Mimarlık ve Suç

Londra Goldsmith Mimarlık Araştırmaları Merkezi yönetici Eyal Weizmann ile Princeton Üniversitesi öğretim üyesi ve doktora öğrencisi Rafi Segal ile projeleri ve mimarlık anlayışları üzerine söyleştik.

Barınma – yerleşme hakkı, sivil kontrol ve egemenlik adına ihlal edildiğinde sorumluluk sadece yerel yönetimlerde veya hükümetlerde mi aranmalı? Bu ihlal sürecinde mimarın rolü ve mimari projelerin sorumluluğu nedir? Mimarlık ve suç arasındaki çizgiyi nasıl ve nerede aramalıyız?

İsrailli mimarlar Eyal Weizman ve Rafi Segal; mimarların sorumluluğunu temellendirmeye çalıştıkları “Sivil Işgal” (Civilian Occupation) adlı projelerinde; İsrail mimarlığının Ortadoğu’daki rolünü haritalar, hava fotoğrafları, doküman, sözlü tarih ve birçok araştırma tekniği ile analiz ettiler. 2002’de Berlin’de düzenlenen UIA kongresinde İsrail mimarlığını temsil etmek üzerine yarışma kazanan Weizman ve Segal araştırma sonuçlarını açıkladılar ve IAUA (İsrail Birleşik Mimarlar Birliği) tarafından kongreye katılımları yasaklandı.

İsrail’de sürdürülen mimarlık ve kent planlama projelerinin 1993 Oslo Anlaşması’nı ve 4.Cenevre Konvansiyonu’nun 49. maddesini ihlal ettiği gerekçesi doğrultusunda; mimarlar ve plancıların geniş siyasi gündem içindeki sorumluluk ve rolüne dikkat çeken Weizman ve Segal; biopolitika ile mekan arasındaki ilişkiye net analizler getirdiler. İsrail Mimarlık politikası her an başka bir toplumun, yerelliğin mimarlık pratiğinin politikası da olabilir. Bu nedenle “Sivil İşgal” projesi; mimarlık, planlama ve siyasi tavırlar arasındaki sorumluluk paylaşımına yeni yaklaşımlar getiriyor. Londra Goldsmith Mimarlık Araştırmaları Merkezi yönetici Eyal Weizmann ile Princeton Üniversitesi öğretim üyesi ve doktora öğrencisi Rafi Segal ile projeleri ve mimarlık anlayışları üzerine söyleştik.

Pelin Tan: “Civil Occupation” (sivil işgal) projenizin temeli olan İsrail ve Filistin’deki mimarlık-kent planlama pratiği ile coğrafi kontrolden, biopolitika ile “yer” arasındaki ilişkiden bahseder misiniz?

Eyal Weizman: 1995’de, AA-London (Architectural Association)’de öğrenci olduğum sırada bir süreliğine izin alarak Tel Aviv’de ve aynı zamanda Ramallah’daki Filistin Planlama Bakanlığı için gönüllü mimar olarak çalıştım. Tam o zamanlar rutin planlama için gerekli haritaların bazılarının eksik olduğunu fark ettiler; 1960’lardan beri Ürdün haritaları üzerinden planlamayı sürdürüyorlardı ve benden İsrail’deki kamu kuruluşlarından hava fotoğrafları ve haritaları bulmamı istediler. Elde ettiklerimin hiçbiri kamuya kapalı değildi ama İsrail, Filistinliler’e 1993 Oslo Sözleşmesi’ne1 göre özerklik kazanmış olan bölgelerle ilgili bilgi vermeye gönüllü değildi. İsrail tüm bölge üzerindeki hava saha alanını kontrol etmeye devam ettiği sürece, hava fotoğraflarını almak neredeyse imkansızdı. Zamanın Planlama Başkan Vekili olan Abed Samih, müzakerelerin içindeydi, ama onların durumlarının haritalarla yakından ilişkili olduğunu sanmıyorum. Filistinliler, Oslo müzakerelerine araziye ait hedeflerle ilgili çok genel bir kavramla katıldılar. Sürecin sonunda, İsrail işgalinden önce, haziran 1967’ye kadar her şeyi Batı Şeridi ve Gazze’ye toplamak istediler. İsraillilerin topografyayı gösteren haritaları vardı yani yerleşmelerin ve yolların konumları, güncel hava fotoğrafları. Filistinliler ise sadece yerleşmelerin üçgenlerle kabaca belirtildiği, topografya, arsa kullanımı, tarım veya yol ağları ayrıntılarını içermeyen, basit haritalara sahiptiler.

Oslo’nun belirlediği bölgenin “geçici” sınırları çizmek coğrafi yerin belirli özelliklerine karşı bir tepkiydi. A ya da B alanlarının karmaşık yolları -1995 İsrail-Filistin Geçici Anlaşması’na göre Filistin’in özerkliği için atanmış alanlar- ve onların sınırları arazi gerçekliklerine göre belirlenmişti. Bu sınırın her bir parçasında sıkı bir müzakere vardı, O evin bu tarafından mı yoksa diğer tarafından mı geçmeliydi, veya bu kavşaktan, veya köyün bu uzantısından mı? Müzakere araçlarına ulaşımın gerçekleşmesiyle, ordu personelinin müzakerelere katılması ile birlikte, İsrail bölgesel karmaşıklıkları kendi lehine kullanabiliyordu. Ordu yetkilileri haritaları okumaya ve araziyi fiziksel olarak kavramaya çok alışıktı, oysa Filistinli müzakereciler politik fikirlere coğrafi gerçekliklerden daha bağlıydılar. Bu bağlamda çizgi/sınır soyut bir şey değildir. Onun her ufak dalgalanması bir mahallenin, köyün veya ev grubunun kaderini belirler. İsrailli müzakereciler bu bağlamda tam anlamıyla parlak bir zekaya sahiplerdi. Güney Batı Şeridi’ni Kuzey Batı Şeridi ve Ramallah’a bağlayan yoldaki ufak bir kıvrım, yolun küçük bir parçasını Kudüs Belediyesi’ne döndürüyor ve bu fark edilmesi zor ayrıntı İsrail’in yolu kontrol etmesini sağlıyordu. Her şeyin Filistinlilerce kontrol edildiği bir durumda bile İsrail polisi bir yol engeli barikatı oluşturabilir. Küçük çizim manevralarıyla yapılan bunun gibi ufak “hileler”in bölgenin işleyişi üzerinde muazzam etkisi var.

PT: Hazırladığınız raporda, sürdürülen yerleşim politikası ile insan hakları ihlali arasındaki ilişki nedir? Bu çalışmayı nasıl başladınız, B’tsalem in rolü nedir?

EW: Filistin Planlama Müdürlüğü ile B’tsalem (http://www.btselem.org; İşgal Edilmiş Topraklardaki İnsan Hakları İsrail Enformasyon Merkezi) arasında her zaman bağlar var; ve ben Filistinlerle Micheal Sorkin’in 1999’da organize ettiği “Next Jerusalem” (Sonraki Kudüs) konferansında yeni ilişkiler oluşturdum. Yehezkel Lein’in tam olarak ne şekilde benimle iletişime geçtiğini hatırlamıyorum, ama bir noktada beni telefonla arayıp yerleşmeler üzerine insan hakları raporu için birlikte çalışmayı teklif etti. İsrail’de Jeff Halper ve Oren Yiftache gibi alan ve mülkiyet konuları üzerine çalışan kişiler olmasına rağmen, İsrailli solcu ve insan haklarını savunan grupların 4.Cenevre Konvansiyonu’nun 49. maddeye2 dayanarak yerleşmeleri eleştirildikleri bu nokta şunu belirtiyor ki, “işgalci güç, işgal edilen bölgeye kendi nüfusunu aktaramaz”. Bu şu prensibe dayalı bir eleştiridir: Green Line’ın-Haziran 1967’de İsrail’in uluslararası olarak tanınmış sınır hattı- bir metre doğusunda kalan her yerleşme 49. maddenin ihlali olarak kabul edilir. 49. maddeyi ve onun bağlayıcılığını kabul etmekle birlikte, onu insan hakları açısından genişletmek istedik ki bu, yerleşimlerin insanların coğrafi alan (arazi) günlük yaşamlarını ne kadar etkilediğini göstermekti. Bunun için Filistin köyleri ve yollarıyla karşı karşıya düzenlenmiş yerleşmelerin resmi örgütlenme ağını bölgesel anlamda hem de bunun çevredeki doğal ve günlük yaşam üzerindeki etkisini analiz etmek zorundaydık. Siyasal eleştiriden insan hakları eleştirisine geçildiğinde faklı bir bakış açısı ortaya çıkar ve geçiş yeni bir araç gerektirir.

O zamanlar, her İsrailli sol görüşlü politik kuruluşun ya da STK’nın duvarındaki Batı Şeridi haritası, Peace Now tarafından sağlanmış nüfus ve yerleşim halkalarını gösteren haritalardı. Peace Now siyasi bir kuruluş ve zamanında amaçları yerleşimcilerin sayısını vurgulamaktı. Bir insan hakları kuruluşu olarak B’tselem bir adım daha ileri giderek resmi yerleşim örgütlenmesinin arazideki yaşam üzerindeki etkilerini göstermek istedi. O haritayı çizerek, biçimden geri gelmeye başlayarak bazı soruları cevaplayabilirdik: neden arazi/yer organizasyonu bu şekilde? Nasıl geliştirildi? ve mimarların ve planlamacıların pratikleri somut olarak gözüken zararlara (ki bu açıkça görülüyor) ne şekilde sebep oluyor? Raporun özü buydu: İnsan Haklarına aykırı bu süreçte mimarların ve plancıların işlerine bakmak ve bu süreçteki sorumluluğun devlet şartnamesi ve askeri harekat seviyesinde bitmediğini göstermek. Uluslararası kanunların ve insan haklarının ihlali mimarların ve planlamacıların çizim tahtaları üzerinde gerçekleştiriliyordu ve bunu çizilmiş olan yerleşim hatları üzerinden de okuyabiliyordunuz.

PT: Bu bağlamda tasarım pratiği hangi noktada insan hakları ihlaline girer, tasarım nasıl suç oluyor?

EW/RS: Bir yerleşim yeri mimarın topluma hizmet etmek olan profesyonel zorunluluğunun ötesinde tasarlandığında, bu, iki Filistin köyü arasındaki yolun bozulması, onların birbirinden yalıtılması, büyümelerinin engellenmesi ve onların uzaktan gözlemlenmesi anlamına geliyorsa, tasarımın fonksiyonu somut hasara neden olur. Bu Filistinli’lerin “Sessiz Transfer” olarak adlandırdık bu süreç İsrail siyasetleri ile uyumludur. Örneğin, Kudüs’te planlamacılar Filistinliler’in nüfusunu %26,5 oranında tutmak zorundalar. Bunu yapmak için de, ya sürekli olarak İsrailli Yahudi topluluklar getirmeli -ki bu Filistin’in demografik gelişimi çok güçlü olduğu için yeterince hızlı yapılamaz- ya da Filistinliler’in Kudüs’te yaşayamayacakları ve buradan taşınacakları bir alan oluşturulmasıdır. Bunu yapmanın yollarından biri, Filistin ekonomisinin toplumları ikiye ayıran, açık toprağı Yahudi alanlarının inşası için alan, Filistinli topluluklar arasında bir kamu hizmeti gibi mahalleler ve yerleşimler tasarlayan, ve Filistinliler’in binalarında yer alanı oranını veya mahallelerindeki yoğunluğu arttırmalarına izin vermeyen, bir alanda yaşayan insan sayısını destekleme olanağını sınırlamak.

Tasarımcının çizim tahtasında “sessiz transfer” eğilimiyle yapılan çizimlere bakarak, mimarlarca işlenmiş savaş suçlarının nasıl betimlendiği görebiliriz. Bunun çok ciddi bir suçlama olduğunun farkındayım. Fakat artık mimarlık; dergiler ve mimarlık okullarında sürdürülen, sadece kültürel olana dayalı bir mimarlık eleştirisi ile düzenlenemez. Mimarlık, politikacılarla ve askeri yetkililerle birlikte jeo-politik oyunlara giriyorsa o zaman aynı uluslararası insancıl kanunlara uymak ve ayni eleştiri çerçevesine maruz kalmak zorundadır. “Arazi/yer” e aktarılmış olan siyasal stratejilerin insanların yaşamları üzerinde sonuçları vardır. Bu nedenle belki yerleşme/yerleşim projelerini ve bunların insan hakları ihlali arasındaki ilişkiyi izlemek önemli.

PT: Tarihsel sürece baktığımızda siyasi yönetimler ile arazi/yer organizasyonu arasındaki ilişki nedir?

EW/RS: İlk 10 yılda (1967-1977) işçi hükümetinin ardılları; yerleşimleri, işgal edilmiş bölgelerde yeni elde edilen geniş alanların (İsrail toprağına oranla) sınırlarını korumak amacıyla kullandı. Suez Kanalı boyunca askeri bir takviye çizgisi ve Bar-Lev hattı (batıda Mısırla arasındaki kuşatılmış ateş hattı) boyunca bir dizi Moshavizm ve Kibbutizm inşa ettiler. O tarihlerde, Filistin yerleşimleri (daha sonra devamlı somut bir hasara yol açacak olan)olmadığı için ihtilaf azdı. Ürdün Vadisi sıcak ve kıraçtı. Tarım yerleşmeleri batıdaki dağ suyu tabakasından çok fazla su kullanıyordu. Bu nedenle yakında yaşayan Filistinliler’in kuyularının kurumasına ve Batı Şeridi’nin doğu yamaçlarındaki tarım arazilerinin tahliyesine neden olundu.

Likud 1977’de başa geçti. 1977, İsrail’de büyük geçişin yılıdır. Bu ilk defa tutucu bir sağ kanat partisinin eyaletin yönetiminde olduğu dönemdir. Onların amacı araziyi onlardan sonra gelebilecek herhangi bir işçi hükümetinin düzenleyemeyeceği şekilde karıştırmaktı. Yerleşim siyasetinden sorumlu olan kişi Ariel Sharon’du. Politikası, işçi karşıtı bir etkiye sahipti ve karmaşık bir şekilde yürütüldü. Sharon, arazinin bölünmesinin çok zor olduğu yerlere ve Filistin kasabalarının arasındaki noktalara yerleşimleri dağıttı. Emekli bir general olarak ana yollara ve ana Filistin merkezlerine bakan stratejik noktaları seçti.

1967 Allon planından şimdiki Sharon planına kadar barışı teşvik edecek olan plan önerileri dizisine baktığımızda; kamusal alandaki tartışmanın, iki tarafın vermek istediği toprak oranına, ticaret eşitliliğine veya barış için ödeme yapmak üzere paraya odaklandığını görüyoruz. Ama istatistiksel düşünme biçimi yanlış yönlendirebilir; çünkü, düzgünce dilimlenebilecek bir pastadan değil, sınır olarak ifade edilen durumlardan bahsediyoruz. Eğer bölgesel çözüm ve önerilerin resmi sonuçlarını kavramaya çalışırsanız; belirli sınır çizgileriyle bazı haritaların, geri kalan %3’ün bölgeyi felç edeceği ve yaşanmaz hale getireceği gerekçesiyle, %97 uygulanamaz çözümler getirdiğini görebilirsiniz.

PT: IAUA (İsrail Birleşik Mimarlar Birliği) tarafından 2002, Berlin’deki UIA kongresinde İsrail’i temsil etmek üzere seçildiniz. Fakat İsrail mimarlığının Ortadoğu politikasındaki rolünü açıklayan haritalar, mekansal analizler, hava fotoğrafları ve oluşturduğunuz kitap IAUA tarafından yasaklandı. Daha sonra benim görebildiğim kadarı ile projeniz başta Kunstwerk –Berlin ve Witte de With –Rotterdam güncel sanat kurumlarında sergilendi. 2002’den bu yana aldığınız uluslararası destek projeniz ile ilgili olarak yerel ve uluslararası sahnede yarattığı etki neydi? Araştırmanız başka konuları ve projeleri nasıl etkiledi?

EW/RS: Son yıllarda IAUA “Sivil İşgal” projesi çevresinde oluşan tartışmalara tepki göstermeye karar verdi ve 2005 yılındaki konferansını mimarlık ve politika arasındaki ilişkiye ayırdı. Yasaklanmış serginin tüm katılımcılarını kendi üyeleriyle birlikte münazaraya davet ettiler. Onların yanı sıra Shimon Peres ve Eğitim Bakanı (-ki konferansın her iki gününde de açılışı yaptılar) ve Oslo müzakerelerini başlatan Yossi Beilin konferansa davetliydiler. Ben konferansa katılmayı reddettim ama diğer katılımcılar gittiler ve ateşli bir tartışma oldu. Sonunda Birlik başkanı İtzhak Lir, projenin ortaya koyduklarının geçerliliğini kabul etmenin yanı sıra yasaklamayı geri çekti ve bunun için özür diledi. Bunun kendisi ve Birlik için travmatik bir şey olduğunu söyledi. Geri çekilişini tarafsız ve samimi buluyorum ama maalesef mimarlık kuramcısı Eran Neuman başta olmak üzere bazı üyeler açıkça şu anlama gelen şeyler söylediler: “Şimdi politika konuşmayı bitirdiğimize göre artık mimarlıkla ilgili konuşmaya geçebilir miyiz?” yani Birlik’te, bu konferansı, bu konuyu aradan çıkartmak ve İsrail’de yaygın olan dar fikirli mimari söylemlere geri dönmek isteyen kişilerin dile gelişiydi.

“Sivil İşgal” projesinin yasaklanmasından sonra, ve 2002 Venedik Bienali’nde “Sınır Düzensizliği” (Borderline Disorder) sergisinin küratörlüğünü yapan Zvi Efrat’ın Bezalel Sanat ve Tasarım Akademisi’nin başına geçmesiyle mimarlık ve planlamanın siyasal boyutu İsrail mimarlık konularında ön plana çıkmıştı. Daha fazla genç mimarın ve öğrencilerin eleştirel olarak inşa edilen çevre çelişkisiyle uğraştıklarını görmek beni mutlu ediyor, hatta bazıları İsrail’de veya West Bank’ta Filistinli gruplarla çalışıyor. Şimdi bizden daha yeni nesiller projeler, sergiler, yayınlar ve çizim haritaları organize ediyorlar. Örneğin, eski öğrencilerimden biri olan genç mimar Malkit Shosan, Galilee’de tanınmamış Filistin köyleriyle çalıştı, haritalarını çizdi ve hatta Ein-Hud –Hafta yakınlarında daha önce hiç haritası çizilmemiş bir Filistin köyü- için uluslararası bir kentsel tasarım yarışması bile düzenledi.

PT: Bir mimar olarak araştırmanız süresince haritalarla, istatistik ve diğer sunum, metotlar ve yollarıyla nasıl uğraştınız; bunları savlarınıza nasıl aktardınız?

EW/RS: Başta, tüm yerleşim ana planlarının bir dosyasını oluşturmak zorundaydık. Bunu 2002’de yapıyorduk ki en vahşi dönemlerden biriydi, bu nedenle hayli zordu. Yerleşmeler arasında seyahat ediyorduk; ya yerel planlama ofislerine ya da yerleşmelerin kendi kurullarına giderek bir arşiv oluşturmaya çalışıyorduk. Sonra yapabildiğimiz kadarıyla, bu bilgileri kiraladığımız özel uçakla Batı Şeridi üzerinden uçarken çektiğimiz hava fotoğraflarıyla karşılaştırıyorduk. Yine bir süre için uçmamız imkansız hale gelmişti: Nisan 2002’de “Savunma Koruması Operasyonu”yla bir çeşit kalıcı yasak getirilmişti. Tüm hava tetkikini bitirememiştik ama Dror Etkes’in Peace Now’daki çalışmasına ve Kudüs’teki CIA ofisinin uydu görüntülerine güveniyorduk. Bu bilgilerin hepsi arazide kontrol ediliyordu çünkü herhangi bir kaynağa bağlı kalmak istemiyorduk. Bu aşamadan sonra ana planlar topoğrafik bir haritaya aktarılıyordu, ve her birinin resmi mantığının anlaşılabilmesi için her bir yerleşmeyi haritada göründüğünden çok daha detaylı bir şekilde çizmek zorundaydık. Daha sonraları bu, Sivil İşgal için temel çizimler haline geldi.

Son olarak, mavi kesitleri çizmek için, inşa edilmiş binalarla planlanmış alanları birbirinden ayırmamız gerekiyordu. “inşa edilmiş alan” çizgisini yolun etrafından mı, bahçenin etrafından mı çizersiniz yoksa onu en uzaktaki evle mi sınırlarsınız? Aynı zamanda bilgide bazı boşluklar vardı. Bu nedenle, yerleşmelerin topografya ile nasıl entegre olduğunu analiz etmek zorundaydık. Yolların her zaman topoğrafik çizgiler boyunca uzadığını ve onları örttüklerini görürsünüz- kanalizasyon gibi altyapılar da bu şekilde oluşturulmalıdır, aynı yükseklikte halkalar halinde aşağı akıtacak şekilde-. Böylece dağın topografyası yerleşmenin biçimini belirliyor ki, bu izlendi. Mantığı anlamak ve boşlukları doldurmak için biz de neredeyse usta yerleşim plancıları haline geldik.

İnsanların yerleşmelere sürekli akımı sağlanarak, geri döndürülemeyen kritik bir kütleye ulaşılacak. Hükümet, küçük dış mevkileri kaldırmak zorunda kalabilir ama geniş yerleşim yerlerini kaldırmaya eğilimli değiller. Batı Şeridi’ndeki yerleşimlerin neredeyse tümü küçük dış yerleşim olarak kurulup birbiri içine doğru büyüyerek katılaşıp, İsrail mahalleleri ve çizginin öteki tarafındaki alanlarına bulaşıcı bir hal aldı. Mantığı bu. Biz bu olası gelecek senaryosunun tehlikesini analiz ediyor ve bunu grafik olarak öne çıkarıyorduk. Çizdiklerimizin çoğu artık yerleşim olarak var olmayan planlanmış alanlar –eğer oraya giderseniz, orada büyük ihtimalle bir çoban ve zeytin ağacı bulursunuz. Ama orada, insanların yerleşmelerin gelişimini belirlediğini bilmediği, bir mimarın veya İsrail ordusunun sivil idaresinden bir bürokratın planladığı şu çizgi var. Bu olası geleceği vurgulayarak, bunu acil bir duruma getirmeye çalışıyoruz.

PT: A ve B Alanlarının renkleri Geçici Anlaşma haritasına benziyor. Ona ulaştınız mı ve o bir başvuru noktası mıydı?

EW: Aslında o çeşitli kaynaklarda hazır ve ulaşılabilirdi. Ama Filistin topraklarında işaretlenmemiş köyler vardı. Geleneksel Filistin coğrafyası şehirlerin ve kasabaların dışında 4 ila 20 ev öbekleri halinde yaşayan geniş aileler üzerine kurulmuştur. Eğer ona bir isim verirseniz tanınır ama bir ismi yoksa tanınmadan kalır. İsrail’de en az 20 tanınmayan Filistin köyü var, ki bu İsrail’in buralardaki toprak hakkını tanımadığı veya buralara elektrik ve okul sağlama zorunluluğu hissetmediği anlamına geliyor. Bunlar genellikle ülkeyi terk etmemiş olan mülteciler- “varolan namevcutlar” olarak adlandırılıyorlar. Yıkılmış olan evlerine geri dönemedikleri gibi, pek tanınmayan mülteci kampı köylerde yaşıyorlar. Bu yüzden Filistinlilerle çalışıp önceden adlandırılmamış şeyleri adlandırmaya çabalıyoruz. Nasıl bir etkide bulunacağını söyleyemem çünkü bu resmi bir harita değil, ama en azından isim vererek ona biraz varlık veriyorsunuz.

PT: Dünyada mimarlık ve planlamayla yönetilen/yürütülen alanların ve politikaların olduğu başka durumlar da var mı? Mimarın rolü nedir? Sorumlulukları nelerdir?

RS: Mimarın sorumlulukları, mimarın toplumdaki rolü tarafından belirlenir. Sorumlulukları ve rolü tartışabilmek için öncelikle belli bir disiplin içinde, üzerine inşa edilebilecek bir temel oluşturacak, davranış kurallarını ve yaklaşım biçimini belirleyecek bir tanım üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Doktor, avukat, bilim adamı vs… gibi değeri meslek adamları, yazılı olsun veya olmasın, çeşitli derecelerde etik kurallar oluşturmuşlardır, ki bunlar bir çok durumda bir disiplinin temel ve esas prensipleri olarak kabul edilir. Bizim işimiz, mimari pratik (planlama ve tasarım) daha iyi bir toplum –huzur, refahı ve çıkarı- için olması gerektiği görüşünü kabul eder ve buna dayanır. İsrail planlama kanununun da bir kısmını oluşturan bu varsayım, daha sonra bir değerler dizisi olarak yorumlanmış, genellikle miktar ölçüleriyle ilgilenen, bina düzen, kural ve kanunlarına dönüşmüştür. Örneğin, “özgürlük” değeri, dolaylı olarak, kişi başına düşen minimum yer alanından yemek holleri için tasarım kuralları gibi uzamsal terimlerle bir değişime uğratılmıştır. Yönetmelik, oturma alanı olarak bir restoranda kişi başına en az 1,1 m2, orduda yemek hollerinde 0,9m2 ve hapishanelerde 0,7 m2 yer vermektedir. Daha az özgürlük sadece daha az hareket alanı değil aynı zamanda günlük eylemlerde de daha kısıtlı alanlar anlamına geliyor. Yine de tüm bu durumlarda yemek yeme gerçekleştirilebiliyor; mimarlık bu aşamada masaya erişimi mümkün kılıyor. Ama her şey kanunlarla belirlenmiş değildir ve öyle de olamaz.

Mimari eylemin, doğrudan veya dolaylı olarak kişiye -yaşamak için gereken temel ihtiyaçlarına- maddi bir zarar vermemesi gerektiği varsayımı, suç ve mimarlık arasındaki ilişkiyi sorgulayan temel bir anlayışı da ortaya çıkarıyor.

PT: Mimarlık siyasi gündemde nasıl ele almalıdır?

RS: Mimarlık tanımı gereği her zaman kontrol ve düzenin farklı formları ile ilişkilendirilmiştir (ve ilişkilendirilecektir). Her mimari belli bir politik gündeme uymuştur. Aslında “Mimarlık” dediğimiz zaman ne bizim için ne anlama geldiğini açıklamamız gerekiyor. Burada “mimarlık”ı, mimarlar veya mimar gibi davrananların üzerlerine aldıkları işleri, binalar, şehirler, vs.. inşa etmelerini, ifade etmek üzere kullanıyorum. Bahsedilenler arasında özellikle, anlık ve düşüncesizce değil, bilinçli ve vicdanlı bir şekilde inşa edilmiş olanları kastediyorum. Bu bağlamda, mimarlık her zaman ve şu anda da, idareci gücün hedeflerini beyan eden bir işleve sahiptir. Önceden tasarlanmış olan her şehir, bir sosyo-kültürel gündeme hizmet eder: kontrolü kolaylaştırma, devlet, düzen, bir çeşit sosyal yapılanma görüşü vs… Kentler, örneğin, aksi takdirde basitçe planlanmadan gelişebilirler. Bu çok nadiren bir sığınma ve yaşama alanı bulma problemidir, genelde görünmez ve gizli eğilimler mevzu-u bahistir. Bu sadece şehir ölçeği de değil bir bina ölçeğinde de gerçekleşebilir. Tasarım kararlarını hangi noktaya kadar denetlenebileceği ise bir başka sorunsaldır. Mimar açısından ilk sorumlu hareket, üzerinde çalıştığı temayı –ortaya koyacağı objenin ne ifade edeceğini ve neye hizmet edeceğini- etraflıca kavramasıdır. Buna yönelik olarak mimarlar, üzerinde çalıştıkları şeyin geniş sosyal temasını, basitleştirilmiş “plandan önce tetkik” yaklaşımının çok ötesinde kavramalıdırlar. “Plandan önce tetkik” sistemi, ilgili bilgi ve veriyi teşhis eder ama tasarımın oluşturacağı sonuçları ve yaratacağı yankıları ortaya sermekte yetersizdir. Mimarların bu bilgiyi düşünceyle nasıl yoğurup, özümseyeceği ise tam olarak mimarlık eğitimiyle sağlanması gereken bir yetenektir.

PT: Sosyo-politik ya da geo-politik durumlar tasarımcının karar alma sürecini nasıl etkiler? Etkilemeli mi? Örnek verebilir misiniz? Bu durumda eleştirel bir mimarlık pratiği nasıl mümkün?

RS: İşin sosyo-politik doğası veya pozisyonu kavrandıktan sonra, su anda çok basit bir seviyede- mimar işi kabul veya reddedeceğine karar verebilir (mimarların bir işi kabul veya reddetme özgürlüğüne sahip varsayıyoruz). Zorlanmadan bir işi kabul etmek, genellikle mimarın görevi üzerine alırken, hiç bir etik, ahlaki veya mesleki sorun bulmadığı anlamına gelir. Doğal olarak, işi reddetmek tam aksi anlama gelecektir- böyle bir tasarıma hiç bir şekilde dahil olunamayacağına dair çizilen net bir “kırmızı çizgi”. Nadir olmasına karşın, böyle bir olay gerçekleştiğinde, reddetme eylemi mesleki bir ima olmanın dışında, kişisel karar veya sorun olarak değerlendiriliyor. Örnek olarak, bir kaç İsrailli mimar, orada hükümet desteğiyle yer alan devasa binaların varlığına rağmen, prensip olarak Batı Şeridi’nin işgal ettiği arazilere inşa etmeyi reddettiler. Onların bu kararı da her zaman bireysel politik görüşe dayanan kişisel bir karar olarak algılandı. Herhangi bir İsrail mimarlık birliğinden, işgal edilmiş alanlardaki inşaatlara dahil olanlara karşı toplu bir çağrı yapılmadı. Burada, “muhalif mimarlık” diye adlandırdığınız olguya başka bir olasılığı da tartışabiliriz: bazılarının yaygınlaştırarak terim halinde getirdikleri “eleştirel uygulama”. “muhalif mimarlık”dan bahsetmek zor, çünkü mimarlık doğası gereği her zaman bir amaca hizmet eder- benim “muhalif”ten anladığım inşa etmek değil aksine yıkmak. Kendi içinde sorunsal olmasına rağmen “eleştirel” bu temayı daha iyi anlatan bir kelime olabilir. Mimarlık sayesinde eleştirel bir durum almak nasıl olabilir? Mimari ürün eleştirel olabilir mi? Ve eğer olabilirse neye karşı eleştirel? Program? Form? Estetik? Mimar, mimari iş aracılığıyla neyi eleştirebilir ve eleştirel durum nasıl tanımlanıp beyan edilebilir? Eleştirel olmak, mutlaka, sosyal açıdan daha sorumlu olmak anlamına gelir mi?

Şu an tartıştığımız şey bağlamında, “eleştirel uygulama” verilmiş bir projenin önceki durumunun ve şartlarının kabulü anlamına gelse de, yine de eleştirel bir tutum uyandırmak -hali hazırda bulunan durumla çalışırken aynı anda o statükoyu ayarlayarak onu aşan bir eleştirisini yapmak- için müdahale edebilir; önceki kabulleri yeniden tanımlayan ve onları zorlayan bir yaklaşım. Burada mimar, kendisinden beklenen olağan ürünü vermeyerek ama projenin önceliklerini yeniden tanımlayarak, sorumluluğunu talep edebilir.

PT: Peki bu ne içerir ve böyle bir tutum kişiselin ötesinde anlaşılabilecek, önemli ölçüde eleştiri uyandırabilir mi ?

RS: Bu terimleri ayırmayı ve “eleştirel uygulama” hakkında konuşmamayı tercih ederim. Bunun nedeni öncelikle, mimari bir işin eleştirelliği, eğer varsa, tek yönlüdür, tek boyutlu bir yorumdur. İşin daha uzun süren bir önem kazanması için o basitçe eleştirel olamaz, başka ihtiyaçlar sağlamalı ve alternatif sunmalıdır. Bu alternatif katılımı desteklemeli ve eleştiri objesinden bağımsız olmalıdır. Bu öte yandan bir zaman çerçevesi problemidir. Sonuçta, dünün eleştirisinin bugün geçersiz olduğunu çok sık hissederiz.

PT: İkiniz de mimarlık eğitiminin içindesiniz, bio-politik ile mimarlığı nasıl eğitim sürecinde nasıl aktarıyorsunuz? Nasıl bir eğitim metodolojisi geliştirdiniz? Mimarlık eğitiminin geleceğiyle ilgili ne söyleyebilirsiniz?

RS: Geçmiş yıllarda mimarlık eğitimi yoğun bir şekilde biçimsel konular ile meşguldü, özellikle ABD’de mimari, obje özerk olarak ele alınır ve kalitesi odak kabul edilirdi. Mimari ürünün bizzat biçimsel özellikleri, çeşitli teknolojilere ve metotlara (dijital) uygun oluşu, yeni formların bulunmasını ve bu formların ulaşılabilirliğini mümkün kılmıştır.

Bugün, mimariyi bu meşguliyetlerden uzaklaştırma, mimarinin diğer alanlardaki etkisini arttırma, isteğinin var olduğu görülüyor. Mimarlık ve bio-politikadan –insan nüfusunun siyasi ve bilimsel sorunlarından- bahsedecek olursak, bu yeni değil, fakat son yıllarda göz ardı edilerek bir kenara atılmış durumda. 1950-60 yıllarda yapılan bazı girişimler insan yerleşmesi biliminin yerel ve evrensel ölçekte ele alınmasını başlattı. Mimarın mimarlık nosyonu ve mimarlığa bakış açısında da bir paradoks olduğu görülüyor. Bir yandan disiplin olarak, mimarlık, bir ürünü mimarlık olarak tanımlamakta -ürünün mimarlık tarihine girmesi ve bakmaya değer bir mimarlık çalışması sayılması açısından- çok seçici. İnşa edilmiş çevrenin tümünün yanında bu çok küçük bir bina kesimi. Buna rağmen bir diğer tarafta, mimarların çoğu neredeyse herşeyin mimarlık olduğunu öne sürüyorlar. Mimarlık, hala bir çok okula, Sanat Tarihi çalışmalarına dayalı -mimarlığın, fikirlerin mimarların/sanatçıların tekil bireysel “sanat eserleri” üzerlerinden analiz edildiği bir güzel sanatlar biçimi olduğu- bir model üzerinden öğretiliyor.

Bugün bu görüşten uzaklaşmak üzere bazı çabalar görebiliyoruz. Hala merkezden çok uzaklaşamamış olmakla beraber, konuların ve malzemenin nasıl bir araya getirilebileceği ve bunların neler içerebileceği soruları üzerinden mimarlığın tanımını geliştirmeyi amaçlayan yenilikçi programlar açılmakta. Mimarlık bu sayede “uzamsal uygulamanın formu” olarak geniş bir tanıma kavuştu. Başka meslekleri de ilgilendiriyor: coğrafyacıları, film yapımcılarını, küratörleri, sanatçıları, boşluğun veya çevrenin eleştirel okunmasıyla ilgilenen ve müdahale eden herkesi… Mevcut konuşmalar, mekansal araştırmalarla (bir boşluğun yorumlanmasıyla fenomenleri okuyan araştırmalar), mimarlığa en çok ilintili olacak şekilde diğer alanlara açılıyor. Mimarlar burada, aldıkları eğitim, mekansal durumları okuyabilme ve analiz edebilme yetenekleri sayesinde avantajlılar. Doğal olarak, çalışmanın konuları ve temaları sosyo-ekonomik, politik, insancıl vb. faktörlere dayanıyor; mimarlık ise (geleneksel anlamda) sadece daha geniş bir resmin parçası. Bence sorulması gereken soru ise, bu hassasiyetin, bu hareketin “öz” mimarlık mesleğine, onun rolünü ve disipline ait karakteristiğini yeniden tanımlayarak, bir geri dönüşüm yansıtıp yansıtamayacağı. Bu, mimarlık eğitiminin mesleki programlarını (mimarlık lisansı veren programlar), bilgiyi, araçları ve mimarlık eğitiminin bağdaşması gereken temaları nasıl etkileyecektir?

EW: Yöneticisi ve kurucusu olduğum Londra’daki Goldsmith College Mimarlık Araştırma Merkezi, lisansüstü eğitimi vermektedir. Programın master ve doktora düzeyi öğrencileri ise mimarlık alanında çalışan fakat kent araştırmacısı, film yönetmeni, kuratör ve sosyal&kültürel bilimci gibi özellikle insan hakları, siyaset, kültür sorunsalları üzerinde çalışan farklı pratiklere sahip araştırmacılar. Bu programın, stüdyolar ve eleştirel mimarlık araştırmalarını ortak bir pratik içinde sunarak alternatif bir lisans üstü eğitimi sunmaya çalışıyorum. Bu merkezde lisans üstü eğitim sürdüren araştırmacıların; pratik bilgi ve teoriyi birlikte düşünerek uygulamalarını sağlamak ve kentsel araştırmalar, yazım deneyimi ile eleştirel felsefe ve kültürel çalışmalarla kendi eğitimlerini desteklemelerini istiyoruz. Örneğin; derslerimizden “Mimarlık Araştırmaları” mekansal politika üzerine araştırma bakış açısını sağlamaya çalışmakta; bunun yanında “Mekansal Pratik olarak Çatışma ve Müzakere” adlı seminer ise siyasi ve sosyal çatışma ile ilgili “kent” araştırmaları öngörüyoruz. Sadece ürün ve mimari yapı sürecini üzerine odaklanan bir eğitim yerine, bu sürecin kendi içinde hangi radikal eleştiriyi içerdiğini analiz etmeye de çalışıyoruz. Diğer yandan da farklı ülke ve kent gerçekleri içerisinde doktora seminerlerimizi yapmaya çalışıyoruz örneğin en son İstanbul’da seninle beraber organize ettiğimiz seminer gibi.

RS: Mimarlık eğitimi, ilk önce eğitim için ne çeşit bilginin gerektiği konusunu yeniden tanımlamaya odaklanmalıdır. Değişik okullar farklı konuları vurgulayabilirler, fakat kullanılacak bilgi konusunda etraflıca bir uzlaşmaya varmak hepimizin yararına olacaktır. Ne çeşit bilgiler öğretilmeli? Öğrenciler hangi seviyeye kadar teknik bilgilerle çalışmalılar ve yükselen dijital teknolojilerin rolü ne olmalı? Disipline ait bilgi olarak nitelendirilecek olan (mesleğin “sanatı”nı ilgilendiren konular) nedir? Okulun rolü ne olmalıdır? Mesleki eğitimde karşı çıkıldığı gibi bu bilgiyi sağlamak mı? Başka hangi teorik ve tarihsel konular öğretilmelidir?

Kasım 2005 – Mart 2006 (İstanbul, Londra, Princeton)
Çeviren: Lory Zakar

Rafi Segal (1967, Tel-Aviv): Mimar olarak hem pratik hem de teorik işlerler uğraşıyor. 1993’de lisans ve 2001’de yüksek lisans öğrenimini Technion – İsrail Teknoloji Enstitüsü’nde tamamladı. Princeton Üniversitesi Mimarlık Bölümünde doktora çalışmasını sürdürmektedir. 1992-2000 yılları araında Tel-Aviv’deki Palmach Tarih Müzesi’ni mimar Zvi Hecker ile inşa ettiler. Takip eden yıllarda mimar Eyal Weizman ile bağımsız bir ortalık sürdürerek birçok farklı proje, sergi ve yayın gerçekleştirdi. Bu yayınlardan: “A Civilian Occupation -the Politics of Israeli Architecture” (Verso, Babel, 2003), The Ashdod Museum of Art (2000-2003), ‘Mythos’ (2002). Şu an üzerinde çalıştığı araştırma konuları: mimarlık düşüncesinin dizisellik, birim tekrarları, mekansal örüntü ve diğer 1950-1960’larda öne sürülen biçimselliklerle nasıl dönüştüğü, ve güncel mimarlığa etkileri.

Eyal Weizman (1970, Haifa): Architectural Association-London (AA)’den mezun olduktan sonra Berlin’de Mimar Zvi Hecker ile çalıştı. Rafi Segal ile birlikte Ashdod Sanat Müzesi’ni inşa etti ve “A Civilian Occupation” projesini ve kitabını yaptılar. Weizman B’Tselem insan hakları örgütü için çalıştı ve haritaların oluşturulması projesini ve Batı Şeria’daki mimarlık-planlama üzerinde insan hakları ihlali üzerine bir araştırma gerçekleştirdi. Doktora tezini The Politics of Verticality Architecture and Occupation in the West Bank and Gaza üzerine tamamladı. Yayınları: Yellow Rhythms (010 Publishers, Rotterdam), Random Walk (AASF, London). Weizman, Goldsmith Architectural Research Center (London) adlı lisansüstü programın kurucusu ve yöneticisidir.

1 1993 Oslo Sözleşmesi için bakınız: http://www.palestinefacts.org/pf_1991to_now_oslo_accords.php
http://www.palestinefacts.org/pf_1991to_now_oslo_background.php

2 49.madde: “The Occupying Power shall not deport or transfer parts of its own civilian population into the territory it occupies.” http://www.icrc.org

http://www.opendemocracy.net/conflict-politicsverticality/issue.jsp

Etiketler

Bir yanıt yazın