Mimarlık Tarihi Söyleşileri: Esra Akcan

Mimarlık Tarihi Söyleşi serimiz University of Illinois at Chicago öğretim görevlisi Esra Akcan ile devam ediyor.

24 Ocak 2013

Betül Atasoy: Doktora tezinizde yapılı çevre ve mimaride Türk-Alman ilişkilerini, özelde konut yapılarını incelediniz. Bu tip içiçe geçmiş bir mimari kültür oluşumunda çalışma yönteminizi nasıl geliştirdiniz? Bu konuyu çalışmanızın sebepleri nelerdi?

Esra Akcan: Bu konu ile doktora tezim için uğraşmaya başlasam da, benim için bu çalışma 2012 yılında basılan Architecture in Translation kitabında, kavramsal, tarihsel ve görsel açıdan son şeklini aldı. Sizin bu çalışmayı içiçe geçmiş bir mimari tarih yazımı olarak öne çıkarmanız beni çok sevindirdi, çünkü amacı tam da buydu. Konuyu belirlerken beni en çok motive eden durumlardan biri “Batı ve Batı dışının” birbirinden kopuk iki ayrı dünya gibi algılanması, daha da önemlisi bu ayrımın jeopolitik bir hiyerarşiye eklemlenip “medeniyetler çatışması” gibi kavramlar üzerinden hayatın çok alanını belirler duruma gelmiş olmasıydı.

Bu ayrım, Türkiye’de “yabancı mimar” olgusuna bakıştan, Kuzey Amerika ve Avrupa mimarlık yazınında önem derecesi hiç de aynı algılanmayan iki farklı çalışma alanı tanımlamaya kadar çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabiliyor. Oysa daha dikkatli bakıldığında, coğrafyalar arası ilişkileri öne çıkararak, geçmişi çok daha içiçe yazmak mümkün—bu tarihi hibridleşme süreçleri içinde Doğu ve Batı çoğu zaman farklı kültürler olarak algılanmış ve yapılandırılmış olsa da. Dolayısıyla bu tip içiçe tarihleri yazmayı sağlayacak kuramlara ve terminolojiye de ihtiyaç var. Architecture in Translation çeviri kuramı ile tam da bu nedenle ilgileniyor, kültürün küresel dolaşımını açıklamak için çeviri kavramını dilin ötesinde görsel mecralara taşıyor, ve iki farklı çalışma alanı olarak algılanan Almanya ve Türkiye konut tarihini beraber, içiçe geçmiş olarak tartışıyor. (İki ülke arasındaki karşılaşmalara detaylı olarak odaklanırken, bu sürecin iki ülkenin de dünyanın farkı yerleriyle–Japonya, İngiltere, Avusturya, Rusya, İsviçre, vb— kurdukları ilişkiler nedeniyle daha da kompleks olduğunu hatırlatıyor).

Çok doğrudan bir tanım vermem gerekirse: İnsanların, fikirlerin, nesnelerin, teknolojilerin, bilginin ve imgelerin ikili ve çoklu uluslararası taşınmasının yarattığı değişim süreçlerini çeviri olarak tanımlıyorum. Çeviri bir yerden bir yere kültürel bir akımın olduğu her durumda ve her koşulda oluşur. Çeviri, taşıma eylemi sırasındaki dönüşüm sürecidir. Kanımca tarih içinde bu çeviriler o kadar çok gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam ediyor ki, herhangi bir yerde, diğer bütün yerlere kapalı katıksız yerel bir mimarlık olmadığı gibi, bulunduğu yerden tamamen bağımsız soyut bir boşluk içinde oluşan salt küresel bir mimarlıktan bahsetmek de imkansız. Yabancı ve yerel tanımlarını sürekli dönüştüren farklı çeviri tiplerini anlamlandırmaya çalışmak, bunun için bir terminoloji geliştirmek gerekiyor. Benim önerdiğim çeviri kuramı, dile ait çeviriyi bir kavram mecazı olarak kullanıyor; bir yandan da dile ait çeviri hakkında basmakalıp olarak söylenen “kültürler arası köprü” ya da “orijinalin ikinci el kopyası” gibi tanımlara karşı çıkıyor. Ayrıca bu çeviri kuramı, küreselleşme çalışmalarında sosyopolitik bağlamı göz önüne alması ve herhangi bir kültürel akımda çoklu aktörleri öne çıkarması açısından bir fark yaratmaya çalışıyor. Bu dört maddeyi biraz açarsam:

Birincisi, dünya tarihini çevirilerin oluşturduğunu göstermek orijin mitini, öz kültür mitini siliyor. Tersine, çeviriler sayesinde kültürel üretimler yaşamaya devam eder; çeviriler sayesinde bir yer kendini daha önce yabancı olarak tanımladığına açar, mevcut değer ve normlarını yabancınınkine göre değiştirir, bazan zenginleştirir bazan fakirleştirir. Yabancının bir tehdit değil, zenginleştirici bir kaynak olabileceği algısı bu çeviri kuramını hem anlattığı dönemdeki özcü milliyetçi duruşlardan, hem de bugünün medeniyetler çatışması söyleminden ayırıyor. Ancak bu, ikinci olarak belirtmeliyim ki, tarih içinde çevirinin kültürler arasında pürüzsüz bir köprü olduğu anlamına gelmiyor. Tersine tarih içinde çevirilerin hep jeopolitik ve ekonomik hiyerarşilerle şekillendirildiğini, yani hiç de pürüzsüz ve eşitlikçi olmadığını görüyoruz. Dolayısıyla çevirinin hem özgürleştirici hem sömürgeleştirici yüzlerini tartışmak gerekiyor. Çeviri, jeopolitik hiyerarşilerin, ona dayalı kişisel endişelerin göz önüne serildiği, kozmopolit bir etik olasılığının ortaya çıkabildiği ama aynı zamanda kapanabildiği, son derece gerilimli bir buluşma alanı. Üçüncüsü, çeviri kuramını, hibrid, kültürüstüleştirme gibi belirsiz ya da içi boşaltılmış kavramların ötesine geçmek, ayrıca ithal, transfer, etkilenme, yayılma gibi pasif alımı çağrıştıran kavramlardan uzaklaşmak için, yani herhangi bir kültürel dolaşımdaki çoklu aktörleri, bir değil birçok özneyi görebilmek için öneriyorum. Dördüncüsü, tarih içinde çeviriler olduğunu görmekle bu kuramın işi bitmiyor, tersine burada başlıyor, çünkü bu çeviriler tarihini yazabilmek için daha zengin bir terminoloji gerekiyor—ki dile ait çeviri kuramında bu zengin terminolojinin ipuçlarını bulmak beni baştan çeviri kuramına yönelten nedenlerden biriydi. Diğer bir deyişle, buradaki çeviri kuramı, kültürel buluşmaların farklı unsurlarını, kanallarını, tiplerini, yerlerini, aktörlerini, ideolojilerini ve kalitelerini tartışmamıza olanak sağlayan bir terminoloji oluşturmaya çalışıyor. Çevrilebilirlik ve çevrilemezlik algıları, benzeştirici ve yabancılaştırıcı çeviri, çevirinin gerilimli temas alanı, bir yerden diğerine insanlarla nesnelerin, teknolojilerle imgelerin farklı taşınma biçimleri, devlet ihalelerinden uluslararası sergilere farklı taşıma kanalları, çevirinin çoklu aktörleri, hibridlik adına ve kozmopolit etik adına yapılan çeviriler gibi çeşitli kavramlar, bu terminolojiyi oluşturmak adına, mimarlık örneklerini açıklamak için geliştiriliyor.

Kitap dolayısıyla son yıllarda daha da yoğunlaşan küresel/kozmopolit/kültürler-arası/içiçe geçmiş tarih yazımı söylemine çeviri kuramı ve yarattığı terminoloji ile bir katkıda bulunmaya çalışıyor. Ayrıca, bu söylemin bazı yazarlarında gördüğüm, coğrafi olarak kapsayıcı olma iddiasında ama yine aynı sömürgeci tutumu, Batı/Batı dışı ayrımını sürdüren bakış açılarına da karşı çıkıyor.

BA: Cumhuriyet mimarisi denilince akla hemen erken Cumhuriyet dönemi gelir. Sibel Bozdoğan’la birlikte kaleme aldığınız “Turkey: Modern Architectures in History” başlıklı kitabınızda Türkiye mimarlığını soğuk savaş dönemi ve küreselleşme dönemine kadar getiriyorsunuz. II. Dünya Savaşı sonrasında ele alınan dönem içerisinde tarih yazımında gördüğünüz eksiklikler ve sizin bu dönemi nasıl işlediğinize dair bilgi verebilir misiniz?

EA: Erken Cumhuriyet dönemi hakkında çalışmaların 1950 sonrasına kıyasla daha fazla olmasını doğal ve geçici bir durum olarak algılayabiliriz kanımca. Akademik çalışmalara ilginin yoğunlaştığı yıllarda birçok araştırmacının paralel olarak benzer bir dönemi çalışmaya başlamaları ve ürünlerini benzer yıllarda ortaya çıkarmaları sözkonusu. Ek olarak, bu literatürün oluşturduğu önermelerden ve sorulardan ilham alan, onlara cevap veren, diyalog kuran tartışmalar olmasını da Türkiye’deki mimarlık kuramı, tarihi ve eleştirisi açısından kaygıyla değil sevinçle karşılamalıyız. Bundan sonra 1950 sonrası üzerine detaylı akademik çalışmaları göreceğiz diye tahmin ediyorum.

Sibel Bozdoğan’la yazdığımız Turkey: Modern Architectures in History kitabında bunu bir parça başarmaya çalıştık. Ancak elbette, kitabın erken Cumhuriyet üzerine olan bölümleri ile, 1950ler, Soğuk Savaş ve askeri darbeler, 1980 sonrası neoliberal ve küreselleşme dönemlerini tartışan bölümlerini yazmanın arasında çok farklı zorluklar vardı. Erken Cumhuriyet dönemi için yapılan çalışmaların hakkını veren bir sentez yazmak ne kadar zorsa, üzerine detaylı çalışma yapılmamış dönemler hakkında genel bir araştırma yazmak da farklı açıdan o kadar zordu. Kitap Türkiye’yi genel dünya ve mimarlık konjonktürü içinde tartıştığı için, dünya mimari tarihi konusundaki eksiklikler de gözardı edilemez. Örneğin, 1960’lar ve 1970’leri tüm siyasi dinamikleri ile anlamak, anlamlandırmak, Türkiye’nin iç ve dış ilişkileri konusunda bu kadar belge devlet arşivlerinde gizli dururken imkansız gibi. İnsanın kendi içinde yaşadığı dönemler hakkında yazması ise tarihsel perspektifin verdiği eleştirel uzaklığı yitirmesi açısından farklı cinsten duyarlılıklar gerektiriyor.

Kitabın 9 bölümünü tarihsel (yıllara yönelik) ve tipolojik (konut ve kamusal yapılar) olarak ayrıştırdık. Kitapta çok keskin hatlarla çizilmiş bir dönemleme yapılmıyor. (Açıkçası “dönemleme” konusu beni hep çok az ilgilendirdi): Dünyanın ve Türkiye’nin birbiriyle örtüşen temel kopuş noktaları ve bunlarla beraber oluşan (bazen doğrudan biçimlenen ve biçimlendiren, bazen görece özerk) mimarlık dünyasındaki dönüşümler sergileniyor. I. Dünya Savaşı ve Cumhuriyet’in ilanı, II.Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünya düzeni içinde Türkiye’de çok partili sisteme geçiş, Soğuk Savaş ve Türkiye’deki sağ-sol ayrımı, neoliberal düzene geçiş, 1980 darbesi ve küreselleşme, hem dünyanın hem Türkiye’nin tarihini içiçe geçmiş biçimde açıklayan temel olgular. Kitapta mimar yapımı binaların mimarlık literatürü ve mesleğin iç dinamikleri açısından incelendiği bölümler var; ancak bunların yanında Türkiye şehirlerinin yaygın dokusunu oluşturmuş gecekondu ve yap-satçı apartmanlarının tartışıldığı, yarı-kanuni ve kanunsuz şehir gelişmesinin tarihsel izini süren konut bölümleri de var. Bu yolla kitap sadece büyüteçle bakılan ender mimari eserlerle değil, genelde yapılı çevreyle yüzleşen eleştirel bir mimari tarih yazımı geliştirmeye çalışıyor.

Bu kitap da bence içiçe geçmiş/küresel tarih yazımı ile diyalog içinde gelişti. Kitabın içinde bulunduğu seri (“Modern Architectures in History” serisi) coğrafi olarak kapsayıcı bir dünya modern mimarlık tarihi yazma girişimi olarak değerlendirilebilir (en azından bu yönde gelişmesini ümid ediyorum). Bu yüzden Sibel beni bu seriye yazacağı kitap için davet ettiğinde çok sevindim. Şimdilik Türkiye, ABD, Finlandiya, Brezilya, İtalya üzerine ciltler basıldı, Fransa, Almanya, Japonya, Hindistan, Rusya ve daha birçoğu basılmakta, ve serinin daha da genişletileceğini ümid ediyorum. Bu seri için akademideki bölünmelerin bir sonucu olarak, ve yazarların dil bilgisi ve uzmanlık alanlarını dikkate alarak ulus-devlet üzerinden bir bölümlemeye gidilmiş, ancak bence bu serinin daha önemli katkısı, ortaklaşa bir dünya modern mimarlık tarihini yazmaya, ve bunu bir merkezden çıkarak değil, bir ağ şeklinde gerçekleştirmeye en azından başlaması olacak. Kitap serisinde ciltler çoğaldıkça farklı yazarların kaleme aldığı ciltleri okuyup, modern mimarlığın küresel tarihi konusunda daha iyi bir fikrimiz olacak diye ümid ediyorum. Biz de Türkiye’deki süreci tartışırken, onu hem kendi dinamikleri, hem zaten içinde ve haberdar olduğu dünya konjonktürünün bir parçası olarak görmeye çalıştık.

BA: Cumhuriyet mimarisi ve geç dönem Osmanlı mimarisi çoğunlukla birbirinden ayrı olarak çalışılan, birbirleriyle temas etmelerinden kaçınılan iki farklı çalışma dönemi gibi görünüyor. Türkiye’deki tarih yazımı açısından değerlendirirsek bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?

EA: Evet, ne yazık ki böyle bir durum var. Kendi açımdan ben geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet mimarlık fotoğrafçılığını beraber ele alan makaleler yazarak bir diyalog için ufak, yetersiz bir adım atmaya çalışıyorum. Ancak bu durumun kişileri aşan kurumsal nedenlerini de görmemiz gerekiyor. Türkiye’de sanat ve mimarlık tarih yazımının gelişmesini araştıran bir çalışma bu ayrımın tarihi nedenlerini de açıklayabilir. Ayrıca, iki olası nedeni de birbirinden ayırmak gerekiyor. Bu durum, bazen ideolojik bir tortudan, bence çoğu zaman ise her akademisyen için, yazılan çoğu kitap için er geç kendini gösteren uzmanlaşmanın, derinleşmenin gereklerinden (detaylı incelenmesi gereken literatür, arşivler, bilinmesi gereken diller, işbölümü, vb.) kaynaklanıyor. Erken Cumhuriyet tarih yazımı sırasında yeni Cumhuriyet’in Osmanlı’dan ne kadar büyük bir kopuş olduğu gösterilmeye çalışıldı; yeni ile eski arasında hep büyük bir zıtlık yaratıldı; Cumhuriyet bir başlangıç, bir orijin olarak okundu; ve bir bakıma bahsettiğiniz bu farklı çalışma dönemlerinin ideolojik bir çerçevesi hazırlandı. Ancak bugün elbette her kitap bu ideolojiyi paylaştığı ya da karşı geldiği için Cumhuriyet ya da Osmanlı üzerine yazılmıyor. Örneğin, yukarıda bahsettiğiniz doktora tezimin çevisi olan Çeviride Modern Olan kitabı bizzat bu “Cumhuriyetçi” tarih yazımını eleştiren bir kitap olsa da, ya da içinde hem kopuşların hem sürekliliklerin görülmesi gerektiğini vugulayan paragraflar olsa da, bu kitap hakkında sırf detaylı olay anlatımına 1920’li yıllardan başlıyor diye “Osmanlı karşıtı Kemalist” diyen anonim bir yorum yapılmıştı. Üstelik bunu savunmak için son derece takdir ettiğim Uğur Tanyeli’nin başka bir durum için söylediği sözlerine referans veriliyordu. Bu Cumhuriyet üzerine çalışan tüm yazarlar hakında jenerik olarak söylenebiliyor. Böyle bir okuma biraz da tarih yazımından beklenilen orijin ve telos mitlerinden kaynaklanıyor olabilir. Oysa, son dönem kuramları ile ilgilenmiş çoğu yazar tarihin bir kesitini yazdığını, yani, bir sürecin “başını”, “sonunu”, “orijinini”, “telosunu” sunmadığını bilir. Sözün kısası, yazarların geçmişte ayrık olarak oluşmuş çalışma alanları arasındaki diyaloğu geliştirmeye çalışırken, okuyucuların da bazı önyargılarla bakmamaları gerekiyor.

BA: Mimarlık “kültür”ün içerisinde bir olgu. Bu doğrultuda mimarlık tarihinin okuma sınırlarının çok geniş olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda mimarlık tarihi üzerine çalışmak açısından mimar olmanın getirisi var mıdır?

EA:Mimarlık üzerine yazmak hem mimarlık konusunda hem yazarlık konusunda bilgi ve çalışma gerektiriyor. Mimar olarak yetişenler tasarım sürecine, çizimlere, mekana daha deneyimli bakıyor, mimarlarla daha kolay empati kuruyor olabilir; ancak kendilerini yazarlık konusunda baştan aşağı eğitmeleri gerekiyor. Sanat tarihi gibi bir eğitiminden geçenler ise benzer bir süreci ters yönden yaşamak durumundalar. Ben formel olarak mimarlık eğitiminden geçsem de, aynı yoğunlukta bir eğitimi kuram/tarih/eleştiri yazımı konusunda geçirdiğimi, geçirmekte olduğumu düşünüyorum. Öte yandan, her yazarın kattığı bakış, yöntem, geçirdiği süreç, siyasi ve kuramsal duruş o kadar farklı olabiliyor ki, artık mimar ya da mimar olmayan sanat tarihçisi/eleştirmen zıtlığı önemini yitiriyor. Dediğiniz gibi mimarlık tarihini okuma sınırları çok genişleyebilir, mimarlık çok büyük bir soru setinin parçası olarak çalışılabilir. Bazı yazarlar ise, bu sınırsızlığa karşı bir duruş geliştirip, mimarlığın özerk, disipliner sınırlarını çizmeyi, bu sınırların içinde kalmayı savunuyorlar. Ama ilginç ki bu otonomi söylemi formel bir mimarlık eğitiminden geçmemiş yazarlar tarafından savunulabilirken; binaları düşünsel, sosyal, politik, ekonomik, teknolojik yani çok disipliner bir biçimde okuma isteği mimar olarak yetişmiş yazarlardan gelebiliyor.

BA: Son dönemde yaygınlık kazanan Selçuklu ve Osmanlı ürünlerine öykünen tasarım ve tasarım yaklaşımlarının sebepleri neler olabilir? Bu gelenekselci tavrın Cumhuriyet ile birlikte gelen modernleşme ve ulus inşası ile benzer yönleri var mı? Bu bağlamda yeni gelişmekte olan Osmanlıcı yaklaşımı değerlendirebilir misiniz?

EA: Bu satırları yazdığım gün Başbakan Tayyip Erdoğan Çamlıca Tepesi için mimari yarışma jürisinin birinci seçtiği değil, kendi seçtiği anten kulesinin yapılmasına karar verdi (–bu Osmanlıcı yaklaşım için olmasa da yaptırım süreci için bir örnek.) Çamlıca’daki cami için hazırlanan projede Osmanlı mimarlığına öykünme bizzat tarih olgusunu reddeden, zamanı durduran bir boyutta bir taklite dönüştü. Bu tip örnekler ve şehir mekanı hakkında katılımdan ve şeffaflıktan uzak, yani otoriter kararlar son yıllarda gözardı edilemeyecek ölçüde çoğaldı: Taksim Meydanı, Gezi Parkı, İkinci Boğaz, Atatürk Orman Çiftliği, Ankara’daki Cumhuriyet dönemi yapılarının yıkılması… Son dönem hükümetlerinin TOKİ üzerinden yaptığı müdahalelerden Sibel Bozdoğan ile Turkey: Modern Architectures in History kitabında bahsetmiştik. (Kitabı tamamladığımız sırada yukarıda saydığım müdahaleler henüz yoktu.) Şu sıralar TOKİ konutlarının da Osmanlı ve Selçuklu üslubu ile yapılacağı söyleniyor. Dolayısıyla, sorunuzun cevabı evet. Tepeden modernizm ile tepeden Osmanlı ya da Selçuklu tarzı mimari arasında tüm biçimsel farklara rağmen büyük benzerlikler var.

Ancak, mimarlık mesleğinin iç dinamikleri açısından Osmanlı ve Selçuklu dönemi binalarına öykünme yeni bir fikir değil. Kuzey Amerika ve Avrupa’da 1970’lerden sonra yaygınlık kazanan, modernizmin baştan-yaratma mitini olgun bulmayan postmodern üslupları da hatırlamak gerekiyor. Geçmiş ile daha gözle görünür bir bağ kurma (ancak bunu yaparken tutarsız bir biçimde yakın geçmişi unutma), şehrin ortak belleğinde yer ettiği savunulan tipolojilerin içinde kalma, popüler olma, ticari gerçekleri kabullenme, kolay okunabilirlik gibi farklı ilkelerle, yani birbirlerinden de farklılaşan postmodern usluplar geliştirilmişti. Bunun için Aldo Rossi, Rob Krier, Robert Venturi, Michael Graves, Charles Moore gibi mimarların farklı kitapları ve binalarını aklınıza getirebilirsiniz. Türkiye’de geçmişle ve gelenekle bağını yitirmeden modenleşme Sedad Eldem gibi çok etkin mimarların meslek hayatlarının başından (1930lardan) beri savunduğu bir duruş idi; postmodern olarak anılan üsluplar 1980’lerden sonra yaygınlık kazanmıştı, özellikle turizm yapılarında, ama alışveriş merkezi, konut, hatta meclis konutları gibi çeşitli binalarda uygulanmıştı. İslam ve mimarlık üzerine tartışmalar meslek içinde Turgut Cansever aracılığıyla 1980’lerden sonra görünülürlük kazanmıştı. Çamlıca’daki cami için yapılana benzer bir tartışma Ankara Kocatepe Cami için Vedat Dalokay’ın projesinin temellerinin dinamitlenip yerine şimdiki binanın yapılması ile 1960’lı yılların sonunda yaşanmıştı. Bugün olmakta olan mimari gelişmelerin bu farklı tarihi oluşumlarla süreklilik ve kopuşlarını değerlendirebilmek için sanırım daha detaylı tartışmak gerekiyor. Ancak siyasi erkin yaptırımcılığı sözkonusu olduğunda, son dönemdeki katılımdan uzak süreçler ile ulus-devlet inşasının süreçleri arasında büyük benzerlikler görüyorum.

BA: Artık tüm disiplinler kendi alanları dışındaki söylemlere katkıda bulunuyorlar. Birikim yoğunlaştıkça disiplinler de daha içiçe geçmiş bir hal alıyor. Bu bağlamda mimarlık tarihi nasıl bir dönüşüm geçirdi ya da geçirmeye devam ediyor?

EA: Mimarlık tarihinin sanat tarihi formel disiplini ile 19. yüzyıldan sonra geliştiği konusunda genel bir kanı varsa da, mimarlık ve sanat üzerine yazma eylemi çok daha eskilere dayanıyor. Mimarlık da zaten çok farklı uğraş alanlarından yüzyıllardır beslenmiş bir meslek. Buna çok erken bir örnek olarak Vitruvius’un bir mimarın bilmesi gereken meslekler listesi hatırlanabilir. Son yıllarda Peter Eisenman’ın radikal otonomi söylemi meslek içinde bu kadar popüler olana dek mimarlığın farklı disiplenlere ve sanat dallarına açık olması hem doğal ve çoğu zaman da zenginleştirici olarak algılanırdı. 19. yüzyılda üniversiteler yapılanırken disiplinlerin halen içinde bulunduğumuz şekillerde ayrıştırılması son yıllarda akademide haklı olarak çok sorgulandı ve disiplinler arasında daha etkin diyalogların gerekliliği üzerinde duruldu. Ancak elbette iş burada bitmiyor. Tüm “humanities” disiplinlerinde çalışanların bildiği, Foucault, Derrida, Agamben, Zizek gibi kuramcılara referans vererek ortak bir dil oluşturmanın yanında, herkesin çalıştığı şeyi anlamak için hangi farklı disiplindeki hangi düşüncelerle diyaloğa geçeceğini bilinçli olarak araştırması, seçmesi ve düşünmesi durumunda bu süreç anlamlı olur. Örneğin, Architecture in Translation kitabı için çeviri disiplininde çalışan daha önce hiç duymadığım yazarların fikirlerinden çok şey öğrendim.

Bu dediğimi şu anda yazdığım kitabın metodolojik soruları üzerinden açıklarsam: Uluslararası Mimarlık Fuarı IBA’84/87, Türkiye’den gelen göçmenlerin ağırlıklı olarak yerleştiği Berlin-Kreuzberg ilçesinde bir kentsel yenileme projesi, döneminin estetik ve entelektüel değişimlerini, tarihi kentte devlet destekli, sosyal konut olarak somutlaştıran 1980’lerin en önemli mimari olaylarından biriydi. Bu kentsel yenileme için Avrupa ve Kuzey Amerika’nın dört bir köşesinden davet edilen mimarlar arasında Aldo Rossi, Rob Krier, Oswald Mathias Ungers, Alvaro Siza, Rem Koolhaas, Peter Eisenman, Zaha Hadid, John Hejduk, ve daha birçoğu vardı. Araştırmam sırasında gördüm ki, Yeni ve Eski Yapı diye ikiye ayrılan kentsel yenilemede, Eski Yapı kısmında çalışanlar, mahallede yaşayanların karar vericiler ve dolaylı tasarımcılar olarak görüldüğü, birim birim ve hiçkimseyi yerinden etmeden uygulanan radikal katılımcı bir yaklaşımı savunmuşlardı. Yeni Yapı kısmı için tasarlayan birçok mimar ise, disiplinin bütünlüğü adına, birey ve insanlık durumu için daha üst düzeyde bir sorumluluk alma olarak gördükleri radikal otonomi yaklaşımını savunmuşlardı. Ayrıca, bu iki yaklaşım da dönemin yabancı politikaları ve Berlin Senatosu’nun “misafir işçiler” için koyduğu ayrımcı yerleşme ve konut yasaları ile girift hale gelmiş, farklı mimarlar bu yasalarla farklı biçimlerde yüzleşmişti (bazıları bu yasaları gözükapalı sürdürürken, bazıları eleştirel biçimde açığa vurmuştu, bazıları ise bu yasaları kırmıştı). Bu kentsel yenileme projesine hem kentsel toplu konut tarihinin bir parçası, hem 1970’ler ve 1980’lerde mimaride yaşanan postmodern ve dekonstrüktif tartışmalar, ve hem de Avrupa’daki konut, kentsel yenileme ve göç politikaları arasındaki ilişkiler açısından bakan; yani sadece kentsel politika üretenlerin ve mimarların değil, bu mahallede yaşayan göçmenlerin de bakış açılarını tartışan bir araştırma yapmaya çalışıyorum. İşte özellikle de bu son noktada nasıl bir disiplinlerarası yaklaşım ile bunun daha katılımcı ve üretken biçimlerde yapılabileceği beni çok ilgilendiriyor. Şimdiye kadar mimarlık araştırmalarında, bir konutta ya da kentte yaşayanların sesi, sayılarla temsil edilen soyut bir “kullanıcı” olarak betimlenerek sosyoloji, ya da “öteki” olarak görülüp etnografi disiplinlerinden beslenen araştırmalarla duyulmaya çalışıldı. Ben bu iki yaklaşıma da —şu anda açamadığım nedenlerle—alternatif olarak sözlü tarih ve hikaye anlatımı üzerinden bir mimari tarih yazımı nasıl olabilir sorusunu soruyorum kendime. Bir kaç ay önce İstanbul Tasarım Bienali’nde bu proje için yaptığım sözlü tarihten seçilmiş bazı kısımlar serginin kavramına göre sunduğum bir montajla sergilenmişti (post-prodüksüyonu SGM yapmıştı). Bu sözlü tarihlerin yazıya veya farklı temsil mecralarına dönüşmesi sürecinde ise hikaye-anlatımı kavramı ve bunun tarih yazımı ile ilgisi üzerine düşünmek beni ilgilendiriyor. Örneğin son yıllarda sanat dünyasında hikaye-anlatımı olarak tanımlanabilecek, Okwui Enwezor’un “belgesel ve neredeyse belgesel arasında bir yerde” olarak nitelediği işler bana tarih yazımı konusunda da ilham veriyor.

Farklı disiplinlerden beslenmek sadece mimarlık tarihi değil, mimarlık pratiği için de zenginleştirici, dönüştürücü sonuçlar doğurabiliyor. Örneğin, Bienale geri dönersek, katılan işleri sadece kurulum süreçlerinde takip edebildim ama görebildiğim kadarıyla Musibet sergisi tek cümlelik bir sergi değildi. Ancak, yine benim izleyebildiğim kadarı ile yorumlar, serginin mekan tasarımı mesajının, ve küratörün yargıladığı kentsel dönüşümün bir aktörü olduğu eleştirisinin ötesine geçmedi; küratörün fikirlerini söylemeleri için yer açtığı kişilerin bizzat kendi dediklerine detaylı bakılmadı. Oysa, İstanbul’daki yapılaşmayla, iktidar ve güç dengeleri ile birbirinden farklı biçimlerde karşı karşıya gelen, bunu mimarların genelde kullandığı temsil teknikleri dışında yeni mecralar ve anlatım biçimleri ile anlatma riskini göze alan, farklı disiplinlerlerden beslenen, Türkiye’de eleştirel bir kuşağın var olduğu Bienal ile belirginleşti. Elbette, çoğu mesleğe yeni başlamış olan katılımcıların, tecrübesizlik ya da büyük şirketlerin değil kendi olanaklarının verdiği sınırlarla iş üretmesinin getirdiği hamlıklar vardı, ama bu kişilerin çoğu, İstanbul’un problemlerini neredeyse egzotik bir bakışla çekici bulmayı, görmezden gelmeyi, ya da erk ile mesleki çıkarlar adına olumlayıcı bir bağa girmeyi reddettiğini söyledi. Burada sadece bir analiz/eleştiri olduğu, bu işlerin “mimarlık” olmadığı ya da gelecek vizyonu sunmadıkları yorumlarını da çok haklı bulmuyorum, çünkü gelecek için katılımcı bir mimarlığı savunan çok fazla proje vardı. Benim işim de, İstanbul üzerine olmasa da, tarih içinde başarılı bir katlımcı kentsel yenileme örneğinin yöntemlerine, ve katılımcılığın altın yıllarında bile çözülmemiş, halen cevap bekleyen sorunlarına dikkat çekmeye çalışıyordu.

Etiketler

Bir yanıt yazın