“Rasyonel Kurallarla İşleyen Kent, Kürt Belediyeciler için Politik Başarının Bedenleşmiş Hali”

Sosyal bilimci Fırat Genç ile Diyarbakır'ın son 15 yıllık kentleşme sürecini konuştuk.

Müşterekler platformu sayesinde tanıdığım Fırat Genç, mekan politikası ve toplumsal hareketler üzerine çalışan bir sosyal bilimci ve aktivist. Fırat, Diyarbakır’ın son 15 yıllık mekan politikasını incelediği “Beton Siyaseti: Diyarbakır’da Mekânın Toplumsal Üretimi, 1999-2014” başlıklı doktora tezini geçtiğimiz yıl Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı. Son yıllarda kent çalışmalarında yaygın biçimde gözlenen İstanbul, Ankara, İzmir gibi batı kentleri üzerine değil de Diyarbakır’da çalışmış olması bile benim için başlı başına ilgi çekiciydi. Çalışmasında son yılların gözde kavramı olan “neoliberal şehircilik”in Diyarbakır’daki izlerini sürüyor, ancak “merkezde” üretilmiş kavramlarla Diyarbakır’da ortaya çıkan mekansal sonucu incelemek yerine bölgedeki aktörlerin sürece nasıl dahil olduğuna, mekanı nasl anlamlandırdığına odaklanıyor. Fırat Genç ile, doktora tezi üzerinden Diyarbakır’ın son 15 yıllık kentleşme sürecini, yerel dinamiklerin, aktörlerin bu süreci nasıl inşa ettiğini konuştuk. 

Bahar Bayhan: Öncelikle kent çalışmaları yoğunlukla batıdaki büyük kentlere odaklanırken sen Diyarbakır’da bir çalışma yürüttün. Diyarbakır’ı seçmenin sebebi neydi?

Fırat Genç: Tez sürecinin en başından itibaren yalnızca Diyarbakır’a odaklanarak yola çıktığım söylenemez, daha ziyade bir dizi sorunun peşinden Diyarbakır’a vardım desem daha doğru olur. Türkiye’de son 10-15 senelik dönemde muazzam bir mekânsal değişim sürecinden geçiyoruz ve bunun elbette ki akademik bilgi üretim alanında da yansımaları oldu. 2000’lerde araştırma gündemleri veya kavramsal setleri farklılık göstermekle birlikte kayda değer bir literatürün biriktiğinden bahsedebiliriz. Bu literatürün İstanbul, Ankara, İzmir gibi Türkiye’nin “merkezi” kabul edilen kentlere odaklanıyor olması benim hareket noktalarımdan biriydi. Burada hem ampirik malzemenin kendini tekrar ediyor olması gibi bir sorundan hem de kavramsal anlamda daha tumturaklı sorunlardan bahsedilebilir. Dolayısıyla her şeyden evvel “merkez”in dışında bir şeyler yaparak yola çıkmam gerektiğini düşünüyordum, fakat bunu “neoliberal kentleşme olarak adlandırılan bu sürecin merkezde nasıl işlediğini biliyoruz bir de çeperde nasıl işlediğine bakalım” gibi anlamamak gerekir. Tam tersine, çeperle merkez arasındaki ilişkinin kendisini sorunsallaştırmak gerektiği kanısındaydım. İstanbul’da yaşanan kentsel süreçleri, mekânsal yeniden yapılanmayı anlayabilmek için İstanbul dışında da ne olduğunu anlayabilmemiz gerekir, çünkü aslında “merkez”de olan şey bir başka yerde kendini tekrar etmiyor. Aksine, eğer mekân politikaları alanında sistematik bir stratejiler bütününden bahsedeceksek bu, farklı yerellerdeki tecrübeler, buralarda ortaya çıkan mücadeleler içinden şekilleniyor.

Bu açıdan bakınca Diyarbakır, işaret etmeye çalıştığım kavramsal arayışı derinleştirmek için uygun bir yerdi. Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi ve en görünür olanı, 2000’ler Diyarbakır’ın mekânsal olarak çok değiştiği bir dönem. Bir yanda ciddi bir konut patlaması yaşanıyor diğer yanda “kentsel yenileme/dönüşüm” bağlamında düşünülebilecek şekilde şehir merkezinin tarihi-kültürel peyzajını yeniden tanımlamaya dönük projeler ortaya çıkıyor. İkincisi, aynı dönem Kürt siyasal hareketinin yerel yönetimleri ele geçirdiği dönem. Ama bunlar dışında belki en önemli etmen, Diyarbakır’ın bir dizi farklı çatışma alanının üst üste bindiği, hem güncel hem de tarihsel olarak bir dizi mücadelenin şehir mekânına kazındığı bir yerellik olması. Dolayısıyla tez çalışmam yavaş yavaş ilerledikçe merkez ve çeper arasındaki bağı kurcalayacaksak Diyarbakır’dan yola çıkmalı diye düşünmeye başladım.

99’u kırılma olarak almanın nedeni de bu mu?

Diyarbakır veya Kürt coğrafyası özelinde düşündüğümüzde 99 sonrasının en basitinden şöyle bir gerçekliği var: Kürt siyasal hareketinin parçası olan partiler ilk kez belediyeleri kazanıyorlar. Bundan önce tabii Mehdi Zana gibi benzer siyasal iddialara sahip figürlerin belediye başkanlığı yapmışlığı var, ama bu çok sınırlı bir deneyim.

Dahası, 2000’li yıllar, Kürt sorunu etrafında yaşanan çok katmanlı çatışmanın taraflarının farklı stratejileri geliştirmeye ve uygulamaya başladıkları bir dönem. Birincisi, devletin yöneliminde ciddi bir değişiklik var. Tarihsel olarak devletin Kürt toplumuna dair temel politikası her şeyden evvel inkâr, asimilasyon ve Türkleştirme üzerine kuruludur. Kemalist siyasal geleneğin geliştirdiği temel tez, Kürt diye ayrı bir etnik grubun olmadığıdır, dolayısıyla Kürtler Müslüman olmakla beraber Türklüğe asimile edilmesi gereken unsurlardır. PKK’nin askeri-politik bir güç olarak ortaya çıktığı ve ardından, Hamit Bozarslan’ın ifadesiyle, Kürt siyasal mücadelesinin “referans aktörü” haline geldiği 1980-90’lı yıllar boyunca da devletin askeri ve politik düzeyde temel stratejisi mutlak bir baskı ve yok etme politikasıydı. Bu, bana kalırsa, bir dizi etmenin birleşimi sonucu, 2000’lerin ilk yıllarında değişikliğe uğramaya başlıyor. Bu dönemde artık, askeri ve siyasal zor elbette ki bütünüyle ortadan kalkmamış olsa da, Kürt toplumu içerisinde rıza üretmeyi önüne koymuş hegemonya girişimlerinden ve buna uygun tasarlanmış siyasal müdahalelerden bahsedebiliriz. Ben bu kaymayı “savaş sonrası” nosyonu üzerinden ifade etmeye çalıştım tezimde.

Diğer yandan, aynı dönem, izleri 90’ların ortasına dek sürülebilecek olsa da, Kürt siyasal hareketinin stratejik yöneliminin de topyekûn değişim geçirdiği bir dönem. Birleşik, bağımsız, sosyalist Kürdistan hedefini temel programatik hedefi olarak tanımlamış olan Kürt siyasal hareketi 1999 sonrasında bu hedefinden vazgeçiyor ve demokratik konfederalizm, demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik nosyonları üzerine inşa edilmiş olan yeni bir programatik yönelime giriyor. Burada esas kastedilen, yeniden tanımlanmış bir demokrasi anlayışı çerçevesinde ve buna uygun bir politik-idari yapılanma üzerinden mevcut ulus devletler içinde (İran, Irak, Türkiye ve Suriye) Kürt halkının diğer halklarla birlikte yaşaması.

Yani bir taraftan devlette diğer taraftansa Kürt siyasal hareketinde ciddi bir kayma var. Tabii burada söz konusu olan yalnızca politik programatik bir dönüşüm değil, bunun birtakım unsurları var ve benim için esas önemli olan, bu unsurların bir dizi mekânsallık yaratıyor, daha doğrusu bu mekânsalılar içinde hayat buluyor olması. Dolayısıyla, 99 sonrasına baktığımızda farklı mekânsal tasavvurların ve stratejilerin aynı anda var olduğu, üst üste geldiği, kimi zaman çarpıştığı kimi zaman örtüştüğü bir dönemden bahsediyoruz. 1999-2014 arası döneme bakmak bu mekânsal tasavvurları ve stratejileri aynı anda okumak için uygun bir konjonktür.

“Kent çalışmaları alanında neoliberalizm kavramının kullanılma biçimi, mevcut gerçekliği açıklamada yeterli olamıyor.”

Türkiye’de neoliberal kentleşmeyi konu edinen araştırmalar üzerine ciddi bir eleştirin var. Mevcut çalışmaların sorunlu tarafı ne sence?

Başta da söylediğim gibi muazzam bir kentsel değişim sürecini hepimiz her gün tecrübe ediyoruz. Bu bağlamda Türkiye’de kent çalışmalarının ilk ortaya çıktığı dönemden bugüne baktığımızda belki de bu alandaki çalışmaların en verimli olduğu zamanları yaşadığımızı görürüz. Ben ortaya çıkan çalışmaların önemlice bir kısmının eleştirel sıfatına sahip olduğunu düşünüyorum. Ana akım mekân çalışmaları, çok kabaca söylersek, mekânsal süreçleri verili alır, hayatın “doğal” akşının bir gereği ve sonucu olarak yorumlar. Örneğin, yeni banliyö alanlarının oluşması, eski mahallelerin yenilenmesi, kapalı sitelerin sonucunda ortaya çıkan kentsel ayrışma gibi toplumsal-mekânsal süreçlerin kökeninde yatan tahakküm ve sömürü ilişkilerine odaklanmaz. Bu anlamda 2000’lerdeki literatürü büyük ölçüde eleştirel çalışmalar olarak görmek gerekir diye düşünüyorum.

Bu çalışmalar kavramsal setlerini çoğunlukla neoliberalizm nosyonu üzerinden kurdu, yakın zamanda yaşanan kentsel süreçleri neoliberal şehircilik ya da neoliberal kentsel rejim gibi kavramsallaştırmalar üzerinden anlamlandırdı. Benim hareket noktalarımdan bir diğeri de buydu, çünkü eleştirel kent çalışmalarının, tümünün değil elbette, ama hâkim çizgi olabilecek kadar çoğunluğunun, neoliberalizm kavramı üzerinden neredeyse kendi kendini tekrarlayan bir modeli varsaydıklarını düşünüyordum. Buna göre, daha fazla kâr peşinde koşan büyük harfle bir Sermaye var, bu yoksulların yaşam alanlarına yöneliyor ve onların mekânlarını kapıyor, böylece birikim sağlıyor, devletse hem yasal hem idari yeniden yapılanmayla bu el koyma işine basitçe aracılık ediyor, kolaylık sağlıyor.

Şüphesiz bu tablo ampirik olarak bütünüyle geçersiz değil, bu modele karşılık gelen durumlar elbette ki vardır, ancak bundan ibaret olmadığını düşündürtecek bir dizi olay da oluyor ve bunlar yaşadığımız sürecin mekanizmalarını açıklayabilmemiz için temel önemde. Bütün bu neoliberal kentleşme sürecinin ne türden dışlama mekanizmaları yarattığını açıklayabiliyoruz ama bunun nasıl meşrulaştığını, hegemonyasını nasıl kurabildiğini, nasıl içerici mekanizmalar kurduğunu, bana kalırsa tatminkâr biçimde yeterince kurcalamadık şu zamana kadar. Bu anlamda ben neoliberalizm kavramının bütünüyle çöpe atılması gerektiğini iddia etmiyorum, ancak kullanılabilmesi için ciddi biçimde revize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu hâkim eleştirel çizgiye eşlik eden bir takım metodolojik tercihler de var. Çalışmaların çoğunlukla İstanbul ve Ankara’ya odaklanmış olduğunu söylemiştim, ama bunun yanında adeta temsil niteliği olduğu düşünülen belli mahallerin ısrarla çalışıldığını görüyoruz. Dönüşüm projelerinin konusu olmuş gecekondu mahalleleri, tarihi alanlar ya da kapalı siteler, sanki bunlar birbirilerinden bütünüyle kopuk fenomenlermiş gibi, kendi sınırları içinde anlaşılmaya çalışılıyor pek çok örnekte.

“Sadece gecekondu alanına veya kapalı siteye değil belki bunların aynı anda nasıl var olduğuna bakmak gerekiyor”

Sen nasıl bir mekân okuması ortaya koydun?

İki temel kuramsal dayanağa yaslandığım söylenebilir. Daha üst soyutlama düzeyinden başlarsak, ilk olarak siyaset bilimci ve kent kuramcısı Stefan Kipfer’i izleyerek, Lefebvre ve Gramsci sentezine dayalı bir mekân okumasını temel alıyorum. Bir yanda Lefebvre’in kapitalizmin tüm krizlerine rağmen kendini yeniden üretebilme gücü ile mekânın toplumsal olarak üretimi arasında kurduğu içkin ilişkiye dair tezi, diğer yanda Gramsci’nin politik alanın kendi çatışmalarını ve özerkliğini teslim eden politik alan okuması ile buradan türeyen konjonktür kavramsallaştırmasını birleştiren bir kuramsal yönelim bu. Buradan hareketle ve az önce işaret ettiğim 1999-2014 konjonktüründeki kaymalar bağlamında, Diyarbakır’da iki farklı mekânsallığın, Kürt siyasal hareketinin “sömürge sonrası mekânı” ile devletin “savaş sonrası mekânı”nın aynı anda var olduğu iddia edilebilir. Her şeyden evvel bunların karşılaşma anlarını, örtüşme ve zıtlaşma momentlerini ortaya çıkararak şehirdeki mekânsal süreçleri anlamlandırabileceğimizi iddia ediyorum.

İkinci dayanak noktam ise esasen Marksist kent kuramcısı Jamie Gough’dan mülhem neoliberalizm revizyonu. Buna göre neoliberal şehircilik basitçe kentsel rantların veya varlıkların kent yoksullarından varsıllara veya sermaye gruplarına aktarılması olarak anlaşılamaz, burada metalaşma ve gayri siyasileştirme (depoliticization) olarak adlandırılabilecek iki temel sürecin iç içeliğini ısrarla vurgulamak gerekir. Neoliberal şehircilik, tam da kent yoksullarının, mülksüzlerin yaşam ve çalışma alanlarına el koyulurken, bu alanlar metalaştırılıp yeniden piyasaya açılırken bir taraftan da onların politik kapasitelerine el koyulması aslında. Bu kesimler yalnızca yerlerinden edilmiyor, yerlerinden edilirken aynı zamanda geçmişten bugüne sahip olageldikleri sosyalizasyon ağları, dolayısıyla beraber harekete geçme kabiliyetleri ve nihayet politik kapasiteleri ortadan kaldırılıyor. Sermayenin hangi motivasyonlarla ve ne şekilde hareket ettiğini, kesinlikle toplumsal güç ilişkilerinden ayrı bir varlık olarak düşünmememiz gereken devletin nasıl hareket ettiğini, nasıl yeni durumlara kendini adapte ettiğini açıklayabilmemiz için bu tür bir revizyona ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Peki Diyarbakır’da neoliberal kentleşme sürecini anlamak için neye odaklandın?

Araştırmam iki temel alana odaklandı. Birincisi, tarihi kent merkezi Suriçi’nde devam etmekte olan kentsel dönüşüm projeleri üzerinden Suriçi’nin tarihi ve kültürel peyzajının yeniden tanımlanması sürecine baktım. İkinci olarak da Diyarbakır il merkezinin dört ilçesinden biri olan ve bütünüyle 1990 sonrasında hızlı bir yapılaşma sonucu ortaya çıkmış olan Kayapınar’daki banliyöleşme sürecine odaklandım. Toplamda 10.000 kişinin yaşadığı bir kırsal yerleşim alanından 25 sene içerisinde 300.000 kişinin yaşadığı bir yer haline geliyor Kayapınar. Özellikle 2000’lerde inşa olunan kesimi söz konusu olduğunda, kentin geri kalanıyla hem yapı stoku, mimari kalitesi itibariyle hem de toplumsal sınıfsal kompozisyonu itibariyle farklılaşmış bir yerden bahsediyoruz Kayapınar dediğimizde. Büyük caddeleriyle, parklarıyla, 10-15 katlı apartmanları ve kapalı siteleriyle Diyarbakır’ın “yeni yüzü”nü simgeliyor burası.

Kısacası, banliyöleşme ve kentsel dönüşüm sürecine aynı anda odaklanarak Diyarbakır’da mekân üretim süreçlerinin nasıl işlediğini, bu süreçlerin maddi boyutunu, politik-idari mimarisini ve daha ideolojik-sembolik düzeyde geride yatan mekânsal muhayyilelerin neler olduğunu inceledim. Ne türden mekânsal tasavvur ve stratejiler var politika oluşturucularının, sermaye gruplarının, belediyecilerin, devlet kurumlarındaki uzmanların kafalarında, ne türden bir kent hayal ediyorlar ve bu hayal ne türden mekânsal müdahalelere yol açıyor?

“TOKİ Diyarbakır’da maksimum kar elde etmeyi değil prestijini düşünüyor”

Mekânı üretme gücü olan aktörlerin kafalarındaki kent modeli nedir, buna dair politikalarını nasıl işletiyorlar?

Suriçi’nden başlayarak anlatabilirim aslında. Suriçi’nde resmi olarak 2009’da başlayan ve halen tamamlanmamış olan bir kentsel dönüşüm süreci yaşanıyor. Esasında ilk bakışta Tarlabaşı’ndaki, Sulukule’deki kentsel dönüşüm süreçlerine benzer bir mekanik üzerinden işliyor bu süreç. Bir tarafta belediye, bir tarafta TOKİ, valilik ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yerel teşkilatı, bir tarafta da yerel sermaye grupları var. Diyarbakır gibi merkez ve yereldeki siyasal odaklar arasında yoğun bir mücadelenin devam ettiği bir şehirde beklenecek olanın aksine bütün o bölgenin dönüşümüne dair bir uzlaşma olduğunu gördüm. Temelde eski Diyarbakır’ın sahip olduğu düşünülen birtakım kültürel ve tarihi niteliklerin öne çıkarılması yoluyla Suriçi’nin yeniden yapılandırılması olarak tanımlayabileceğimiz bir ortak öngörünün olduğunu fark ettim. Bunun da bana kalırsa geri planında turizm odaklı bir ekonomik büyüme perspektifi var. Turizm yoluyla bölgeye sermaye çekmek, vaktiyle Diyarbakır’dan kaçmış iş insanlarını geri çağırmak, kente sermaye kazandırmak amaçlanıyor. Turizm üzerinden gelişen ekonomik büyüme politikasının bir tür uzlaşma zemini olarak ortada durduğunu düşünüyorum.

Ancak, bu uzlaşma tamamen mutlak ve mükemmel bir uzlaşma değil. Bunun gerisinde birtakım kavgalar da yaşanıyor. Tarihi ve kültürel peyzajın yeniden tanımlanması hangi unsurlar üzerinden olacak? Yani o eski Diyarbakır’ı tanımlayan nitelikler neler? Bu bir kavga konusu. Ulusal düzeyde geleneksel Kemalist tezin bütünüyle çöküp geride bir politik boşluk bırakmasıyla birlikte iki ayrı otantiklik iddiası kıyasıya bir rekabete girişiyor bence. Bir tanesi Kürt siyasal hareketinin ortaya koyduğu, Kürt kimliğinin, Kürdistan’ın başkenti Diyarbakır hayali, diğeri ise dini kimlik üzerinden, İslam kardeşliği söylemi üzerinden şekillenmiş olan “Sahabeler kenti Diyarbakır” hayali. Şüphesiz Kürt siyasal hareketinin geliştirdiği söylem çok daha güçlü ve etkili, diğeri ise ancak ilkine tepki olarak ortaya çıkmış reaktif bir söylem.

Kürt siyasal hareketi –ki burada yalnızca PKK’yi değil, onun da içinde olduğu ama belediyeler, sivil toplum kuruluşları, iş dünyası vb. ile tüm bir aktör ailesini kastediyorum– Diyarbakır’ı, modern Türkiye tarihi boyunca şehrin yaşadığı tüm kayıplara karşı, Ortadoğu’nun çok kültürlü, çok kimlikli başkenti olarak hayal ediyor. Esasında bu siyasal çizginin 1970’li yıllardan bu yana değişmeyen temel tezlerinden bir tanesi Kürdistan’ın Türkiye’nin sömürgesi olduğu tezidir. Bağımsız Kürdistan hedefinden vazgeçilmiş olsa da kültürel, ekonomik ve politik düzeylerde Kürt bölgesinin sömürgesizleştirilmesi temel hedeflerden biridir. Tam da bu hedef doğrultusunda Diyarbakır mekânsal anlamda tekrardan temellük edilecek, yeniden sahiplenecek bir şehir olarak görülür. 2000’li yıllarda belediyelerin kurumsal varlığı sayesinde buna dönük bir takım politikalar geliştirildi. Örneğin, kültür festivalleri düzenlendi, peş peşe kültür merkezleri açıldı, parklara veya şehir meydanlarına Kürt siyasal tarihinin saygın figürlerinin isimleri verildi ya da heykelleri dikildi. Söylemsel müdahalelerin yanında sokak ve meydan düzenlemeleri ya da restorasyon projeleri gibi fiziksel müdahalelerden de bahsetmek mümkün. Örneğin, Şeyh Said’in 1925’te asıldığı, erken cumhuriyet döneminden bu yana peş peşe fiziki müdahalelere uğramış olan Dağkapı Meydanı yeniden düzenlendi. 20. yüzyılın başından bu yana Kürt ulusal özlemlerinin taşıyıcısı olmuş önemli siyasal figürlerden Cemilpaşazade ailesinin Alipaşa mahallesindeki konağı yakın zaman önce restore edildi ve kent müzesi olarak yeniden işlevlendirildi. Aynı zamanda Surp Giragos Ermeni Kilisesi etkileyici bir çabayla tamamen yeniden ayağa kaldırıldı. Tüm bu fiziki müdahalelere bir bütün olarak baktığımızda Diyarbakır’ın Kürt kimliği üzerinden tarif edilen ama Kürt siyasal hareketinin taşıyıcısı olduğunu iddia ettiği çok kültürlü ve demokratik yaşam felsefesi uyarınca Ortadoğu’nun başkenti olarak yeniden inşasına dönük hamlelerin izlerini görebiliriz.

Buna karşılık, AKP’nin ve adeta paralel bir yerel yönetim mekanizması gibi işleyen yerel devlet kurumlarının başka bir Diyarbakır hayalini harekete geçirmeye çalıştığını görüyoruz: Sahabeler Kenti Diyarbakır. “Biz eskisi gibi Kürtler yoktur demiyoruz, Kürtler vardır, Kürtler ile Türkler arasındaki ve Kürtler ile devlet arasındaki ilişki İslam kardeşliği üzerinden yeniden tanımlanmalıdır, bizi bir arada tutan şey aynı dinden olmamızdır” gibi bir anlatım üzerinden işleyen bir söylem bu. Yine bu doğrultuda söylemsel ve fiziksel müdahaleler olduğunu görüyoruz. Özellikle AKP ile Gülen cemaati arasındaki ittifakın halen sürdüğü dönemde gerçekleştirilen sempozyumlar, şehir merkezindeki kimi tarihi kalıntılar üzerinden başlayan tartışmalar ve Ulu Camii gibi anıtsal yapıların restorasyonunu çerçevelemeye dönük müdahaleler bu söyleme örnek kabul edilebilir.


Suriçi’ndeki yerleşimler

Özetlersem: Diyarbakır’ın sahip olduğu düşünülen kimi yerel unsurların öne çıkarılmasına dair bir gayret ve buna uygun kimi mekânsal müdahaleler var. Suriçi’nde TOKİ-belediye resmi ortaklığıyla devam eden kentsel dönüşüm projeleri bu müdahalelerle eşzamanlı olarak gerçekleşiyor. Tüm politika oluşturucularının zaman içinde ve tedrici olarak uzlaştıkları turizm üzerinden ekonomik canlanma yaratma perspektifi bu sürece zemin oluşturmuş durumda. Bu uzlaşı zemini aynı zamanda politik-idari ve söylemsel düzeylerde bir dizi kavganın da alanı. Ancak, tarafların kente dair mekânsal tasavvur ve stratejileri kimi noktalarda beklenmedik şekilde örtüşüyor. Örneğin, bambaşka otantiklik iddialarına yaslansa da Suriçi’nin yeniden tanımlanması gayesi turizm odaklı bir mekânsal organizasyonun bölgenin son derece yoksul ve güvencesiz sakinlerinin yerlerinden edileceği gerçeğini bütünüyle önemsiz kılmasa da sonuçları itibariyle kabul edilebilir hale getiriyor. Bu işin bir boyutu.

İkinci ise boyutu devlete ve TOKİ’ye dair. Popüler düzeyde TOKİ’ye dair temel anlatı şu: “TOKİ muazzam gücüyle bir alana gelir, bu böyle olacak der ve oradan maksimum kârı elde ederek çıkmak ister.” Ama Suriçi’nde böyle olmadı. 2009’da nihai protokollerin imzalanması sürecinde, Kürt hareketinin bir kez daha yerel yönetimi ele geçirdiği dönemde, TOKİ yereldeki güç dengelerinden dolayı belediyeyle bir uzlaşma aramak zorunda kaldı. Yasal olarak protokol bir gereklilikti ama bunun gerisinde politik bir gerçeklik de vardı. Buna karşılık, belediye yönetimi de kendi manevra alanını genişletebilmek için uygulanacak projenin yeniden yapılacak bir koruma amaçlı imar planına uygun olma şartını protokole koydurdu. Suriçi için 1990’ların başından kalma bir koruma amaçlı imar planı vardı ama büyük ölçüde geçersiz olmuştu. Üstelik dönemin koruma standartları çok yüksek olmadığından Suriçi’nde 4-5 katlı yapılara izin veriyordu bu plan. Planın revize edilmesi tam üç sene sürdü. Ankara’da bir planlama şirketine hazırlatılan yeni plan, 1950 öncesi kadastral plana dönmeyi, buna uygun olarak Suriçi’ndeki sokak dokusunu ve parsel yapısını ortaya çıkartmayı öneriyordu. Bu da mevcuttaki yapıların önemlice bir kısmının yıkılacağı ve yapı yoğunluğunun azaltılacağı anlamına geliyordu. Üstelik proje kapsamında yapılacak yeni yapıların parsel bazında mimari tasarıma sahip olmasını şart koşuyordu. TOKİ için süreci inanılmaz uzatan bir müdahale oldu bu. Üstelik masrafları arttırıyor, yapılacak projenin ekonomik getirisini azaltıyordu. Bütün bunlara baktığımızda TOKİ’nin maksimum kâr arayışının önünü kesen faktörler bunlar ama TOKİ bunu kabul etti. Ankara’da TOKİ yöneticilerine “neden kabul ettiniz?” diye sorduğumda “biz Diyarbakır’da kar hedefinde değiliz, bu bizim için prestij projesi” demişlerdi. Konut alım satışının son derece sınırlı olduğu, ticari yapılar dışında kiracılık sisteminin gayri efektif biçimde işlediği Suriçi’nde orta vadede emlak piyasasının rasyonalize olmasını, efektif hale gelmesini önemsiyor ve bekliyor olabilirler. Ama ilk etapta diyorlar ki, “bizim TOKİ olarak imajımız kötü, her yeri yıkan bir aktör olarak görünüyoruz ama biz bundan daha fazlasıyız ve bunu Diyarbakır gibi bir yerde yapacağız.” Bu bence basitçe propaganda denilip kenara atılacak bir şey değil. Aksine TOKİ’nin ve devlet kurumlarının hem Diyarbakır’da ama hem de ülkenin bütününde gerçekleşen mekânsal müdahaleler içindeki rolüne dair bir dizi meseleye dikkatimizi çekmesi gereken bir söz.

Tabii bu sözün Diyarbakır bağlamında söyleniyor olmasının bir anlamı var. Suriçi’ndeki kentsel dönüşüm projesi, TOKİ, Valilik ve Bakanlık açısından, siyasal mobilizasyonun yüksek olduğu bölgeyi dağıtmak, orta vadede rasyonel işleyen bir emlâk piyasası oluşturmak, otel ve kafe gibi turizme yönelik işletmelerle bir ekonomik canlanma yaratmak gibi motivasyonlar üzerine inşa olduğu gibi, bunlara bir de Kürt toplumuna hizmet götüren devlet anlayışını beton ve demirle cisimleştirme gayesini de eklemek gerekir. 90’ların baskıcı, Kürtleri dehşetle korkutan devlet algısının karşısına devletin “hizmetkâr” yüzüyle çıkmak istiyorlar. “Prestij projesi” ifadesi de esasen bununla ilgili. Bütün bunlar bize, TOKİ gibi işlevi ve yönelimi itibariyle monolitik kabul edilen bir aygıtın bile kendi içerisinde yeniden uyarlanmalar geçirdiğini gösteriyor. TOKİ’nin bu vasfını anlamadan kentsel dönüşümü ya da devletin bu süreçlerdeki konumunu ve rolünü anlamak mümkün değil.

“Bugüne kadar kayıp anlatıları üzerinden anlamlandırılan Diyarbakır’ın yeniden inşası, Kürt siyasal hareketinin sömürgesizleştirme hedefiyle birlikte yürüyor”

Suriçi’ndeki kentsel yenileme ve Kayapınar’daki banliyöleşme aslında tüm büyük kentlerde yaşanan kentleşme profiline dair örnekler. Ama genelden farklı olarak bu örneklerin Diyarbakır’da farklı bir anlamı ya da yere özgü bir tarafı var mı?

İlk bakışta Türkiye’nin birçok şehriyle benzer bir süreç yaşıyor Diyarbakır, ama örneğin Kayapınar’a baktığımızda özgün olan 2000’lerde yaşanan siyasal kavganın momentleri. Kayapınar yine yüzbinlerce insanın yaşadığı bir ilçe haline gelirdi, ama onu Diyarbakır’ın “yeni yüzü” haline getiren şey tam da mevcut siyasal konfigürasyon.

Burada belediyenin konumu önemli. Diyarbakır planlı gelişmiş bir kent değil, tek parti dönemindeki kısmi planlı gelişme haricinde Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan nazım imar planları uygulanamamış. Bu durum 2000’lerde değişmeye başlıyor, peş peşe yapılan ve sıkı sıkıya uygulanan planlar var. Planlama, yasal zorunluluğun ötesinde belediyecilerin şevkle sarıldıkları, politik yatırım olarak düşündükleri bir süreç haline geliyor. Bu bana enteresan gelmişti. Nasıl oluyor da bu denli plansız gelişmiş bir kentte, üstelik planlama disiplininin ulusal düzeyde bütünüyle değersizleştirildiği bir dönemde görece disiplinli planlama uygulamaları söz konusu oluyor? Ben hep planlamaya bu denli kuvvetli bir inanç nereden geliyor diye düşünüyordum. Benim cevabım şu, rasyonel kurallar çerçevesinde işleyen bir kentin varlığı, Kürt belediyeciler için politik başarının bedenleşmiş hali. Geniş caddeler, yeşil alanların artması, park alanlarının oluşturulması gibi müdahaleler, Kürt belediyeciler için “biz de yapabiliriz”i özellikle Türkiye’nin batısına gösteren bir politik başarı olarak düşünülüyor.

Diyarbakır, Kürt siyasi hareketi temsilcileri tarafından, 19. yüzyılın ikinci yarısından bugüne birtakım kayıp anlatıları üzerinden anlamlandırılan bir kent. Nüfusunu, çok kültürlü yapısını kaybetmiş ama en önemlisi Osmanlı İmparatorluğu içinde sahip olduğu ekonomik ve idari merkez konumunu kaybetmiş ve bir ulus devletin köşesinde kalmış, siyaseten ve ekonomik anlamda kenara itilmiş bir kent olarak düşünülüyor. Bu kayıplara karşı şehrin yeniden inşa edilmesi, Kürt siyasal hareketinin sömürgesizleştirme hedefiyle iç içe geçen bir şey. Kayapınar da bana kalırsa yeniden inşa edilmesi hayal edilen kentin şu zamana kadar aldığı görünümdür.


Kayapınar’daki yerleşimler

Banliyöleşme meselesinde, daha spesifik olarak söylersek, konut arzının politik olarak inşasında bir diğer önemli unsur yine TOKİ. Bugün Kayapınar’ın var olduğu alan bomboş bir kırsal yerleşim alanıydı. Birtakım tarihsel koşullar nedeniyle Diyarbakır’da arsa sahipleri çok güçlü, konut ekonomisi bakımından bunun sonucu muazzam arsa paylarını ortaya çıkması. Buna karşılık yapsat sistemini kırmaya çalışan bir müteahhit grubu var. Son yıllarda Türkiye’nin bütününde gözlenen imar faaliyetine paralel olarak şehirdeki müteahhitlerin de hareketlendiğini görüyoruz. Bunlar içindeki sayıca küçük ama etkili bir kesim geleneksel yapsatçı konut ekonomisi çerçevesini zorlamaya başlıyor. Ancak bu dar gruptaki güçlenmeye rağmen, onlarla arsa sahipleri arasındaki iktisadi denge 2000’lerde inşa edilen konutların büyük ölçüde üst-orta sınıfa hitap eden konutlar olması sonucunu ortaya çıkardı. Kayapınar’ın 2000’lerde oluşan kısmı lüks konutlarla dolu. Ancak, diğer taraftan kentte halen büyük bir konut ihtiyacı var, öğretmenler, devlet memurları gibi daha mütevazı ama düzenli gelire sahip grupların konut ihtiyacı özel firmalar tarafından bütünüyle karşılanamıyor. Bu kesimlerden gelen talep TOKİ’de yanıt buldu. TOKİ 2003 sonrası dönemde Diyarbakır’da 10.000 konut inşa etti, o dönemde en yoğun faaliyet yaptığı kentlerden biri oldu Diyarbakır. Kent merkezinin periferisinde inşa edilen konutlar esasen orta sınıf ve alt-orta sınıfa hitap eden konutlardı. İşte bu TOKİ’yi dair anlamamız gereken unsurlardan bir diğeri. TOKİ, piyasada kendine konut bulamayan kesimi de ev sahibi yapmayı hedefliyor, yani sadece yoksulları yerinden edelim sermayeye yer açalım meselesi değil. Burada yine devletin “hizmetkâr” yüzünü gösterme gayesi var.

Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: TOKİ, bir yandan karışık mülkiyet yapılarını düzleyerek konut ve arsa piyasasını formelleştiren, piyasada efektif biçimde yer bulamayan arsa ve konutları alınır satılır unsurlar haline getiren bir kurumsal aktör. Diğer yandan da şehirlerin çeperlerindeki büyük ölçekli alanları imara açarak konut ve arsa piyasalarındaki metalaşma süreçlerini derinleştiren bir aktör. Yani, TOKİ sadece Sulukule, Tarlabaşı değil, aynı zamanda Halkalı ya da Kayaşehir. Dolayısıyla, TOKİ’nin Kayapınar’daki banliyöleşme sürecindeki rolüne odaklanmak, hem devletin Kürt coğrafyasındaki mekân politikalarının bir yüzünü ortaya koyuyor hem de Türkiye’nin bütününde yaşadığımız güncel kentsel süreçlerin ikili vasfını görmemizi mümkün kılıyor.

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın