planlanır ve güzel mekanik şaftlar görürüz açık tavanlarda; bu teknik detaylar da mimari tasarımın bir parçasıdır. Bizde öyle olmadı, ne varsa söktük ve orada kalan ne varsa bir sürü hatası ve problemiyle mekânın bir parçası oldu. Şantiye şu anda devam ediyor. Okul döneminin başlamasından dolayı belirli şeyler uygulandı,kalan kısım da sonraya bırakıldı.

Proje size nasıl geldi?

Projenin işvereni Bilgi Üniversitesi. Sürece mimari ofislerden tasarım portfolyoları ve ön dosyalar alınarak başlandı. Mütevelli heyeti değerlendirdi. Daha sonra bizimle ilerlemek istediklerini ifade ettiler.

Proje size geldiğinde toplamda ne kadar süreniz vardı tasarlamak ve inşa etmek için?

İki ayımız vardı. Şantiyede uygulama yapılırken çizim gönderiyorduk. “Fast-track” proje yönetimi çok tercih edilmez ama zaman zaman uygulanır. Süreç, bu yöntemin küçük ölçekli bir uygulaması oldu. Önce zemin katın planlarını ve uygulama çizimlerini gönderdik, sonra bir üst katınkileri gönderdik.  Her şeyi şantiye ekibiyle paralel olarak çizdik. Her hafta bir kat planı gönderiyorduk. Bu yüzden çok hızlı bir süreç oldu.

Tasarım sürecinde işverenle nasıl bir ortak çalışma yöntemi izlediniz?

Önce projeyle ilgili eskizler yaptık, çok kısa süre olduğu için de bunlar çok iyi görselleştirilmemiş eskizlerdi. Genel olarak Bilgi Üniversitesi’nin karakteri olduğunu düşündükleri şeyler nelerdir anlattılar bize. “Açık tavan görüyoruz, zeminlerde şöyle bir malzeme kullanıyoruz” gibi onlar için üniversitenin mimari karakterini oluşturan  öğelerin neler olduğunu söylediler. Bir taraftan da daha farklı ve özel bir yer olmasını istediklerini söylediler.

Bu konuşmalar üzerinden biz de fikirlerimizi anlatan bazı çizimler yaptık. Bu fikirler üzerinde anlaşmakta çok zorlanmadık; çünkü bence bu aşamada da kendini ifade edebilen fikirlerdi. Onlardan onay aldıktan sonra şantiyeye gidip gelerek direk projeye başladık. O süreçte de bizim ekipten bir-iki kişi sürekli şantiyeye gidip geldi, böylelikle çok daha sıkı bir ilişki kuruldu.

“Sürelerle ilgili kısıtlamalar doğru planlama süreçlerini engelleyebiliyor.”

İşverenle tasarım sürecinde uyumlu ilerlediniz anladığım kadarıyla. Süreçte sizi zorlayan konular nelerdi peki?

İşveren çok destekleyiciydi; fikirlerimizi desteklediler, uygulamaya yönelik çalışmalarımızı desteklediler. Her  anlamda iyi bir müşteri-mimar ilişkisiydi; ama süre çok kısıtlı olduğu için bazı şeyler nasıl olabiliyorsa öyle olabildi. Bazı unsurlardan mali kısıtlamalar yüzünden vazgeçilmesi gerekti; çok ciddi maliyet kısıtlaması vardı. Biliyorsun bir projenin üç ayağı olabiliyor; zaman, bütçe ve işveren….  İşveren doğruydu ama diğer iki ayak, zaman ve para çok kısıtlıydı. Bu konuda sıkıntı çektiğimizi söyleyebilirim. Tasarım bütçesinden değil, uygulama bütçesinden bahsediyorum.

Bir de kurumsal işlerde şöyle bir sorun oluyor, belirli rayiçler var. Bir şeyin yapılmasının belli bir rayici oluyor, siz oraya on katı değer katsanız bile her şey bu yaklaşık bedel üzerinden yapılmaya çalışılıyor ve kurumsal işlerde o kararların gidip gelmesi, revize olması çok zor oluyor. Bir kişiyle değil bir kurumla diyalog halinde olduğunuz durumlarda süreç uzun olabiliyor. Süreçler çok esnek olamadığı için biz de uygulamada belli kıstasların içinde kalmak zorunda kalıyoruz. Bu da mimarlık açısından biraz üzücü oluyor. Duruma özel bir şey yapıyor olabiliyorsunuz, o kurumun ve mekanın özelliğini çok daha fazla arttırıyor olabiliyorsunuz ve bütün bunları da karşı taraf anlayabiliyor ama kurumsal süreçlerden dolayı bazı şeyleri hayata geçiremiyorsunuz. Bir de nedense Türkiye’de hiçbir şeye zaman harcanmasına  tahammül yok, tasarım da uygulama da zaman harcanılabilecek şeyler gibi görünmüyor. Hep bir “kervan yolda düzülür” mantığı, başlayalım da yolda yapalım durumu oluyor. Çok hikayeler biliyoruz, kentsel tasarımda da var, belediyecilikte de, her ölçekte var. Önce bir şey yapılıyor, sonra “Bu olmamış” deniyor, tekrar yapılıyor. Ne yazık ki önceden plan yapma kültürümüz yok; bu bizi iş yapmaktan daha çok zorlayan şeylerden bir tanesi. Bir birim süre fazladan harcayıp doğru düzgün plan yapıp, uygulamada  kaybedeceğiniz altı birim süreyi anlatamıyorsunuz. Bu sürelerle ilgili kısıtlamalar doğru planlama süreçlerini engelleyebiliyor. Keşke farklı şeylerde daha az zaman kaybedilse de tasarım ve planlamaya daha fazla zaman ayrılabilse. 

Süreci siz mi tasarlıyorsunuz? Çünkü bildiğim kadarıyla proje yönetim firmaları da yönetiyor bazen bu süreci.

Süreci genelde biz tasarlıyoruz. Müşteriler proje yönetim firmalarını dahil etmenin önemini henüz anlamış değiller. Bu bakımdan proje yönetim firmalarına daha çok maliyet ve şartnamelerin hazırlanması kapsamında baş vuruyoruz; çünkü sürecin tasarlanması mimariye dahil bir şey.  


“Mimarlar ve tasarımcılar olarak planlamalar için daha ciddi süreler talep etmemiz, kendi ekibimizi de mutlu edecek bütçeyi sağlamamız lazım.”

Mimarlık firmalarının başındaki kişilerin, koordinasyon becerisi de olması gerekiyor o halde.

Kesinlikle. Aslında hepimiz bu işi tasarım yapmak için yapıyoruz. Ben düşündüklerimi hayata geçirip mimari bir kimliğe büründürmek için yaptığımı söyleyebilirim. Ama burada çok farklı şeyleri birlikte yapmanız gerekiyor; finansmandan tutun proje koordinasyonuna, maliyet hesaplarına, çeşitli görüşmelere kadar pek çok farklı alanı oluyor.  Bence bütün bunları ‘tasarım değil’ diyerek hor görmemek, onları da mimari bakış açısının bir parçası olarak yapmaya çalışmakta fayda var.

Bence Türkiye’de en büyük kabahat mimarlık firmalarının; o kadar kısa sürelerde o kadar olamayacak işlere söz veriyoruz ki; bunlar, piyasada, müşteriler arasında artık normal süreler olarak kabul görmeye başladı. Herkes hem bütçe, hem de süre olarak Avrupa veya Amerika’daki sıradan bir mimarlık firmasının bütçelerinin en fazla beşte birine iş yapıyor. Türkiye ortalamasından bahsediyorum burada. Bu da tabii bizim kendi mesleğimize yaptığımız saygısızlık. O yüzden mimarlar ve tasarımcılar olarak planlamalar için daha ciddi süreler talep etmemiz, kendi ekibimizi de mutlu edecek bütçeyi sağlamamız lazım. Kendi mesleğimize saygılı olmalıyız; başka türlü kimse bizim için bu mesleği daha değerli hale getirmeyecek. Ancak mimarlar da kendi hırslarına kurban gidiyorlar bazen. Olmayacak işler yapılıyor. 

Meslek odalarının halini de biliyoruz. Odanın, piyasanın ve pratiğin bu kadar dışında kalması bir tercih mi, yoksa siyasi durum mu onları buna zorladı, bilmiyorum ama  çoğu kez arkamızda hiçbir destek olmadığını hissediyoruz. Müşteriyle sıkıntı yaşadığımız durumlarda arayabileceğimiz bir kurum olmuyor. 


“Uygulama ve tasarımın olabildiğince ayrışması gerektiğini düşünüyorum”

Projenin uygulanmasını da siz mi üstlendiniz?

Uygulamasını biz yapmadık. Uygulama ve tasarımın olabildiğince ayrışması gerektiğini düşünüyorum ve projelerde de bu şekilde ilerliyorum. Çünkü tasarımı yapanın uygulamaya göre tasarım yapması veya uygulamayı yapanın tasarımı değiştirmesi gibi problemler ortaya çıkabiliyor. İkisinin birbirini denetliyor olması çok daha iyi diye düşünüyorum. Uygulamayı yapan ekibin, tasarımda bir problem olduğunu tasarımcı ekibe belirtebilmesi veya aynı şekilde tasarımı yapan ekibin uygulamada ne problemler olduğunu rahatça belirtebiliyor olması gerekiyor.

Genelde mimarlar uygulamanın da onların denetiminde olması gerektiğini düşünüyorlar halbuki.

Ben de bütün sürecin kesinlikle bizim denetimimizde olmasını gerektiğini ama uygulamayı yapan firma olmamamız gerektiğini düşünüyorum. Biz başından sonuna kadar projenin her noktasında bulunuyoruz. Şantiyede her zaman ekibimizden birisi bulunuyor ve biraz kontrol mercii gibi oluyor ama hiçbir zaman uygulamayı bizzat yapmıyoruz. 


“Tasarımında bulunan ekip üyesinin sonuna kadar işin içinde olması gerektiğini düşünüyorum.”

Projede kaç kişilik bir ekiple çalıştınız?

Projelerde üç-dört kişilik bir ekiple çalışıyoruz. Ekip projenin büyüklüğüne göre değişiyor. Çoğu zaman ofiste on – on iki kişiyiz. Bu tür bir projeyle ben dahil üç dört kişi ilgileniyor, çünkü fazla büyük bir proje değil ama hızlı ilerlemesi gereken bir proje. İnsanların birebir ilişki kurması önemli. Bizde tasarım ekibi, şantiye ekibi, uygulama ekibi gibi ayrı ekipler yok. Tasarımında bulunan ekip üyesinin sonuna kadar olabildiğince işin içinde olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir dünya kuruyorsunuz orada; bazı şeyleri yapmanın belli alışılmış yolları olabilir, ama biz projelere daha çok içerik olarak baktığımız için o içeriği başından sonuna kadar taşıyabilmenin tek yolunun tasarımda aktif görev alanların sonuna kadar projede yer alması olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden tasarım ve uygulamada bütünleşik bir kurgu uyguluyoruz. 

“Şantiyedeki bazı olayları malzeme seçimleriyle kontrol etmek gibi bir şansınız var.”

Tasarımla sonuç ürün arasındaki ilişkiyi nasıl buluyorsunuz Bilgi Kozyatağı Kampüsü projesinde? Tasarladığınızla, sonuçta elde ettiğiniz ürün arasındaki benzerlikler ve farklılıklar açısından.

Bu projede çok ilginç bir şey oldu: Tasarımın yapılması en zor tarafı, en maliyetli ve planlaması zor tarafı en doğru şekilde uygulandı. Yani bölücü duvarlarımız harika şekilde uygulandı ama bunun dışında en basit olan şeyler, ıslak hacimlerdeki detaylardan tutun sınıflardaki mobilya seçimine kadar basit şeyler tercih ettiğimiz şekilde uygulanamadı. Bunun neden böyle olduğunu bilmiyorum, net bir fikrim yok bu konuda. Yapılmasının en zor olduğunu düşündüğümüz şey pırıl pırıl ortaya çıkarken, en basit şeylerde problem yaşadık. Zaman ve bütçe problemi diye düşünüyorum. Biraz da hiyerarşik bir problem olduğunu düşünüyorum. Uygulayıcı firma, muhtemelen bizim zor olduğunu düşündüğümüz şeylerden dolayı strese girdi ve onlara öncelik tanıdı, geri kalan yapılması kolay şeyleri arka plana attı.

Aslında biz de orada bir manevra yaptık; uygulamasında tasarımı ön planda tutacak bir alt yüklenici seçmek için ona göre bir malzeme seçtik. Normalde cephe malzemesi olarak kullanılan bir malzemeyi iç mekanda kullandık. Böylelikle bu işte deneyimli olan biri bunu yapıyor oldu. Şantiyedeki bazı olayları malzeme seçimleriyle kontrol etmek gibi bir şansınız var, bunun da önemli olduğunu düşünüyorum. Oturup çizmek gibi değil ama mimar olarak böyle reaksiyonlar da geliştirmek zorunda kalıyorsunuz. 

Etiketler

3 yorum

  • murat-ozer1 says:

    Çoook güzel bir yazı olmuş.
    Ben size “efemera” (ephemera, dağarca) diyeyim, konunun sizin de dediğiniz gibi “derin” olan devamını sonra tartışırız nasıl olsa…
    Saygılarımla.
    Biriktirici bir Doktor..

  • cemal-cobanoglu says:

    Biriktiricilikteki son noktayı eskiden yan sokaktaki komşum olan, sık sık karşılaştığımız -sohbet etme fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı gördüğüm- Mithat Esmer’in evinde görmüştüm. Kendisi aslında hem biriktirici hem de koleksiyonerdi. Yeğeni Pelin Esmer de daha sonra Mithat Bey’in filmini yapmıştı, 11’e 10 kala. Daha da yakından görmüş oldum bir biriktiricinin hayatını.
    Mithat Bey’in evini gördükten sonra, bir türlü atmaya kıyamadığım Frame, Wallpaper, Interior Design… benzeri dergilerimin bir kısmını atmıştım 🙂 İzlemediyseniz filmi izlemenizi tavsiye ederim belki size de böyle bir faydası olur 🙂
    Yazınız çok eğlenceli olmuş, elinize sağlık.

  • sedat-bayrak says:

    Senelerdir kafa yoruyorum ben de buna. Dergiler, dvd’ler bir yana, evdeki her çeşitinden data kablosundan, adaptörlere kadar.

    Bir mimar arkadaşım envanteri tutulmayan arşivin kalabalıktan başka hiç bir halta yaramayacağını söylemişti.

    Artık google drive’imde çeşitli kategorilerde notepad belgelerim var. Aradığımda nerede bulacağımı hatırlatan cinsten. Şimdilik memnunum. Hiçbirşey biriktirmiyorum, sadece nerede bulabileceğimi not ediyorum.

Bir yanıt yazın