Emine ve Mehmet Öğün Mimarlık'ın kurucularından olan ve son zamanlarda Turgut Cansever'in kurduğu Ev ve Şehir Vakfı'nı yeniden canlandırma projesi üzerine yoğunlaşan Emine Öğün ile yaptığımız söyleşide, Vakıf ile ilgili çalışmalarından ve mimarlığa bakış açısından söz ettik.
Emine Öğün: Turgut Bey’le çalışmaya okuldayken büroda pafta çizerek başladık. Sonrasında ise Mehmet’le birlikte büroda çalışmaya devam ettik. Tam bir usta çırak ilişkisi olarak gelişti. Sonuçta hiçbir yeni mezun mimar 4 yıllık eğitimle mimar olamıyor. Üniversitede de hocalarla dağınık şekilde ve kısıtlı zamanlarda çalıştığınız için, bu usta çırak ilişkisi tam olarak inşa edilemiyor.
Uzun süre bir insanla birlikte çalıştığınızda, onun tavırlarını ve tepkilerini içselleştirmeye başlıyorsunuz. Kendi karakteriniz, genetik kodlarınız sebebiyle farklı düşündüğünüz noktalar oluyor ama sonuçta birlikte bir sürü şey üretiyorsunuz. İlk başta ustanın dedikleri oluyor, bir yerden sonra ise ustanız size o alanı boşaltıyor ve arada zıtlaşarak da olsa, onun beklentilerini karşılamaya başlayarak sorumluluk alıyorsunuz. Günün sonunda aynı çizgiyi devam ettiriyorsunuz. Kendi yaptığınız işlerde farklılaştığınız yönler de oluyor.
Emine Öğün: Evet, yarışmaya Turgut Bey’e hiç göstermeden girme kararı aldık. O da ne çizdiğimizi merak ediyor ve sonucu heyecanla bekliyordu. Yarışmada Doğan Tekeli jürideydi ve projenin Turgut Bey’in projesi olup olmadığından emin olamıyordu. Çünkü Turgut Bey’in koymayacağı yuvarlaklar ve bunun gibi birkaç tane daha postmodern unsur eklemiştik. Zarfı açtıklarında Cansever soyadını göremediler tabii, Öğün soyadı karşılarına çıktı. Sonradan benim Turgut Bey’in kızı olduğumu öğrendiler. Ardından kazandığımızın haberi bize ulaştı. Bir üye hariç ittifakla kazanmış olduk. Ama sonrasında belediye fikrini değiştirdi ve ikinci olan projeye yöneldi.
Emine Öğün: Turgut Bey’le olan maceramızda sadece konut ve otel çizmedik, birçok şey çizdik, çoğu uygulanmadı. Dolayısıyla tek bir alana odaklı değiliz. Ama şunu söylemek isterim; değişik insan işlevleri, illaki değişik biçim dışavurumları gerektirmez.
N. John Habraken, Amsterdam’daki kanal üstündeki yapılara baktığında içinde küçücük odalardan oluşan 200-300 senelik binaların korunduğunu ve farklı işlevlerde kullanıldıklarına işaret ediyor. Çünkü insan ölçeği belli, aşağı yukarı üçe üç metrelik bir odaya sığabilen yaratıklarız ve bu ölçüler içerisinde birçok fonksiyonu örgütlemek mümkün. Sadece bazı özel işlevler için büyük mekânlar gerekebiliyor ama insan ölçeği ana eksen olmak zorunda.
Turgut Bey’in söylemine bağlarsak; aslında bir yere ait olmak, önceden var olana eklenebilmek, önceden var olanı reddetmeden ve onun üstüne çıkmadan oluşturulan dille ve özel bir gösteri yapmadan var olabilmek, adeta müzikal bir kompozisyonun parçasıymış gibi bir duraktan öbür durağa geçen bir söylem inşa edebilmek bize hep önemli geldi. Turgut Bey bunu additif, kümülatif ve mass yani birbirine eklenen, yığın bütünlük olarak tanımlıyor. Birçok parçadan oluşan ve bir bütünü oluşturan eylemler serisinin, tarihi süreklilik içerisinde parçası olmak da diyebiliriz.
Amanruya’da da boş bir arazidesiniz ama orada bütün Osmanlı mirasının Akdeniz havzasının izleri var. En çok da Demir Tatil Köyü’nü anımsatıyor tabii. Demir Tatil Köyü’nün ilk çizimleri 1970’lerde yapılmış, biz Turgut Bey ile sonrasında çalıştık. Taş binaları yapmaya karar verdi ve tasarım dilini olabildiğince saflaştırarak basit prizmalara indirgedi. Prizmalar; birbirlerine göre yönlerini, cephelerini ve kotlarını değiştirerek hareket ediyorlardı. Adeta yerel halk oyunlarındaki hareketler gibi dans ediyorlardı. Çok devingen bir tasarım ortaya çıktı; her birey için özelleşmiş ara mekânları ve onların etrafından ya da arasından süzülerek geçtiğiniz sokak perspektifleri, gölge oyunları, odaklar yaratmak mümkün hale gelmişti. O proje bize bunları deneyimleme şansı sundu, sonrasında başka yerlerde de bu yaklaşımın üzerine gittik.
Amanruya gündeme gelince oluşan desen, yavaş yavaş yükselerek en son durağa gelip sonra arazinin içine dağıldı. Bu, bütün yaşam çevreleri için temel olan ve tabii yeni de olmayan bir modeldi.
Yunan şehir gridleri oluşmadan önce var olan şehir kurgularına, sonrasında da gridin reddedilmesiyle beraber ortaya çıkan Orta Çağ, Bizans ve Osmanlı’ya baktığımızda devam eden bir kurgu olduğunu görüyoruz.
Camillo Sitte’nin Sanatsal İlkelere Göre Şehirlerin İnşası kitabında; mesela çeşmenin ya da heykelin bir meydanda neden belli bir noktaya konduğunu anlatıyor. Önceden zemin yalnızca bir topraktı; insanlar meydanların ortasında bir boşlukta çeşitli yönlerde hareket ediyorlardı. Kullanılmayan boş alanlar oluşuyordu ve geleneksel tasarımcılar oraları doğru şekilde değerlendirdi. Modern tasarım yaklaşımlarındaki gibi gelip aksların merkezine bir şey koymak gibi bir tavır yoktu.
Çocuklar nasıl karda kenarlarda, belirli bölgelerde biriken yerlere kardan adamlarını yapıyorlarsa, biz de çocukların yaptığı gibi yapmaya çalışıyoruz. Yeni şehirlerin tasarlanma süreçlerinde, tepeden inme şemaların örgütlediği şehirler değil de üzerinde yaşadığımız zeminin -yani bizim- var olmamızı sağlayan tabiatın, topoğrafyanın yönlendirdiği şekilde davranmayı doğru buluyoruz.
Aklımızdaki ham geometrileri değil de ,orada var olanı referans almamız gerektiğini düşünüyoruz. Amanruya da bu yaklaşımla ilgili bir deneme.
Emine Öğün: Zeminin organizma olma karakteriyle grid aynı şey değil. Çünkü zeminde çok çeşitli organizmalar var ve bunların üst üste düşen deseni hiçbir zaman bir grid oluşturmuyor. Turgut Bey’in standartlar düzeni dediği bazı standartlaşmış elemanların kullanımıyla oluşan çok müthiş bir düzen var ama bu da bir gride benzemiyor. Dikkat ederseniz, tasarımcıların gridlerini insanlar gecekondulaştırarak bozuyorlar. Grid çok ham ve kolay bir şey, yapıldığı anda o kadar eşit ve aynı oluyor ki, farklılık denen nesne yok oluyor.
Emine Öğün: Turgut Bey, Ev ve Şehir Vakfı’nı çok büyük bir heyecanla kurdu. Çünkü 1999 depremiyle birlikte şehirler -özellikle de İstanbul- için yıkılma riski çok belirgin hale geldi. Bunun bizler için uyarıcı olacağını zannettik ama öyle olmadı. Aradan geçen sürede Türkiye’de bir şeyleri değiştirmek ve şehri yıkıp yeniden yapmak kolay değildi. Hatta kentsel dönüşüm konusunda bile çok az yol aldık. Açıkçası süreç içerisinde jeologlar zeminle ilgili bir sürü meseleden söz ettiler, inşaat mühendisleri binaları sağlamlaştırırız dediler. Ama mimarlar bu konuda konuşmadılar.
2000’lerde yapılan çalışmalarda Türkiye’deki inşaat mühendislerinin tümünün sayısı güçlendirmeyi yapmaya yetmiyordu. Yer bilimciler alanlarının dışına çıkarak öneriler dillendirdiler, ada ada ele alalım, çok katlı yapılar inşa edelim dediler ama şehir planlamacılar da mimarlar da bu sürece pek katılmadılar.
Sanırım sorumluluk mimarlarda, ne görüşlerini ortaya koydular ne de çözüm bulmak için bir araya geldiler. Vakfın harekete geçmesi bu anlamda bir fayda sağlayabilir. Esas amaç bu dağınık düşünce alanını bir araya toplamak. Bunun yanında “Türkiye’nin elindeki imkanlar nedir?”, “Cansever’in de söylediği gibi yeni şehirler üretmek mümkün müdür?”, “Mümkünse de nerelerde olur?” gibi sorular üzerine yoğunlaşıyoruz. Adım adım hem kendimiz araştırıyoruz hem de bazı iş birlikleri yapıyoruz.
Emine Öğün: Süleymaniye, Eyüp, Safranbolu, Mardin, Kilis gibi korunmuş yerler ve eski mahalleler bizleri heyecanlandırıyor. Aynı Camillo Sitte’nin bütün o Orta Çağ, Rönesans ve Antik Dönem’deki meydanlar konusundaki heyecanı gibi… Aralarında çok fark yok. Hristiyan tavır biraz daha farklı olsa da aşağı yukarı aynı. İnsanın tekdüze bir bakış yerine hareketli bir gözle sürekli devingen bir şekilde dolaşmasına göre inşa edilmiş şehirler bunlar.
Bunu Kevin Lynch “Kent İmgesi” kitabında anlatıyor. Bir şehrin odakları olmalı. Çünkü bir yerden bir yere hareket ederken o odaklar insanın zihninde bir harita oluşmasını sağlar. Bahsettiğimiz gridler konusunda da zihnimiz bir harita üretmekte zorlanır. Çünkü gridlerde üst üste noktalar, isimsiz ve kimliksiz numaralandırılmış bir hapishane gibi oluyor. Hâlbuki bir saat kulesi veya kilise gibi odaklar zihnimizde yer ediyor ve şehri tanımlamaya başlıyor. Bu konu, insan psikolojisini etkiliyor, güvende hissetmek için çok önemli bir unsur.
Yine Habraken’ın önerdiği gibi mekanın tamamlanmaması ya da tesadüfilikler bunlara zaman içinde ek yapma fırsatı veriyor, çünkü bunlar bitmiş bütünlükler değil. Japon sanatında olduğu gibi kasten eksik bırakılmış, yanına bir başkasının eklenmesine alan tanıyan bir tavır. . Deneme yapmaya fırsat vermeye günümüzde katılım ve sürdürülebilirlik diyoruz. Böylelikle toplumun her kesiminden kullanıcı mekâna katılabiliyor. Tepeden inme bir şema ya da geometrik düzen yerine mekanlar dizileri yaratılışımızdaki farklılıklarla oluştuğunda, tarihsel bir bütünlük, süreklilik mümkün olabiliyor.
Modern dönemin etkisiyle ülkemizde apartman bir çözümmüş noktasına geldik. İnsanlar kolaylıklarını benimsedi, üniversitelerde apartmanların oluşturduğu yerleşmeler tasarlamak, apartman projeleri önem kazandı. Ama tek seçenek apartman ve betonarme değil. Çelik, hafif çelik, taş, kerpiç, yığma tuğla, ahşap karkas gibi birçok seçenek var. Bütün seçenekleri değerlendiren birçok yapı tipolojisi var. İnsanın inip çıkabileceği, asansöre gerek olmayan ve doğayla iç içe, bunların karışımı olan versiyonlar mümkün. Cansever’in önerdiklerini anlatmaya çaba gösteren örnekler ortaya koymak için çalışacağız ve bunu konuyla ilgili başka yaklaşımları da deneyip entegre ederek yapmalıyız.
Belli bir tipolojide, kompakt ve çok katlı apartmanlar dayatılıyor. Ama bahsettiğiniz konuda çok daha fazla seçenek mevcut ve bu sayede tabiatla ilişkili kuran daha çok yaşam alanı ortaya çıkabilir.
Barınmak temel bir hak olduğundan bireyin nasıl bir mekânda yaşamak istediğini seçme imkânı olmalı. Konut, bir metalaştı, dönüştü. Mesela Münih’de konut alanlarında, düşük gelir grubuna ciddi bir destek var. Ancak desteklenen konutlar 40 sene sonra el değiştirebiliyor. İnsanlar barınma hakkına kolay ulaşmalı ve bu ticaret meselesi olmamalı.
Emine Öğün: Teknoloji tabii büyük bir nimet ancak burada ayırt edici nokta nasıl kullanıldığı. Örneğin; çamaşır makinesi İsveç’te ortak kullanılıyor. Her dairenin bir çamaşır makinesi yok, apartmanın bir çamaşır odası var ve herkes orayı kullanıyor. Dolayısıyla tasarruf edilmiş oluyor. Yani herkesin sahip olması bir kolaylık gibi gözükse de, tasarruf ilkesini gözardı ettiğimizde, imkanları paylaşmadığımızda enerji tüketimi ve karbon ayak izi artışına katkı yapıyoruz maalesef.
Diğer bir önemli teknoloji ise telefonlar. Eskiden internet yoktu, PTT’ye gidip telefonu bağlamasını beklerdik. Peki o tarihteki ben ve şimdiki ben arasında bir fark var mı? Hayır yok. Bilgiye daha çok erişebilsem de o kadar çok kaynak var ki hangi birini doğru düzgün okuyacağım konusunda şaşkına dönmüş vaziyetteyim.
Hidroponik tarım ilginç tabii Ancak onunla da bir iki tür ya da yalnızca salata yetiştirebiliyorsunuz. Başlangıç maaliyetleri çok yüksek ama denenebilir. Bunlar olmazsa olmazlarım diye düşünüp esas mesele haline getirirsek, meseleye doğru yaklaşmamış oluruz.
Esas mesele insan ilişkileri, insan tabiat ilişkisi, insanın evi, işi, çocuğunu yetiştirdiği ortam, trafik gürültüsü, deprem riski, iklim krizinin yarattıkları, seller, sağlam yapı, sağlıklı hava alan yapı ve bireyin katkı yapabildiği mekanlar, gıdaya doğrudan erişim. Çünkü hayat sizin veya mimarın planlandığı gibi değil, devingen bir sürecin altlığını vermek zorundasınız.
Yani teknolojiyle ilgili imkanlar tabii ki kullanılır ama Suudi Arabistan’da yaptıkları The Line ya da Norman Foster’ın körfezde yaptığı gibi kullanılmasından söz etmiyorum. Çünkü sürdürülebilir olduğunu düşünmüyorum. Çok ciddi enerji tüketiyorlar, soğutmaya ihtiyaçları var. Acaba data merkezlerini soğutabilecek miyiz? Gerçekten gerekmedikçe kullanmamak gerekiyor. Tasarruf önemli bir ilke ama biz dünya kaynaklarını nerdeyse tükettik, tüketmeye de devam ediyoruz. Son yıllarda özellikle karbon salınımlarında inanılmaz bir artış var ve bazılarının söylediği kadarıyla bu bir “döngüsel bir değişim”. O da olabilir, adına kriz demeyelim, tabiat bir tepki veriyor. Biz bu tepkiyi dinleyip ona göre çözüm üretmeliyiz.
Emine Öğün: Emine Mehmet Öğün Mimarlık olarak şu an önümüzde bir proje yok. Mehmet’in yazı yazmak üzerine bir projesi var. Benim de vakıfla ilgili çalışmalarım devam ediyor..
Sürdürülebilirlik, katılım, ileri teknoloji gibi kavramlar, esas meseleyi görmeden arka planda bırakarak bazı konuları çözülmüş gibi kabul etmemize yol açıyor. Biz de bunların arka planlarında neler var, ne kadar sürdürülebilir, nerelerde kullanılabilir, ne işe yarar gibi konulara odaklanıyoruz.
Öncelikle Vakfın kurumsallaşması için çalışıyoruz. Arketon ile bir iş birliği yaptık ve üniversitelere kitaplar yolladık. Güzel geri dönüşler oldu. Bu kitaplar ve sonrasında başka önemli gördüğümüz yayınlar üzerine tartışma ve düşünce ortamları açmak istiyoruz. Türkiye’de neler yapılabilir, meselelerimiz nedir onları tartışıyoruz, bu meseleler üzerine akademik çevre ile yapılabilecek iş birliklerini araştırıyoruz. Zor bir iş, çok yönlü, yavaş yavaş ilerliyoruz. Bir vakıf merkezimiz olacak onun restorasyonu üzerine çalışıyoruz. Ahşap karkas. Çok kolay üretilen bir yapım yolu, genellikle mimarların zannettiğinin aksine yapacak ustalar da var tabii. Bu merkezde de Vakıf adına anlamlı projeleri hayata geçirmeyi hedefliyoruz.