Modernite Eksperi

ArkiPARC 2008'in konuğu olarak İstanbul'a gelen Rem Koolhaas ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Seyrek: Öncelikle New York’taki yeni binanız ile ilgili basit bir soruyla başlamak istiyorum. Bildiğimiz kadarıyla bu bina Manhattan’da gerçekleştirdiğiniz ilk yapı olacak. 1978’te yayınlanan ve Manhattan’ı pek çok insanın gözünde değiştiren “Delirious New York” isimli kitabınızdan bu yana geçen uzun yıllardan sonra orada bir yapı gerçekleştiriyor olmak nasıl bir duygu?

Rem Koolhaas: Çok özel bir duygu vermiyor. New York için o kadar çok proje yaptık ki, birinin gerçekleşiyor olması, piyango gibi bir şey. Gayet sıradan bir sürecin sonunda, bir proje geliştiricisinin bize başvurmasıyla elde ettiğimiz bir iş. Aslında biraz da klişe bir durum söz konusu çünkü New York’un tarihinde ilk defa yabancı mimarlar revaçta. Jean Nouvel ya da kimi isterseniz şimdi orada apartmanlar yapıyorlar. Bu nedenle o kadar da özel bir durum yok ortada. Ama güzel bir proje.

PS: Demek yarışma değil. Peki yarışmalarla aranız şimdilerde nasıl? Biliyoruz ki ofisinizin temelleri tasarım yarışmalarına dayanıyor ve yarışmalar sizin için geçmişte çok önemliydi?

RK: Hala yarışmalara katılıyoruz aslında ama neredeyse hiç kazanamıyoruz (gülüyor). Yine de yarışmalar fikir üretmek ve yoğunlaşmak için iyi bir yol. Şimdi Brüksel’deki Avrupa Birliği Genel Merkezi ve Tayvan’da bir sanat merkezi için açılan yarışmalara hazırlanıyoruz. Dolayısıyla, başka yollardan elde edemediğimiz işleri almak için yarışmalara katılıyoruz. Kısacası hem araştırma yapmak hem de iş elde etmek için yarışmalara katılmaya devam ediyoruz. Zaten bundan bir kariyer oluşturmuş durumdayız. Hiçbir zaman bir şeyi bunun ya da şunun için yapmıyoruz. İkisi için de yapıyoruz.

PS: Dün basın toplantısında İstanbul ve Türkiye hakkındaki fikirleriniz soruldu. Herhangi bir turistten daha fazla bilgiye sahip olmadığınızı söylediniz. Biraz egosantrik sorular belki bunlar.

RK: “Bizim hakkımızda ne düşünüyorsunuz,” her zaman sorulan ilk sorudur (gülüyor).

PS: Peki Türkiye’de bir proje gerçekleştirme olasılığı ortaya çıktığı zaman yapacağınız araştırmayı nasıl gerçekleştirmeyi düşünürsünüz? Biliyoruz ki bir alanda proje gerçekleştirmeden önce yoğun şekilde araştırma yapıyorsunuz ve Türkiye’de biz kayıt tutma konusunda pek başarılı sayılmayız.

RK: Araştırma yapmak için her zaman kayıtlardan faydalanmak gerekmiyor. İşin içinde olan insanlarla konuşmak veya o ülkenin dışındaki kütüphanelerden kişilerle görüşmek de bize faydalı bilgiler sağlayabiliyor. Lagos’u Türkiye ile karşılaştırmak istemiyorum ama örneğin biz Lagos için araştırma yaparken bilgilerin yarısını Lagos’un dışından, Londra’dan, New York’tan edindik. Lagos’taki mimari ürünlerin birçoğu Yugoslavya kökenli olduğu için Belgrad’da pek çok şey bulduk. Eski politikacılarla konuştuk. Kısacası gerekli olan bir anlamda gazetecilik yapmak. Yani her zaman kayıtlara ihtiyaç duymuyoruz, kendi gözlemlerimize oldukça güveniyoruz. O yüzden “derinlik” her şeymiş gibi yapmak istemiyorum. Doğruluk ve tamlık aynı derecede önemli. Ayrıca sizin gibi, o yerdeki insanlarla birlikte çalışıyor, onlar aracılığıyla yakınlık kuruyoruz. Aslında duruma göre farklı yöntemler izleyebiliyoruz. Örnek vermek gerekirse, Avrupa Birliği ile ilgili çalışmamızda neredeyse hiç araştırma yapmadık, spekülatif bir projeydi. Zaman zaman söylüyorum, “araştırma” kelimesi (research) bence sıklıkla yersiz kullanılıyor. Bazılarının “araştırma” dediği şeye bir diğeri “düşünme” diyebilir. Bu nedenle bu çeşit bir terim enflasyonuna katkıda bulunmak istemiyorum.

PS: Dünyanın en büyük mimarlık merkezlerinden olan Hollanda Mimarlık Enstitüsü (NAi) sadece mimarlık üzerine yoğunlaşmış olmakla birlikte pek çok kişi için değerli bir bilgi kaynağı. Burası hakkında ne düşünüyorsunuz, siz buradan faydalanıyor musunuz?

RK: Bence çok iyi bir kurum. Ofis olarak NAi’den oldukça sık faydalanıyoruz, zaten malzemelerimizin bir kısmı da orada. Benim kurumla olan ilişkim ise daha çok başkana bağlı olarak değişiyor. Ole Bouman başkan olduğundan beri NAi ile ilişkilerim daha yoğun çünkü onun programlarıyla daha çok ilgileniyorum, bazı ortak noktalarımız var. Bence Ole Bouman gibi biraz eleştirel birinin orada olması Rotterdam için çok iyi. Beraber hazırladığımız iki proje var. Bunlardan biri Orta Doğu ile ilgili olacak. Kendisi bu aralar çok yoğun ve Hollanda hükümeti her ne kadar mimarlığa yatırım yapıyor, bütçe ayırıyor da olsa para her zaman büyük bir problem.

Ömer Kanıpak: “Yıldız mimar” ve “ikonik mimarlık” kavramlarını oluşturan mekanizmalardan biri olarak mimarlık merkezleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

RK: Sanırım bundan bir kaçış yok. Şu anki küresel kültürün bir parçası. Temel olarak propaganda ve yıkım arasında hiçbir şey yok. Eskiden kendine saygı duyan mimarlık enstitülerinin, eleştirel bir pozisyonu olurdu, mimarları ve mimarlığı eleştirirlerdi. Artık her şey destekleyici olmak zorunda. Bununla imha arasında hiçbir şey yok. Gerçekten garip çünkü işin içinde olan herkes için bu durum çok zor. Büyük ihtimalle sizin içinde aynı şey geçerli. Bir mimarı eleştirdiğinizde herhalde ortalık ayağa kalkıyordur. Hollanda’da basın eskiden beri son derece eleştireldir. Onlarda bile bu ton yok olmaya başladı. Kariyerimin başını düşünüyorum da, işlerimiz hakkında son derece ağır eleştiriler alıyorduk ve buna alışmıştık. Hollanda’da yapıtığımız ilk bina, Lahey Dans Akademisi hakkında bir eleştirmen şöyle demişti: “Bir zamanlar gelecek vaadeden bir gencin sonu” (gülüyor). Bir anlamda bu, şimdikinden daha iyi bir yaklaşım.

PS: New York Mimarlık Merkezi ve Londra CABE’den konuştuğum yetkililer hükümet destekli olmalarından kaynaklanan, bağımsızlıklarını koruyamama riskinden bahsediyorlardı.

ÖK: Biz o anlamda şanslıyız, hükümete veya herhangi başka bir kuruma bağımlı değiliz. Yine de bizi destekleyen yapı endüstrisinden özel kuruluşlar, yıldızları görmek istiyorlar.

RK: Bu gerçekten çılgınlık! Üstelik yıldız mimarların konferansları da son derece sıkıcı oluyor, değil mi? (gülüyor)

ÖK: Aslında değil ama sadece yıldızlara odaklanmak, isimsiz mimarların yaptığı heyecan verici işleri kaçırmak anlamına gelebilir.

PS: ArkiPARC konferanslarında küreselleşen şehir ve kentsel dönüşüm bağlamlarında sık sık “yoğunluk”tan bahsedildiğini fark ettim. Siz bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

RK: “Sürdürülebilirlik” gibi, “yoğunluk” hakkında da bu günlerde pek çok insan, her şeye çözümmüş gibi konuşuyor. Mesela Foster ve Rogers’ın argümanları çoğunlukla bu yönde. Muhtemelen burada bir nebze ikiyüzlülük var: “Başarılı olmak için çok miktarda inşaat yapmak zorundasınız,” gibi…

ÖK: Peki Dubai Waterfront projeniz hakkında ne söyleyebilirsiniz? Orada siz de yüksek yoğunluk yaratıyorsunuz. Sizce işe yarayacak mı?

RK: Herhangi bir planın işe yarayıp yaramayacağını bilebilmek için aşağı yukarı 10 yıl geçmesi gerekir ve bu 10 yıl içinde plan üzerinde çalışmaya devam etmem gerekir. O diagramda belirli bir amaç ve belirli bir olasılık var, fakat işlemesi için, örneğin bazı kuruluşlarının orada olması ve orada bir mikro ekonomi yaratması gerekir. Şu anda yapmaya çalıştığımız şey, sadece alışveriş merkezlerinden meydana gelen bir bölge oluşmasını önlemek için hükümeti, oraya bazı kamu kurumları yerleştirmeye ikna etmeye çalışmak. Ayrıca üniversiteyi de oraya getirmeye çalışıyoruz. Kısacası bu gelişim süreci hiç sona ermiyor. Yani hiçbir zaman bir şeyin garantisini veremezsiniz, uğraşmaya, zorlamaya devam etmek zorundasınız. Waterfront örneğinde çok şanslıyız çünkü proje geliştiricisi, bütün bu eylemler sırasında işin içinde olmamızı istiyor.

ÖK: Kısaca fiziksel şehrin yanında, onun ardındaki mekanizmaların inşasında da görev alıyor oluyorsunuz.

RK: Evet. Onlara, birlikte çalışabilecekleri insanları da önerebiliyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey, bir dereceye kadar o civardaki finansal etkinliği de tasarlamak. Bu arada “başarmak” teriminin karmaşık bir terim olduğunu da eklemek zorundayım. İlk defa büyük ölçekli bir kentsel tasarımda görev aldığımda, altyapı, trafik gibi elemanların birbirine geçişinin organizasyonu son derece zor bir yer olan Lille’de oldukça geleneksel diyebileceğimiz bir toplumsal yapı içerisinde, yaptığımız her şey inanılmaz bir şok etkisi yaratmıştı. Onlara göre yapılan her şey çirkin ve moderndi. Bazıları gerçekten çirkin ve moderndi, bu doğru, fakat bunlar şehir için çok iyi oldu. Bunu şimdi bile görebiliyoruz. Sadece yeni yapılan kısımlar değil, var olan eski şehir de bu plandan çok faydalandı ve Lille her geçen gün, ekonomik olarak daha güçlü bir kente dönüşüyor. Tabii ki sadece bizim projemiz sayesinde değil ama projemizin büyük katkısı oldu. O zamanlar proje hakkında, “tam bir fiyasko”, “gülünç”, “İskandinav istilasi” gibi son derece olumsuz yorumlar ve benzetmeler vardı, Paris’teki entellektüeller dehşete düşmüştü, fakat sonuç ortada.

ÖK: Sizce iyi işveren nasıldır? Tükiye’de durum biraz karışık. Ülkedeki ekonominin %50’sini oluşturmasına rağmen inşaat sektöründe yabancılar yok, sisteme giremiyorlar.

RK: İyi işverende kesinlikle, belli seviyede bir dünya görüşü, belli bir açıklık ve açık söylemek gerekirse, belli bir eğitim düzeyi olması gerekir. Bazen insanlar o kadar inatçı oluyorlar ve karmaşık bir proje gerçekleştirmenin nasıl bir acı demek olduğunun, sonuçlarının farkında olmuyorlar ki, olay trajikleşiyor. Bu aslında biraz da mimarlık hakkındaki iletişimin sahtekarlığından kaynaklanıyor. Mimarlık hakkında söylenenler hep, işin son derece kolay ve akıcı ilerlediği ve sonunda herkesin hoşuna giden bir şeyin ortaya çıktığı yönünde, masalsı şeyler. Yine de, o çeşit bir masumiyet bazen çok iyi sonuçlar da doğurabiliyor. İnsanlar ne yaptıklarını bilmedikleri zaman, onlara göre daha olumsuz olan bir diğerinin kaçınacağı bir şeyi destekleyebiliyorlar.

ÖK: Tükiye’de endüstrileşme dönemi yaşanmadı. Türkiye’nin modernleşmesi çok ani ve müdahaleler sonucunda oldu. Bu nedenle, büyük oranda inşaat sektörüne dayanan bir sistemimiz var. Avrupa’da endüstrileşme döneminde yükselen ve özel işveren potansiyelini oluşturan durumlar burada hiç oluşmadı. Buradaki hükümetler inşaat sektörünü güç aleti olarak kullanıyorlar. 1950’lerden itibaren politikacıların icraatlarına baktığımızda, şehir planları ve büyük mimari girişimleri politika için kullandıklarını görüyoruz. Bu büyük bir sorun. Mimarlık bu sistemde yerini alamıyor.

RK: Anlıyorum. Objektif bir ihtiyaç yok diyorsunuz. Bu nedenle belki de, bizim gibi insanlar için alışveriş merkezleri yerine, ne yaptığını bilen birileri için küçük bir şey yapmak daha enteresan olabilir. Bunun farkındayız. Alışveriş merkezleri yapmak için birkaç teklif aldık fakat “olmaz” dedik, en azından şimdilik…

PS: Çin hakkında yayınladığınız kitap “The Great Leap Forward” ismi ile tarihi bir referans veriyor ve siz ülkelerin veya şehirlerin tarihleri ile ilgilendiğinizi tekrarlıyorsunuz. İstanbul veya Türkiye’yi düşündüğünüzde, Yunan ve Bizans dönemlerine kadar giden tarih mi, yoksa bugünkü kent hayatını temelden etkileyen daha yakın tarih, Cumhuriyet tarihi mi sizin için daha ilginç?

RK: Bizi tanımlayan en iyi terimlerden biri “modernizasyon eksperleri” olabilir. Yani, modernizasyonun her boyutu bizi ilgilendirir. Bu nedenle, daha başka niyetimiz olmaksızın, tarihi bir detayı kendi başına ele alacağımız bir durumu güçlükle tahayyül ediyorum. Bunun yanında, pek çok projede tarihsel durumları analiz ediyoruz. Mesela Hermitage projesinde, bunu yapıyoruz, tek tek her odanın tarihine bakıyoruz; fakat bunu eninde sonuda modernizasyon bağlamında yapıyoruz. Bu bizim uzmanlık alanımız. Geleneksel durum değişiyor ve çoğunlukla kasıtlı olanla rastlantısal olanın karışımı yoluyla değişiyor, pek de iyi tanımlanmamış olan niyetleri hedefliyor. Herhangi bir senaryo olmaksızın, yoruma bağlı olarak ilerliyor. “Avrupa” fikrine bakarsanız, bir senaryosunun kalmadığını görürsünüz; kimse Avrupa’nın amacının ne olduğunu bilmiyor artık. Biz bütün bu durumlara karışmakla ve amacın ne olduğunu ortaya çıkarmak, başka bir deyişle, senaryo oluşturmakla ilgileniyoruz. Bütün bunları, uzun süren değişim müzakeresi çabası bağlamında görüyorum. Belki “değişimin müzakeresi”, modernizasyon sürecini anlatan başka bir terim olabilir, ne dersiniz?

Etiketler

Bir yanıt yazın