TOKİ, İslamcı Modernizmin Kent Tahayyülünü Gerçekleştiriyor

Ayşe Hür ile İstanbul'un kent tarihinden güncel meselelere kadar pekçok konuyu konuştuk.

Tarihçi- yazar Ayşe Hür’e Menderes döneminden güncel projelere pek çok soru sorduk. İslamcıların Cumhuriyet’in tasarladığı Taksim Meydanı’nı cami, kışla gibi projelerle fethetmek istediğini söyleyen Hür, “İstanbul’un finans merkezi yapılarak ve arkasından bazı idari birimlerin İstanbul’a taşınmasıyla Ankara’nın yavaş yavaş terk edilmesini planlıyorlar. Bunu yapmaya belki ömürleri yetmeyebilir. İstanbul’un temsil ettiği saltanat, hilafet gibi değerleri Neo Osmanlıcılığın bir parçası olarak ihya etmeyi planlıyorlar” diyor. Söz Hür’de!

Serkan Ayazoğlu: Gerek turizmde gerekse konut sektöründe tarihin tecimselleştirilmesini nasıl yorumluyorsunuz? Mesela, “Osmanlı Konutları” size neyi çağrıştırıyor?

Ayşe Hür: Ben hayatı, tarihi ve turizmi genel olarak kompartımanlara ayırmaktan yana değilim. Her birinin ayrı amaçları var. Tarih bugünün içinde ve bugünkü siyasi çatışmalarımızın da içinde yer alıyor. “Osmanlı Konutları” dediğiniz zaman bu bir gelecek tasavvuru olarak Neo Osmanlı mimarisinin pazarlanması tarihçi olarak beni çok rahatsız etmez. O evlerin Osmanlı kültürünü ne kadar temsil edip etmediği ise mimarların alanına girer. Eğer orada bir saptırma varsa, bu esas olarak o projenin pazarlayıcılarının kendi ayağına kurşun sıkmasıdır. Bir bireyin açtığı işkembe salonuna ‘Öz Afrodit İşkembecisi’ yazdığını okumuştum, ona gülüp geçmiştim ama ‘Osmanlı Konutları’nın rahatsızlık veren yanı bu değil.

Tarihin ideolojik açıdan kötüye kullanımı tehlikeli

Peki, hangi yanı rahatsızlık veriyor?

Tarihin ideolojik açıdan kötüye kullanımı çok daha tehlikeli bir şey. Bugün İslamcı entelejansiya, İslam kültürü diye bir şeyden söylem düzeyinde bile haberdar değil. Aslında bunu Mehmet Şevki Eygi çok iyi anlatır. Eygi, Türkiye’yi dini İslam, medeniyeti Batı olan bir toplum olarak tanımlar. Bence bu da iltifatkar bir ifade. Medeniyetimizin neresi Batılı? Bu durum Batı medeniyetini yaşam tarzı ile sınırlı görenlerin yanılgısıdır. Ama ortada bir İslam medeniyeti olmadığı doğru. Bu medeniyeti ülkenin dört bir yanında yükselen, altında dükkânlar olan, ucube camiler mi temsil ediyor? Yoksa Ataşehir’deki alışveriş ve kültür merkezi konseptli, otoparklı korkunç yapı mı? Yoksa Çamlıca’da inşaatı düşünülen camii mi?

Osmanlı mirası da korunmuyor

Yani…

Sözün özü, İslamcılar neyi muhafaza etmenin gerektiğini söyleyemedikleri gibi, savundukları şeyleri de muhafaza edemiyorlar. Muhafazakârlık geçmişin değerlerinin ve olumlu yanlarının korunmasıdır. Ve esas olarak modernleşmeyle çatışmaz. Geçmişe ait ne varsa bunları korumaya ise bağnazlık, gericilik, tutuculuk denir. Bugün kentin antik dönemden, Roma ve Bizans’tan kalma yapılarına koruma yapılmamasını iktidardakilerin ideolojik yönelimleri yüzünden normal karşılar hale geldik. Diğer taraftan Osmanlı mirası da korunmuyor. Örneğin Zeyrek, Cibali gibi eski Osmanlı sokak dokusuna sahip semtler yıkılmaya terk edilmiş. Türbelerin çoğu isten, kirden kararmış ve yosun bağlamış. Sandukaların üstlerindeki sahte kumaşlar içler acısı. Camiler ise eprimiş… İslamcıların muhafaza etmek istediği şey aslında bir siyasi sistem olarak dini referans almış bir cemaat örgütlenmesi. İktidarın edimlerinin sorgusuz sualsiz uygulandığı Halife-Padişahlık rejiminin bir versiyonu. Liberaller, Aleviler, Gayrimüslimler kendi kompartımanlarında yaşasınlar. Başlarını dışarı çıkarmasınlar. Bizi fazla rahatsız etmesinler, biz istediğimiz gibi yönetelim anlayışı var. Daha doğrusu vardı. Artık iş onu bile aştı. Kendi kompartımanında yaşayan cemaatlere bile tahammülleri yok.

Seçmeci tarih anlayışı siyasi projenin bir parçası

Şehir olarak İstanbul için İslam tek başına ne kadar referans olabilir, diğer katmanlar kültürel miras olarak dikkate alınıyor mu? Biraz önce bahsettiğiniz Çamlıca Camii’nde bir simge arayışı görüyor musunuz?

İstanbul o kadar eski bir tarihe sahip ve o kadar çok katmanları var ki… Sadece Küçükçekmece Gölü’nün kuzeyindeki Yarımburgaz Mağarası’nda M.Ö. 7.300 ile 5.000 yılları arasına tarihlenen beş kültür katmanı keşfedilmiş. Fikirtepe’de Neolitik döneme ait, Marmara kıyı şeridinde ise Tunç çağına ait buluntular var. Aya İrini Kilisesi civarında ise Demir çağı keramikleri çıkmıştı. Şehrin kuruluş mitolojisi, M.Ö. 7. yüzyıla gidiyor. Kentin Antik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemleri gibi birçok katmanı var. Bu katmanların hepsi çok önemli. İstanbul’u anlatmak isteyen insan bu katmanların hepsini aynı ağırlıkta anlatmalı. Yoksa en yakın döneme ait bir sembolle, bir camiyle ve üstelik taklit bir camiyle İstanbul’u anlatamazsınız. Bu durum, bu kente yapılacak en büyük haksızlıktır. İstanbul’u simgeleyecek bir şey, bütün tarihsel birikimin son noktasındaki bir dönemin eseri, örneğin modernite çağına ait bir şey olsaydı, tarihsel sürekliliğin her aşamasını anlatamayacağını kabul etmiş, bugün varılan noktayı bir çeşit icmal kabul ediyor diyebilirdiniz. Ama yapılan, onlarca katman sadece birine dair bir söz söylemek. Bu seçmeci tarih anlayışı, siyasi bir projenin parçası.

 
Fotoğraf: Can Erok

Peki, Cumhuriyet nasıl yaklaştı bu katmanlara?

En başta Cumhuriyet’in kuruluş ideolojisi, eskiyi, geriliği, çürümüşlüğü temsil ettiği için İstanbul’a mesafeli yaklaştı. Atatürk kente ilk kez 1927’de geldi. Sonra mesafe biraz kapandı. Hipodrom kazıları ilk kez 1927-1928 yıllarında S. Casson tarafından yapıldı. 1942’de Alman arkeolog A. M. Schneider bu bölgeyi tekrar kazdı. 1945-1950 yılları arasında dönemin Ayasofya Müzesi’nin Müdürü Muzaffer Ramazanoğlu Aya İrini Kilisesi’nin güneyinde sondaj çalışmaları yaptı. Ama Bizans konusunda aynı şeyi söylemek zor.

Bizans o dönemde de gereken ilgiyi göremedi mi?

1923’te bir Bizans tarihi yazılması, 1926-1930 arasında Darülfünun’da arkeoloji ve sanat tarihi dersleri veren Albert-Louis Gabriel’in Selçuklu-Türk sanatının yanı sıra Bizans sanatına da değinmesi, 1931’de rejimin ideoloji yapıcılarından Fuad Köprülü’nün –muhtemelen bir yıl önce Türk Tarihinin Ana Hatları’nı yazmanın rahatlığı içinde- Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te’siri adlı kitabı yazması dışında dişe dokunur bir şey yok. Elbette kitabın adına kanıp da Köprülü’nün böyle bir “tesir” olduğunu düşündüğünü sanmayın, aksine kitap böyle bir “tesirin olmadığını” ispatlamak için yazılmış. 1933’te Darülfünun’dan üniversiteye geçildikten sonra üniversitelerimizde Sümeroloji, Hititoloji, Sinoloji (Çin Bilimi), Hungaroloji (Macar Bilimi) gibi nice bilim dallarında bölümler açılırken, bu topraklarda bin yıldan fazla hüküm sürmüş Bizans akla bile gelmemiş. II. Dünya Savaşı yıllarında üniversitede ders vermek üzere çağrılan bazı ünlü Bizantologlar var. Ama 1931’de Thomas Whittemore’un Ayasofya’da restorasyon çalışmalarına başlaması, 1934’te Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, amaç ne olursa olsun Bizans kültürünü muhafaza etmek açısından çok önemlidir. Ama sonuç olarak Cumhuriyet’in tarihe yaklaşımı esas olarak Osmanlı’yı atlamak için Bizans’a mecburen değinmekle sınırlı. Sistematik bir yaklaşım yok. Ancak eskiyi yıkma da yok. Örneğin Cumhuriyet ideolojisini temsil eden bir meydan oluşturmak gerektiğinde, Osmanlı’nın sembolik mekânları olan Sultanahmet veya Beyazıt’ı dönüştürme yoluna gidilmedi. Taksim Meydanı gibi aşağı yukarı boş olan bir yer seçilip, orası düzenlendi. Şehrin imarı için de esas olarak 1930’da çıkarılan Belediyecilik Kanunu, 1936’da davet edilen Henri Prost’un çalışmalarına dayanmışlar. Muhittin Üstündağ’la başlayan, Lütfi Kırdar’la devam eden müdahaleler, Menderes döneminde çığrından çıkmış.

Prost’u genel anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konunun uzmanı değilim ama yüzeysel bir bakışla söylersem, Prost’un uygulamaları şehre şekil veren en ciddi uygulamalardı. Prost’un şehrin tarihine önem veren, tarihi unsurları öne çıkarmayı esas alan yaklaşımı olumludur. Ama plan tam olarak uygulanamamış. Olumsuz yanları da var. Örneğin Haliç gibi tarihi bir bölgenin endüstri bölgesi yapılması belki o dönem için gerekliydi ama sonradan onun maliyeti çok büyük oldu. Zeyrek, Cibali, Fener, Balat, Ayvansaray gibi hem Müslüman hem Gayrimüslimler için kültürel açıdan temsili olan yerler tamamen kimliksizleşti. Öngörünüm alanlarında kat sınırlamaları, yolların üstten değil de alttan gitmesi Prost’un icadı. Ama bugün Taksim Meydanı’nda kötüye kullanılıyor. Prost her şeye rağmen tarih ve modernliği bir arada götürmeye çalışan biriydi. Eline ne kadar olanak verdilerse o kadar uygulamaya çalıştı. Güzel parçalar ondan kaldıysa teşekkür etmekten başka çaremiz de yok.

Menderes’in derdi otomobillere yol açmaktı

Menderes dönemini şehir açısından nasıl okuyorsunuz?

Menderes dönemi Batı ile entegrasyon, NATO üyeliği, Marshall Yardımları dönemi. O dönem Türkiye’nin Amerikan malları, giyim tarzı, arabaları, saç kesimi, radyo yayınları ve otomobilleri ile tanıştığı yıllardır. O yıllarda ulaşımın ağırlığı demiryollarından kara yollarına dönüyor. Menderes’in de temel derdi otomobillere yol açmak. Yol olacak ki otomobiller satılabilsin. Bu belki ona Amerika’dan empoze edildi, belki de zamanın ruhunu kavradı. İlk kez Türkiye’yi Küçük Amerika yapacağız diyen Celal Bayar’dır. 1957’de söylemiştir bunu. İstanbul’un daha önceki dönemlerde merkezi idarenin fazla ilgisine mahzar olmaması bir şanstı Menderes için. İstanbul’un bakir durumu, Menderes’in kendi şovunu sahnelemesine imkân tanıyordu. Menderes traş eder gibi yollar ve bulvarlar açtı. Sirkeci-Florya sahil yolu, Aksaray’daki Vatan ve Millet caddeleri, Boğaza inen İstinye-Tarabya yolu, Karaköy-Beşiktaş yolu, Barbaros Bulvarı gibi bugün kentin en önemli akslarının hepsi onun döneminde yapıldı. Ancak bu müdahalelerin hepsi olumsuz demiyorum. Dediğim, kente müdahalenin uzman olmayan biri tarafından herhangi bir plan olmadan yapılması, bu müdahaleler sırasında toplumsal dokunun bozulması, pek çok insanın evsiz kalması, pek çok tarihi eserin yok olması ve bir dizi yolsuzluğun yapılmasıdır. Bu durum hem Jakoben hem de Doğulu mahiyette garip bir haldi.

Mega projeler Batı ile yarışın yansıması

Bu dönemde de devasa projeler yapılıyor. Gelişmişlik göstergesi olarak algılayan da var, kent suçu diyen de var. O dönemle benzerlik var mı?

İslamcıların özelliği o. Aşırı derecede modernistler. Batıyla yarışma içerisindeler, Batı demek onlar için esas olarak Hıristiyan dünyası demek. Dolayısıyla dinler arası bir yarışma bu. Bilimde, teknolojide, sanatta, felsefede, edebiyatta geri kalmış olmamız ki bunun kriterleri konusunda da anlaşma yok, ama sonuçta bazı kriterlerde makasın çok açık olması İslamcılarda eziklik ve aşağılık kompleksi uyandırıyor. Hâlbuki bu tarihsel bir mesele. Anormal olan aslında Batı’daki hal. Dünyanın diğer kesimleri normal düzeyde gidiyor. Batı bir dizi faktörün bir araya gelmesi yüzünden Doğu’dan farklı bir şekilde evrildi ve bir kere o fark oluştuktan sonra bunu kapatmak zorlaştı. Bu makası kapatmak için akla gelen ilk şey fiziki unsurları geliştirme. Yollar açılıyor, gökdelenler dikiliyor, alışveriş merkezleri inşa ediliyor…. Otomobil ithalatı patlamış durumda. Buna karşılık kültürel gelişme için yapılan bir şey yok. TÜBİTAK iğdiş edilmiş durumda, üniversiteler boğulmuş, tiyatrolara destek durdurulmuş… Kültür üretimi neredeyse sıfır. Fiziki modernleşmenin ise sınırı belli. Enerji kaynakları yetmiyor. Fosil yakıtlar bitiyor, onun yerine koyulacak bir şey henüz keşfedilmedi. Tek alternatif nükleer enerji. Onun da sakıncalarını görüyoruz. Bunlar ortadayken kafa göz yararak hızlı bir şekilde tüm kaynaklarımızı inşaat sektörüne aktarmamız çok ciddi bir sorun yaratacak.

Modernleşme ile kurduğumuz ilişki yanlış

Ama diğer taraftan konut ve trafik sorunlarının çözümü için pek çok çözüm alternatifleri geliştiriliyor. Bu durum hakkında neler söylemek istersiniz?

Konut sorunumuz var ama Le Coubusier tarzı, lego tipi bloklarla ihtiyacımız yok. Kültürel dokuyu ve sosyal yapıyı koruyan çözümlere ihtiyacımız var. Yol ve konut kadar yoksullar için işe ihtiyacımız var. Hatta yoldan çok buna ihtiyacımız var. Tarımın kalkınmasına, verimli kılınmasına ve köylerin gelişmesine ihtiyacımız var. Modernleşmeyle kurduğumuz ilişki yanlış.


Fotoğraf: Can Erok

TOKİ, İslamcı modernizmin kent tahayyülünü gerçekleştiriyor.

TOKİ, yoksul insanlara konut yapıyor ama şehrin dokusuna verdiği zarar da başlıca eleştiriler arasında. Sizin TOKİ’ye bakış açınız nedir?

TOKİ çok işlevli bir kurum. Birincisi AKP’nin kalkınma modelinin motor gücünü oluşturuyor. İnşaat sektörü pek çok yan sektöre ve kişiye istihdam sağlıyor. Bu yolla ekonomi canlı tutuluyor. İkinci işlevi, iktidarın siyasi ilişki ağının kurulmasını sağlıyor. İnşaat sektörünün bütün girdilerine müteahhitlerden onlara mal satanlara ve işçilere kadar geniş bir kesim ideolojik olarak zaman içinde örgütleniyor. Üçüncü olarak, İslamcı modernizmin kent tahayyülünü gerçekleştiriyor. Kentsel dönüşüm adı altında, kentin yoksulları, paryaları, marjinalleri, hatta orta alt sınıfları yavaş yavaş çeperlere itiliyor. Onlardan boşalan alanlara İslamcı burjuvalar için lüks konutlar yapılıyor. Sulukule ve Neslişah Mahallesi’nden Romanların sökülüp yerlerine yapılan konutlar bunun içindi. Gerçi tam olarak bu proje hayata geçmedi çünkü etrafın “temizlenmesi” bitmedi henüz.

İstanbul topluca utanç duyulması gereken bir kent oldu

Bir de meselenin rant boyutu var…

Bu rantın yaratım sürecinde yeni zenginler türüyor. Bu zenginler varlıklarını borçlu oldukları iktidarı destekliyorlar. TOKİ eliyle devletin kasasına giden para da basını susturmak, kanal satın almak, cami yaptırmak gibi alanları finanse ediyor. TOKİ’nin bir başka işlevi ise özellikle Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Kürt meselesini çözmek. Bilirsiniz, bazı çevrelerde Ecevit zamanından beri Kürt meselesinin ezilen ulus milliyetçiliğiyle açıklamak yerine geri kalmışlık meselesi olarak tarif etme eğilimi var. Ecevit köy-kent yoluyla, Turgut Özal GAP yoluyla halletmeyi düşünmüştü. AKP de bir anlamda modern konutlar ve modern mahalleler yoluyla Kürt meselesini halledeceğini düşünüyor. Sosyolojik açıdan onlarca yıl sürecek dönüşümü toplu konut alanlarıyla çözme hayalindeler. Ama bu çözme pozitif bir anlamda değil. Yoksul Kürtleri geleneksel bağlarından koparıp, kentin merkezine veya iş alanlarına uzak bir yere hapsedip site yönetimi aracılığıyla devlete bağımlı hale getirme veya devlete minnettar bırakma yanı daha ağırlıklı. Doğu bölgelerinde yapılan TOKİ konutları, yerel halkın yıllardır barındığı evlerden ilk bakışta çok daha konforlu, güzel görünse de, içine girildiğinde pek çok sorunu var. Çocuk sayısının 8-9 olduğu bir bölgede 1 oda 1 salon kutu gibi evler yapılıyor. Evlerin ayrı mutfağı yok, balkonu yok, sosyal alanları yok. Evin erkeklerinin işe gitmesi için araçlar yok, iş olanakları sağlanmamış. Kadınlar v etmek e çocuklar için hiçbir şey düşünülmemiş. Yani TOKİ çok büyük bir proje. Kim akıl ettiyse tebrik lazım. Esas amaç toplumsal dönüşüm ve siyasi ilişkiler ağını kurmak olduğu için estetik kaygılar, mimari kaygılar gözetilmemiş. Hepsi birbirinin kopyası dev bloklar. Yeşillik yok. Ama sadece TOKİ alanları mı böyle? İstanbul örneğine bakalım. İstanbul mimarların, inşaat mühendislerinin, belediye başkanlarının ve meslek odalarının topluca utanç duyması gereken bir kent oldu. Bu çirkinlikte hepimizin payı var.

İslamcılar kışlaya değil, Kemalistlerin kışlasına karşı

İktidarın tarih okumalarını nasıl buluyorsunuz? Topçu Kışlası üzerinden yaşatılmaya çalışılan tarih anlayışı size nasıl geliyor?

Kışla bir metafor olarak AKP ideolojisi ile ters gibi görünüyor. Diğer yandan İslam’ın devlet ve asker algısını düşününce gayet uygun görünüyor. Kendileri söylemlerini netleştirmedikleri için bizim kafamız karışıyor. İslamcıların kışlayla bir sorunu yok. Kemalistlerin emrindeki kışlaya kızıyorlar. Kendilerinin kullanamadığı kışlaya kızıyorlar. Taksim Meydanı’nı Cumhuriyet ideolojisinin sembol mekânı olarak görüyor ve onu yıkamadıkları için dönüştürmek istiyorlar. Kendine ait değerleri oraya dikerek temellük etmek istiyorlar. Kışla burada tarihi bir değer olarak sunuluyor. Tarihi ihya etmeye tepki gösterilemeyeceğini düşünüyorlar. Kurnazlık yapıyorlar bir anlamda. Bunun parçası olarak camii de inşa edince fetih işlemi bir nebze de olsa tamamlanacak. Ayasofya’yı camiye dönüştürmek de bu zihniyetin tezahürü. Bu işin bir rant yanı da var. Oraya yapılacak bir AVM ya da Ortadoğu’dan gelen zengin Müslüman turistler için rezidans falan yapmayı düşünüyorlar. Burada tarihin kötüye kullanılmasının yanında bir de tecimselleşmesi var. Bunu iktidar yapıyor.

Ankara’nın terk edilmesi planlanıyor

Taksim’de başından beri ideolojik bir savaş mı var? İdeolojilerin meydanlarla imtihanını mı yaşıyoruz?

Park alanı başından itibaren kimliksiz bırakılmış, meydanla ilişkisi tam kurulmamış. Sanırım, Prost’un planında Taksim’den Maçka’ya uzanan alan bir bütün olacaktı. Ama sonra araya oteller vs. girmiş ve o bütünlük bozulmuş.12 Eylül ve sonrasında Gezi Parkı ile meydan arasına polis bariyerleri girdi. Böylece parka girmek zorlaştı. Daha doğrusu o bariyerler yüzünden pek çok kişi orada bir park olduğunu bile bilemedi. Bilenler, polis yüzünden girmekten kaçındı. Taksim’de yapılacak düzenlemeleri Cumhuriyet ideolojisi ile hesaplaşma olarak okumak lazım. İstanbul’un finans merkezi yapılarak ve arkasından bazı idari birimlerin İstanbul’a taşınmasıyla Ankara’nın yavaş yavaş terk edilmesini planlıyorlar. Bunu yapmaya belki ömürleri yetmeyebilir. İstanbul’un temsil ettiği saltanat, hilafet gibi değerleri Neo Osmanlıcılığın bir parçası olarak ihya etmeyi planlıyorlar. Ataşehir’deki devasa camii oraya taşınması düşünülen finans merkezinin beyaz yakalarına hitap edecek. Adam gün boyu hisse alıp satacak, faizleri hesaplayacak ve sonrasında öğle namazını Ataşehir Camii’nde kılıp arınacak.

Bunu kurucu iktidarla bir hesaplaşma olarak mı görüyorsunuz?

Kesinlikle, çünkü bagajlarında böyle bir şey var. Finans merkezinin buraya taşınmasının dışında bütün bankaların merkezlerini taşıyor, Merkez Bankası’nı taşımayı düşünüyor. Bu bir süre sonra Maliye Bakanlığı’nın da buraya gelmesi demektir. Zaten Başbakan ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşıyor. Ankara’ya zaman zaman gidiyor. O da sıkıntılı, isteyerek gitmiyor oraya. İdeolojik meseleleri, Marksist kökenden gelenler talihi konular gibi görür. Hayır, ideoloji bir süre sonra bağımsızlaşıyor. Bu kişilerin kafasında böyle bir ideolojik bakış var.

Etiketler

Bir yanıt yazın