Teğet Mimarlık'ın kurucu ortaklarından Ertuğ Uçar ile yaptığımız söyleşide, son yayımlanan kitabı "İstanbulin" hakkında konuştuk.
Ertuğ Uçar: Önce çizimler vardı. Yaklaşık on senedir defterlerde birikiyordu. Bir gün başlamışım ve giderek çoğalmışlar. Farklı defterlere farklı kalemlerle çizmişim; bazısı hızlıca çizilmiş, bazısı özenle çizilmiş.
Defterleri toparladığım bir kutu vardı, 2-3 sene önce alt katı toparlarken şöyle bir çıkarıp baktım. Bazıları parçalanıyordu, onları derleyip topladım. Bir yandan da bunlardan bir kitap olur mu diye düşünüyordum. O sırada da kendime şu soruyu sordum: “Bunların ortak yanı ne?”
İstanbul çizimleri olmaları dışında hızlıca fark edilen bir ortak yanları yoktu. Hatta öykülerde de yer verdiğim gibi içlerinde, birinin çıkıp “Ya sen burayı neden çiziyorsun?” diyeceği sokaklar da var. Sonra “bunların ortak yanı ne?” sorusunun cevabının kitap olabileceğini düşündüm.
Önemli ve bilinen binaların dışında İstanbul’u İstanbul yapan şeyler ne olabilir sorusuna cevap vermeye çabaladım. Şehrin dokusunu ve içerisindeki hayatı çizmeye çalışmışım gibi hissettim. Sanki orada gizli bir şey varmış da ben onu çizerek ortaya çıkarıyormuşum gibi…
Sonrasında birkaç çizimi baz alarak yazmaya başladım. O dönem bol bol, tekrar tekrar Sait Faik Abasıyanık okuyordum. Onun havasına girmeye, izinden gitmeye çabalıyordum.
Sonrasında eskizlerini çizdiğim sokaklara gittiğimde, birtakım olaylar aklıma geldi fakat tam olarak hatırlayamadım. Dedim ki ben buraları bir daha gezeyim. Kitabı yazdığım süre boyunca ben buraların çoğunu tekrar gezdim. Zaten İstanbulin’de anlattığım İstanbul, “metropol İstanbul” olmadığı için kolayca gezebildim. Gezdikçe biraz daha yazdım, o sırada yeni eskizler birikti; sonra yazılar eskizlere, anılar öykülere karıştı ve kitap oldu.
Ertuğ Uçar: Güzel bir soru ama öyle bir geri dönüş almadım. Kitap hakkında ciddi bir dönüş olacak kadar bir süre de geçmedi zaten. Kendi üzerimden düşünebilirim; mesela Paul Auster’ın kitaplarında çoğunlukla New York var, Orhan Pamuk’un kitaplarında çoğunlukla İstanbul var, çağdaş İskandinav kitaplarında Helsinki, Kopenhag var. İnsan okurken bu şehirler hakkında bir fikre sahip oluyor, ziyaret etmek istiyor.
Ben de kendi kitabımla ilgili, İstanbul’u bilmeyen birinde İstanbul’a gelme isteği uyandırmasını umardım. Eskiden gezi kitapları sert bir öğretmen gibiydi, şimdilerde bu yaklaşım biraz gevşedi. Artık gezmeye teşvik eden daha fazla kitap var. Ama hala İstanbul hakkındaki gezi kitapları çok az. Örneğin İstanbul için Amsterdam hakkında yazıldığı kadar gezi kitabı yazılmamıştır. Oysa ki İstanbul’un büyüklüğünü ve tarihini düşündüğümüzde hala çok fazla üzerine yazılacak malzeme var.
Ertuğ Uçar: Bunun tam olarak gözlemlenebildiği yer Kumbaracı Yokuşu. Oranın kaldırımları inanılmaz. Bir gün keşke bir fakültede rölövesini çizdirseler. O kadar kendiliğinden oluşmuş ve özgün bir yer ki o kaldırım, küçücük bir alanda bile inanılmaz bir hayat var. Kediler, kuşlar orada vakit geçiriyor, yokuştaki her bir dükkan orada var olmayı başarmış.
Oluşan bu hendeğin temel sebebi ise belediyelerin yaklaşımı. Sebepsiz yere yollar kazılıyor, asfalt dökülüyor. Hiçbir plan program olmadığını düşünüyorum; altyapıyla ilgili düşünce de, standart da yok. Hangi taş, hangi büyüklükte, nasıl döşenir, altındaki katmanlar ne olur, kim gelip yapar, kenarı nasıl biter hiçbiri hakkında standart yok. Alt katmanda mevcut olanı sökmeye de üşeniyorlar. Öyle olunca biz de yaşarken gömüldük gibi oluyor. Höyük hissi Kumbaracı Yokuşu’nda bariz şekilde hissediliyor.
Bu durumun kültürel mirastan ziyade daha kötü etkisi şehirdeki yaya hareketlerine oluyor. Engelli insanları saymıyorum bile. Bu yokuşlarda, kaldırımlarda rahatça hareket edebilmeleri mümkün değil. Engelli meselesi Türkiye’de rampalara indirgenmiş gibi. Oysa ki şehrin zemini üzerine kafa yorulması gerekiyor.
2019’dan sonra gelen yeni yönetim Üsküdar, Beşiktaş, Eminönü gibi meydanları fazlalıklardan arındırmaya ve buralarda yaya sürekliliğini sağlamaya çabalıyor. Bu önemli bir şey, yavaş yavaş düzelecek.
Ertuğ Uçar: Yıkım insanların kolayına geliyor. Türkiye’de şehirler şehir olduğundan bu yana yıkım hep popüler olmuş. Hem yıkım sayesinde para kazanmak hem de bu sayede ideolojik ayrımlar yapmak da motivasyon kaynağı oluyor. Buna kılıf da bulunmuş tabii. “Buraya itfaiye sığmıyordu”, “altyapıyı geçiremedik”, “bu binalar güçsüz” gibi bahaneler uyduruluyor.
Ayakta tutulamayacak bir bina olamaz. Her zaman, yeniden yapmak daha pahalı olur. Ben bunu bizzat okullardan, belediyelerden, işverenlerden duyuyorum ve şaşırıyorum. Onarmanın daha masraflı olmadığını hepsine anlatmaya çalışıyoruz.
Binalarda her zaman tarihe geçecek bir değer aramak gerekmiyor. Binalar şehri oluşturuyor ve her biri tarihe geçecek kadar değerli olamaz. Güzelce şehri oluştursunlar ve rahatça kaldırımlarda yürüyebilelim istiyoruz. Başka bir şey de beklemiyoruz.
Şimdilerde sürdürülebilirlik oldukça moda, peşine de çeşit çeşit sertifika takılıyor. Oysa ki sürdürülebilir olabilmesi için ilk etapta o binayı yıkmaman gerekiyor. Daha sonra ne yaparsan yap geri döndüremezsin.
Bizim dönüştürdüğümüz birçok bina var. Restorasyonları da sayarsak Yapı Kredi Kültür Sanat, İş Bankası Resim Heykel Müzesi, Karaköy Güllüoğlu Binası, Konya Başkanlık Kompleksi buna örnek gösterilebilir. Her biri farklı dönemlerden farklı binalar. Bazılarının yıkılması planlanıyordu, biz anlatınca yetkililer yıkılmasına gerek olmadığının farkına vardılar. Dönüştürmek hem daha hesaplı hem de insanların bu yapılarda yaşanmışlıkları var.
Örneğin 2019 öncesinde Güngören’de devasa bir mezbaha vardı ve yıkılacaktı. Bizim de o alana kültür merkezi tasarlamamızı istiyorlardı. Onları yıkmamaya ve dönüştürmeye ikna etmemiz bir yıl sürdü. Sonrasında projeyi bize yaptırmadılar ama ikna oldular ve mezbahayı kültür merkezine dönüştürdüler. Çok da güzel oldu.
Sonuçta bir bina dünyadan oluşuyor. Plastikleri çıkardığınızda, dünyanın bir takım yerlerinden bir şeyleri söküyorsun ve bir bina haline getiriyorsun. Yıkarsan hiçbir işe yaramayan bir moloz oluyor. Bundan da Yenikapı dolgusu gibi bir takım tuhaflıklar yapılabiliyor, çünkü insan nereye dökeceğini bilemiyor. Bu durumda dünyadan yeniden bir şeyler söküp bina yapmaya çalışacağına elindekini dönüştürmeye çalışman gerekiyor.
Yalılara baktığımızda da sayısız yalıyı yıktılar, betondan inşa edip üzerini ahşap kapladılar. Halbuki hepsi yerinde restore edilebilirdi.
Mesela bizim önceki ofisimiz Emin Necip Uzman’ın Şişli’deki apartmanlarındandı. Malzemeleri, planları, detayları çok güzeldi. Sonra birileri satın aldı, yıkıp otel yapacağız dediler. Biz de apar topar binayı tescilledik. Ama bu da yetmedi. Kurul binanın yıkılmasına izin verdi. Sözde rölövelere uygun bir yenisi yapıldı, ancak eski haliyle hiçbir ilgisi yok.
Ertuğ Uçar: İstanbul’a 2000’lerde geldim. Üniversiteye kadar Antalya’daydım, sonrasında 10-12 sene Ankara’da yaşadım. İnsan çocukluğunun, gençliğinin geçmediği bir şehirle ne kadar derin bir bağ kurabilir bilmiyorum. Ama mimarlık şehirle ilişki kurmak için güzel bir meslek. Boğaz’ın kıyısında, Zekeriyaköy’de, Bahçeşehir’de, Tuzla’da projeler yaptık; kimi inşa edildi kimi edilmedi. Oralara gittikçe hem şehirle bağların sıkılaşıyor hem de İstanbul’u elinde tutamayacağını anlıyorsun. İstanbul elinden kayıp gidebilecek bir yer.
Mesleğim bu bağı oluşturdu ama bu kitabı yazarken de bağın sıkılaştığını hissettim. Sadece yazıyorum diye de değil, süreç içerisinde şehir üzerine yazılan çok eser okudum. 20. yüzyılda yazılan eserlere ağırlık verdim, şehrin bugününe nasıl bakılabileceğine odaklandım.
Ama burada yaşamamın projelere yaklaşımımı değiştirdiğini düşünmüyorum. İstanbul’daki projelerle daha fazla ilgileniyor olabiliriz ama bu sadece daha yakın olduğumuz içindir. Biraz doktorluğa benziyor. Onların da her hastayla bir yakınlığı ve bir mesafesi var. Mimarlıkta da öyle…
Ertuğ Uçar: 2026 Teğet Mimarlık’ın 30. yılı olacak. Geri dönüp neler yaptığımıza bakabileceğimiz bir sergi güzel olabilir.
Eskiz yapmayı sevdiğim gibi görmeyi de seviyorum ve eskiz sergilerine az rastlanıyor. İstanbulin’deki çizimlerden de bir sergi yapmayı düşünüyorum ama şimdilik ileri tarihe attık. Bu kitapla ilgili farklı fikirlerim de var. Örneğin bir seri haline gelebilir. Kedileri, vapurları, sokakları, yokuşları daha geniş ele alabilirim. Bir yandan da kitap İngilizce’ye çevriliyor. Yıllardır üzerine çalıştığım bir roman da var.
Teğet Mimarlık’ta ise Malatya’da anaokulundan lise sona kadar kapsayan bir kampüs üzerine çalışıyoruz. Deprem bölgesinde hızlandırdığımız çalışmalar var. Hem hafif çelik projeler hem hacimsel-modüler projeler var. Fabrikada oda oda her şeyiyle kurulup, tırlarla sahaya nakledilip, üstüste konarak yapılan apartmanlar tasarladık. İlkinin imalatı sürüyor. Dünya’da bu tip çok örnek var ama Türkiye’de ilk olacak ve deprem bölgesinde olacak. Umarım bir örnek teşkil eder…