“Misafiri Severiz Ama Zamanında Gitmesini Bilenini”

İstanbul'dan mekansal okumalar ile "sığınmacı" ve "mülteci" olma durumuna gerçekçi bir bakış sunan "Misafirperverlik Sözlüğü" sergisinin küratörü Merve Bedir ile "eve" ve "misafire" dair konuştuk.

Kısa bir süre önce Studio-X’te Türkiye gündeminin en güncel konularından biri olan göç ve sığınmacılık kavramlarının mekan ile ilişkisini kurarak elini büyük bir taşın altına sokan bir sergi açıldı. Derrida’nın misafirperverlik hakkındaki metinleri üzerinden okumalar yaparak, izleyicisini kendiyle yüzleşmeye ve mevcut toplumsal söylemleri sorgulamaya yönelten sergi diğer yandan mimarlığın toplumsallığını da tekrar gündeme getirdi ve “mimarlık barış getirebilir mi?” sorusunu tartışmaya açtı. Misafirperverlik Sözlüğü sergisi küratörü Merve Bedir ile sergiyi ve mekanda misafirperverlik kavramının yansımalarını konuştuk.

“Suriyeli Sığınmacılar Bu Kadar Fazla Sayıda olmasa ve Bazı Durumlarda Zaten Göz Önünde olan Kentsel Dönüşüm Alanlarında Yerleşmeseler Gözümüze Çarparlar mıydı?”

Derya Gürsel: Misafir ve evsahibi kavramlarını açalım mı öncelikle? Çünkü serginin de temelini oluşturan kavramlar ve aynı zamanda güncelin içerisindeki de kavramlar. Misafirperverlik nedir? Toplum ve mevcut iktidar bu kavramları nasıl kullanıyor?

Merve Bedir: Misafir, ev sahibi, misafirperverlik Derrida’nın ‘Of Hospitality’ kitabında deştiği kavramlar aslında. ‘Guest’ (Misafir) kelimesinin Yunanca ve Latince karşılıklarına bakıyor. Birincisi hem ‘Host’ (Ev sahibi) hem ‘Guest’ kelimelerinin kökeni ‘yabancı’ anlamına gidiyor. İkincisi ev sahibi ve misafir kelimelerinin 3 yönde karşılığı var; birincisi düşman anlamındaki ‘enemy;’ ikincisi misafirperverlik anlamındaki ‘hospitality’ ve üçüncüsü rehin (almak) anlamındaki ‘hostage.’ Bunun yanında kökeni yine aynı kelimelerle ilişkilenen örneğin ‘xenos’ (yabancı) ve ‘ghost’ (hayalet: misafirin görünmez olma hali) kelimeleri var.
Şimdi burada iki şey söyleyeceğim, birincisi aynı okumayı bizim Türkçe’de kullandığımız kelimeler üzerinden yapabiliriz, örneğin misafir, aslında seferi olan demek, seyahat eden… İkincisi ise biz sergide Derrida’nın yaptığı bu dil ve anlam çözümlemesinin mekânsal karşılıklarına baktık, örneğin Çeçen sığınmacılar Fenerbahçe’deki tatil kampına yerleştirilerek görünmez hale getirildiler. Suriyeli sığınmacılar bu kadar fazla sayıda olmasa ve bazı durumlarda zaten göz önünde olan kentsel dönüşüm alanlarında yerleşmeseler gözümüze çarparlar mıydı acaba… Kumkapı Geri Gönderme Merkezi’nde ise tam bir tutsak etme durumu var. Bunun yanında Stadyum göçmenler için bir dayanışma ve direniş mekanı olarak karşımıza çıkıyor.

Derrida’nın misafiri sorgusuz sualsiz kabul etme hali ve belli koşullara tabi tutulma hali üzerine açtığı zeminden yola çıkarak, bugün toplumun, sadece idari organlarınca değil tüm kesimlerince misafirperver olabileceğini söylemek ne kadar gerçekçi? Belki tarihsel süreçte değişkenlik gösteren bir denge, kimi zaman gelene daha açık kimi zaman çok uzak ama… Bir toplum gerçekten “misafirperver” olabilir ve koşulsuzca başkasını buyur edebilir mi?

Konunun önemli taraflarından biri de bu benim için… Derrida’nın kitabından bir cümle paylaşmak isterim bu noktada; “Yabancı, önce misafirperverliğin yükümlülüklerinin kurgulandığı yasal dile yabancıdır. Sınırların normların uygulanışı vs. O kendisinin olmayan, evin sahibi, kral, lord, otorite, ulus, devlet, babanın zorladığı bir dilde misafirperverlik istemek durumdadır. Bu şahsiyet onu kendi dilini çevirmeye zorlamaktadır”. Yani onlardan bizim dilimizde konuşmalarını istiyoruz. Ve bu aslında sadece devletin yaptığı bir şey de değil, bizim de yaptığımız bir şey… ve bu “ilk şiddet eylemidir” diyor.

Derrida’nın kendisi de mülteci, Cezayir’den Fransa’ya göçmüş. Tek başına bir insanı, kendisinin olmayan bir dilden konuşmaya zorlamak bile aslında misafirperverliğin bittiği noktadır, şiddet eylemidir diyor. Antik Yunan şehir devletlerinde iki farklı davranış biçimi var. Bir tanesi koşulsuz misafirperverlik denilen; ideal misafirperverlik durumu. Bu noktada hiç kimseye “adını” ve “nereden geldiğini” sormadan kapısını açmaktan bahsediliyor ki bu bizim kültürümüzde olduğunu savunduğumuz misafirperverlik durumu. İkincisi ise “bir kişiye adının ve nereden geldiğinin sorulduğu an ki bu andan itibaren ‘misafir’ şehir devletin yasalarına taabidir, bu da koşulsuz misafirperverliğin bittiği noktadır.”

 “Misafirperverlik Falan Değil Bu, ki Öyle Olması da Gerekmiyor! Ama O Zaman Onlar Bizim Misafirimiz Demeyelim!”

Bunu günümüze getirelim; biz daha Suriyeliler sınır kapılarından girerken, eğer kayıt dışı girmiyorlarsa, en azından adlarını soyadlarını, nereden geldiklerini soruyoruz.

Demem o ki…. Kendimizi kandırmayalım. Misafirperverlik falan değil bu, ideal bir kapıyı açıp buyur etme durumu varmış gibi göstermeye çalışmayalım, ki öyle olması gerekmiyor. Ama o zaman onlar bizim misafirimiz bari demeyelim! Misafir de değiller mülteci de değiller. Bizim (yeni) yasamız hala Avrupa dışından gelenlere mülteci statüsü vermeyi taahhüt etmiyor. Suriyeliler için bir geçici koruma statüsü var.

“Bulgaristan’dan 89 Sonrası Göçen ‘soydaş’larımıza Vatandaşlık Verdik, Ama Bu Onları İlticanın Öznesi Olmaktan Alıkoyamadı”

Sizin de bahsettiğiniz “ev-ev sahibi ve misafir” ilişkisini değerlendirecek olursak, kentsel mekan üzerinde “misafir misafirliğini bilsin durumu” var gibi. Bu aslında yine Derrida’nın misafirliğin bir süre sonra ev içerisinde hiyerarşiyi hatırlatacağı, ev sahibinin kim, misafirin kim ve yerlerinin neresi olduğunu hatırlatmasıyla örtüşüyor. Günümüzde de en güncel örnek olarak Suriyeli sığınmacıların kentsel mekanda davranışlarına yönelik verilen tepkilerden bunu anlayabiliyoruz. “Kamplarda kalsınlar. Bu bölgede daha çok sığınmacı var vs,” gibi… Bu yasalarımızın yarattığı bir sorun mu?

Evet, bizim kültürümüzde de vardır, “Misafirse, misafirliğini bilsin,”. Biz misafir severiz ama zamanında giden misafiri severiz, severiz ama oturacağı kalkacağı yeri bilen misafiri severiz. Dolayısıyla bu aslında şöyle bir şeye geliyor; biz onlara misafir dedikçe onlar hep bizim tanımladığımız çerçevede hareket etmek zorunda olucaklar ve hep arada kalma hali olacak üstlerinde. Onların neyi ne zaman, ne kadar yapabileceklerini, ne kadar ileri gidebileceklerini hep biz belirleyebileceğiz. Sizin söylediğiniz kamplarda yaşasınlar lafının anlamı ise daha çok, gözüm görmesin’e gidiyor gibi. Hayalet olsunlar yani. Şu Suriyeliler (!) biraz daha dağılmış olsalar kentlerde, belki de bu kadar rahatsız etmeyecek bizi bu mesele…

Bu noktada sığınmacılara tanınan “haklar” konusu bana çok önemli geliyor. Çünkü mülteci ve/veya sığınmacılara kampları dışında bir mekansal deneyim hakkı sunulmuyor. Bu kampların dışına yasal yada yasadışı çıktıkları anda da zaten “öteki” oluyorlar ve sanki hak etmedikleri bir mekansal deneyim yaşıyorlarmış gibi toplumsal karşılık buluyorlar.

Peki gerçekten sığınmacıların yaşam/mekan hakkı kamplarla sınırlı olmak zorunda mı? Toplum ve mekan ile bütünleşebilecek örnekler görmek mümkün?

Kesinlikle çok önemli bir nokta. Bununla ilgili olarak bir panel de yaptık. Suriyeli sığınmacıların sağlık koşulları ile ilgili. Öne çıkan noktalardan biri şu oldu; kaydedildikleri yer neresi ise, sağlık ve sosyal yardımı oradan alabiliyorlar. Örneğin Gaziantep’te kayıt olmuş bir göçmen, İstanbul’a gelirse hiç bir sağlık hizmetinden faydalanamıyor. Ayrıca pek çok Suriyeli göçmen sanıyor ki Türkiye’de kayıt olunca sığınma talep etmiş oluyorlar. Normalde uluslararası yasalara göre bir kişinin ilk kayıt olduğu yer sığınma istediği yer oluyor, o artık sadece kayıt olduğu ülkeden sığınma alabilir konuma geliyor. Dolayısıyla Türkiye’yi bir geçiş noktası olarak gören göçmen burada bir sığınma talebinde bulunmak istemiyor. Diyelim ki Avrupa’ya gitmek istiyor, İşveç’ten almak istiyor sığınmayı, orada kayıt olmak istiyor ve tüm bu yanlış anlama sonucunda da pek çok kayıtdışı göçmen çıkıyor ortaya. Bu yüzden de yardımlardan faydalanamıyorlar.

“Sığınma ve İltica ile İlgili Uzun Soluklu Yasal Çözümler Getiremediğimizi Düşünüyorum” 


Biraz daha Türkiye özelinde konuşacak olursak… Kentsel gelişim tarihimizde göç kavramının çok önemli bir yeri var. Hem uluslararası gelen göçleri hem de kır-kent arası yaşanan göçleri bu anlamda ele alabiliriz. Peki Türkiye bu uzun soluklu pratiğe yasal bir çözüm getirebildi mi? Göç kavramı nasıl yasal karşılık buluyor? Yoksa her yeni göç için geçici çözümler üretmeye devam mı ediyoruz?

Sığınma ve iltica ile ilgili uzun soluklu yasal bir çözüm getiremediğimizi düşünüyorum. 2013’de çıkan yasa da hala kısıtlamalar ve istisnalar yapıyor. Ondan önce zaten sadece 1994’e ait bir yönetmelik var, bunun dışında her şey genelgelerle çözülmüş. Bu, her gelen göçmen gruba farklı muamele demek, ki bunu kentsel mekan üzerinden gayet iyi okuyabiliriz.

Biz bu sergiyi yaparken anlaşılabilir kılmak adına o kadar sınırladık ki her şeyi, mesela dedik ki 1. Dünya Savaşı sırasındaki ve hemen sonrasındaki göçlere bakmayacağız, çünkü o dönem ulus devlet sınırlarının belirlendiği bir zamandı ve herkes göçer haldeydi, bunun içine din de katılıyordu, ulus kavramı da katılıyordu. Biz 2. Dünya Savaşı’nın ardından yapılan mülteci tanımına baktık. Bunun yanında bir de sadece Istanbul’a baktık.

Biraz daha inceltirsek örneğin Bulgaristan’dan 89 sonrası göçen soydaşlarımıza –mesela bu ilginç çünkü o zaman da onlara “soydaş” dedik ve vatandaşlık verdik, ama bu onları ilticanın öznesi olmaktan alıkoyamadı. Kentteki karşılığına bakalım, TOKİ göçmen konutları yaptı Onlar’a. Aslında bu hikaye İstanbul’un yayılma hikayesinin de bir parçasıdır, TOKİ’nin göçmen konutları. Şimdi de aynı şekilde Suriyeli göçmenler de dönüşüm hikayesinin parçası oluyorlar. Aynı şekilde Kumkapı’ya yada Fatih Aksaray bölgesine bakarsanız –belki ilişki kurması doğru olmayacaktır ama- orası da Menderes’in dönüşüm alanı aslında. Velhasıl hükümetlerin kararları ve karşılığında Istanbul’da olanların her göçen gruba göre ayrı incelenmesi gerekli.

“İnşaat Piyasasını Krizden Kurtarmak İçin Bir Yol Daha mı Buldular!”

Derrida’nın gelenin başlatacağı dönüşümü öven, ona açık olan tavrına zıt olarak bizde kontrol altına almaya çalışan bir tutum var. Özellikle mekansal olarak grupları birbirinden ayırarak. Sizin de belirttiğiniz gibi; “şurada bir göçmen konutları olsun, şehrin dışında orada yaşasınlar,” gibi bu sebeple kentle bütünleşme esnasında tasarımın rolüne de değinelim istiyorum. Göç sürecinde tasarımcının yada tasarımla ilgilenen herhangi bir aktörün rolü nedir?

XXI Dergisi’nin 2004’de çıkan sayılarından birinde Behzat Yağmacıyan’ın Tarlabaşı’ndaki göçmenler ile ilgili bir yazısı vardır. Orada yurtdışından gelen kayıt dışı göçmenler ile Türkiye içerisinde yerleri değiştirilen, köy boşaltmaları ile gelen Kürtlerin birbiri ile nasıl iletişim kurduklarını inceler. Benim çok ilgimi çeken şu cümlesiydi: Bu göçmenler bazan birbirlerine düşmanken, bazen ortak düşmana karşı birlikte saf olabilirler. Ben de bunu bir benzeriyle Aksaray’da yazın karşılaştım. Emlakçılar ile görüşüyordum ve bir tanesi beni bir apartmana götürdü. Yapının sahibi 90larda göçmüş bir Dersimli. 14 haneli bir bina ki her daire yıllık, aylık, haftalık, günlük kiralanabiliyor. Bunun yanısıra her dairede başka bir arkaplandan insan yaşıyor. Göçmenin göçmenle kurduğu ilişki bana çok ilginç geliyor.

İkinci kısım, “tasarımcı ne yapabilir” sorusuna şöyle bir kaç taraflı yanıt vereyim; hatırlarsanız Gaziantep’te bir bıçaklama olayı olmuştu ve hükümetten şöyle bir açıklama gelmişti; “Artık şehirlerde de kamp yapacağız,”. Aklıma ilk olarak “İnşaat piyasasını olası krizden kurtarmak için bir yol daha mı buldular? ” gelmişti. Bu ne kadar ironik bir durum, artık kelimeler yetmiyor burada durumu anlatmak için. Tuzla ve Pendik’te kamplar olduğunu biliyoruz ama henüz gidip görme fırsatım olmadı.

Peki mimar ne yapabilir, bu benim hep kafamda olan bir soru. Acil durum esnasında konut ihtiyacına cevap vermek adına geçici konut tasarımı tabiki önemli. Ama bunların kalıcılaşma potansiyelini düşünmek, hem olumlu hem olumsuz anlamda bir parametre. Kalıcı oldukları hali düşünemiyorsunuz çünkü hükümet politikası olarak geçiciler. Siz onlara kalıcı bir karşılık sunduğunuz anda kendi yönetiminizle çelişkiye düşmüş oluyorsunuz. Fakat geçici bir şey tasarladığınız anda da “ne kadar geçici olabilirler” sorusu gündeme geliyor. Burada en iyi ihtimalle entegrasyon en kötü ihtimalle geri göndermeden bahsediyoruz, kimse bir arada yaşamamız mümkün mü diye sormuyor.

Dünyadaki ortalamaya baktığımız zaman bir kişinin kampta geçirdiği süre 12 yıl. Bir insanın kampta 12 yıl yaşadığını düşününce… Bu çok uzun bir süre. Geçtiğimiz günlerde IKEA, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği için bir kamp ünitesi tasarladı ve bu konteynırların tasarımına bakıldığında “dönüşüme ve kalıcılaşmaya musait” yapılar olduğunu görebilirsiniz. Diğer yandan ise hala geçiciliği vurgulanan bir tasarım. Tanesi 360 Pound’a satmak istiyor bunu IKEA! Bana kalırsa çadırlardan daha iyi değil bu üniteler. Ama burada cidden ne kadar geçici ya da kalıcı eşiği çok önemli. Ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış ve geçmiş ya da geri dönme ile ilgili hayalleri ve travmaları olan kişilerden bahsediyoruz. Çok zor bir konu. Barınak benim hala cevabını tam olarak vermediğim bir soru.

Diğer taraftan sığınmacılara bir sosyal ortam da sağlamak gerekiyor. Bu bazan aş sağlamak kadar önemli. Barışın Mimarisi sergisinde Kabil’den Kosova’ya başarılı örnekler vardı bu anlamda. Örneğin bir paten sahası ya da bir hafıza müzesi. Dikkat çekici olan ise tüm örneklerin ölçeğinin çok küçük olmasıydı. Belki de tartışmamız gereken bu ölçeği nasıl büyütebileceğimiz ve organize bir şekilde çoğaltabileceğimiz…

Teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın