“Mimar, Peyzaj Mimarı, Restoratör Değiliz; Biz Bir Ara Dişliyiz”

DS Mimarlık'ın ortakları Deniz Aslan ve Sevim Aslan ile "MİKROKOZMOS | Öncesinden bugüne DS Mimarlık'ın 30 yılı" * sergisi ve "Atipik Bir Mimarlık Pratiği Olarak DS, Kır Resminden Peyzaja – Belgelemeden Korumaya" ** kitabı hakkında konuştuk.

Özüm İtez: Neden kariyerinizin bu noktasında bir kitap ve sergi yapmaya karar verdiniz? 30 yıl sonra bu iki üretim, DS için tam olarak ne demek?

Sevim Aslan: Aslında bambaşka iki senaryo ve bambaşka aktörler ile başladı ikisi de ama ilginç bir şekilde yayınlanış ve ortaya çıkış tarihleri birbirini izledi. Kitap da sergi de hep içimizde ukde olan, “bu işi yapıyoruz ama nasıl yapıyoruz, herkesle paylaşsak” derdi ile oluştu. Kitapta tabi biraz daha fazla katmanlaşma var, sergide de öyle ama orada görsellik ve üç boyut daha ön planda. Sergi 3 sene kadar önce PATTU’nun niyet etmesi ile nasıl şekillenebileceğine dair oturumlar ile başladı.


MİKROKOZMOS Sergisi (Tasarım: PATTU, Yer: Studio-X Istanbul, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren)

Sergi PATTU’nun fikri miydi?

Sevim Aslan: Biraz öyleydi. “Hadi sizin bir serginizi yapalım” diyerek geldiler. Heyecanın kaynağı, burada projelerin farklı ele alınıyor olması, klasik bir mimarlık ofisinin dışında bir iş yapma biçimi olması ve bunun hikayesini anlatmaktı. Kitapta da Pelin (Derviş) 2010’un sonunda sanırım “Hadi bir kitap yapalım” şeklinde bize teklif ile geldi. Oturup birlikte kahve içerken böyle bir fikir doğdu, yıllar içerisinde şekillendi, söyleşiler ile devam etti. Bu durum da kitapta kronolojik olarak izlenebiliyor zaten. Zamanla serginin de kitabın da kurgusu biraz değişti ama ağırlıklı olarak derdimiz “mutfağı” anlatmaktı. “Ne yaptık” değil “nasıl yaptık” hikayesinin farklılığını dertleşerek anlatmak, paylaşmak ve biraz da insanların bakış açısını geliştirmek, değiştirmek gibi bir amacımız vardı. Bu iki ayrı fikir 2015’in sonu 2016’nın başında tesadüfen buluştu. Niye yaptık diye sorarsanız, paylaşmak için aslında… Galiba biraz da yeni jenerasyonla, hem benim hem de Deniz’in uzmanlık alanlarına dair yeni ve farklı bakışlar paylaşmaktı amaç.

1987’de biz Deniz ile Bursa’da mimari proje yarışmasına katılmıştık, birlikte çalışmaya başladığımız yılın miladı olarak onu aldık. 1987-2016, 30 yıla yaklaşmış dedik ve 30 kelimesi oradan çıktı. 30 yıl DS’nin değil de Deniz ve Sevimin hikayesi gibi aslında çünkü DS resmi olarak 1994 yılında açıldı. Bir birikim var, biraz farklı bakmışız, arka planımız ve vardığımız nokta diğer ofislerden çok farklı, bunu anlatmak istedik.

“Hem kitap hem de sergi ‘kataloglamamak’ üzerineydi aslında”

Doğrudan bir çeşit kataloglama da yapabilirdiniz aslında uzun bir kariyeriniz var ancak kataloglama yerine mutfağa doğrudan odaklanmak istemeniz, bahsettiğiniz yeni jenerasyona bir şeyler söyleme güdüsü ile mi oldu? Bir nevi “nasıl yaptık” kadar “neden yaptık” sorusunu da cevaplandıran işler bunlar.

Sevim Aslan: Evet, tam da öyle, “ne yaptık?”tan ziyade “nasıl ve neden yaptık?”… Bu önemli bir soru. Bir işi nasıl aldık, nasıl çözümledik ve neye ulaştık. Kötü de yaptık, çok hata da yaptık, onu paylaşmak da önemliydi bizim için. Şu an 402’nci projemizi yapmış bulunuyoruz, kitapta ise 32 proje var yani %10’a denk gelen bir seçki yapıldı. Bu seçkinin de, hem kitap hem de sergi için önemi bizim için minik eşiklerden oluşması. Hem o andan sonrasına bakışımızı değiştiren hem de tam da söylemek istediğimizi söylemiş olan eşiklerden oluşuyor.

Deniz Aslan: Veya ne yapmamamız gerektiğini söyleyen…

Sevim Aslan: Kataloglamaya zaten hepimiz karşıydık. Mimarlık yayınlarında ve sergilerde tam da karşı çıktığımız bir şeydi. Hem kitap hem de sergi ‘kataloglamamak’ üzerineydi aslında. Kitaptaki 32 projenin sayısı bile bence fazla.

Deniz Aslan: Aslında 10 senedir herkese şunu diyor muşum: “1,5 sene sonra emekli oluyorum, ondan 1 sene sonra ofisi kapatıyorum ve sonunda da Bozcaada’ya yerleşiyorum.” Ama bu gerçekten yaklaşıyor, önümüzdeki yıl 17 Ocak’ta emekli oluyorum. Dolasıyla böyle bir sürecin de başlangıcı bu sergi ve kitap. Bunları nokta koyma veya nokta koyarken bir hatırlama olarak da görebiliriz. Burada önemli olan birilerine bir şeyler öğretmek değildi. Şunları yanlış bunları doğru yaptık gibi bir dillendirmenin de peşinde değildik. 30 sene içinde biz Türkiye’nin bir sürü eşiğine değdik, ülkedeki bütün sosyo-politik yapının değişiminin içindeydik, birçok ekonomik krizin ve sorunun içinden geçtik ve özellikle bu yeni kapitalist sisteme de çok değdik ister istemez. Kitapta da belirtmiştim, hiçbir şey yapmadıysak, almamış olsak bile, Türkiye’deki bütün mimari projelerin peyzajı için teklif vermişizdir. Dolayısıyla Türkiye’nin tüm mimarlık panoraması gözlerimizin önündeydi. Bu da bize bir tür geriye bakma şansı veren bir süreç. Öte yandan da tüm bunların bizde bıraktığı izler, kırılmalar, ders aldığımız, almaya devam ettiğimiz konular var. Ayrıca Türkiye’deki peyzaj mimarlığını aktörlerini hiç bilmiyoruz.  “Ne oldu, nasıl gelişti, kimler vardı, neler yaptılar?” biraz bu konulara değinme fırsatı oldu çünkü hepsine değerek geçtik 30 yılda. Tüm bu unutulmuş aktörlerin yanında olduk, hiç bir şey yapmadıysak da kulak misafiri olduk.

Yıllar içerisinde bütün sektörün kara kutusu olduk. İlişki içinde olduğum herkese söylediğim bir diğer şey de: “Bir gün emekli olacağım ve mimari bir dedikodu kitabı yazacağım.” Emekliliğimle birlikte çok yapmak istediğim bir diğer konu da, tarifleri, mutfağı, alışverişi anlatan bir tatta, peyzaj mimarları için bir yemek kitabı yazmak. Her ikisini de yapacağım, bir dedikodu kitabı ve tam anlamıyla peyzaj mimarları için bir el kitabı…


MİKROKOZMOS Sergisi (Tasarım: PATTU, Yer: Studio-X Istanbul, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren)

Özellikle kitapta gördüğüm bir durum var, kendinize çok başarılı bir biçimde dışarıdan bakabiliyorsunuz. Şimdi kitap da çıktı ve sergi sergileniyor, siz şu an geriye dönüp bu ikisine baktığınızda nasıl görüyorsunuz DS’yi? Süreç bittikten sonra size tekrar bir şeyler söyledi mi bu üretimler?

Sevim Aslan: Kusursuzluğumuzu, muhteşemliğimizi değil kendi kendimizi soruşturmamızı ve yargılamamızı paylaşmak istiyoruz zaten. Olması gereken de bu bence. Deniz de öyle, ben de öyleyim, iğnenin en kalınını hep kendimize batırıyoruz, her zaman da öyle oldu. Daha incesini batırmayı öğrenebilsek keşke…

Gören ya da okuyan herkes çok pozitif tepkiler verdi. Gerçek yorumlarını söylemelerini istiyoruz ama herhalde negatif yorumlar duyabilmek için biraz daha bekleyeceğiz sanırım. Bizimle ilgili veya sergiyle ilgili değil, ortaya attığı konular, DS’den bağımsız bir biçimde tartışılmaya başlansa keşke. Bu yan etkiyi sağlayabilmesini isterdim. Bunu çok yaşamadık ama bence Studio-X’te 5 Mart için hedeflediğimiz Mikrokozmos Maratonu’nda üç başlık altında tartışmalar olacak, tüm gün birer ikişer saatlik etkinlikler olacak. Farklı farklı aktörler de eklemlenebilirse üzerinde konuşmak ve düşünmek için bir ortam hazırlayacak.

Deniz Aslan: Şunu söyleyerek başlamak lazım, hayatımızda ilk defa iki iş de doğrudan doğruya bizim dışımızda üretildi. İkisi de DS’nin bir prodüksiyonu değil. Kendi pratiği dışında bir pratik bilmeyen insanlar için enteresan bir süreç. Sizin bazı ezberleriniz var, başka türlü görüyorsunuz ama bu işin uzmanlarının, dışarıdan bakanların ayrı bir yorumlama yetenekleri var, bu benim için enteresandı. Kitapta aslında Sevim, Pelin Derviş’le biraz beraber çalıştı ama son ürün Pelin’in ortaya koyduğu bir şeydir. Kitabın grafik tasarımını yapan Aslı Altay da tüm tarafsızlığıyla düşünceleri nesneye dönüştürdü.

Ben sergi kurulurken, açılış gününe kadar gitmedim özellikle. Çünkü biliyorum orada olursam, bezdirene kadar müdahil olmaya çalışırım. Bu anlamda sergi daha zordu benim için. Kitap da zor ama kitap edit edilene kadar defalarca üstünden geçiyorsun, onun ne menem bir şey olduğunu biliyorsun. Selva ile ilişkimiz de ilginçti. Serginin içinde gözükmese bile onun sorgulayıcı kimliğinin serginin arka planında olması, Cem ve Işıl’ın bu durumdan bazen yararlanması bazen yararlanmaması…

Sergiyi herkes gittikten sonra tekrar gezdim, tüm konuşmaları tekrar dinledim, kitabı tekrar okudum ve her iki üretim için şunu söyleyebilirim: ikisi de samimi üretimler ve bence bu yeterli. Samimi olduktan sonra olumlu veya olumsuz tepki geliyor olması benim için önemli bir ölçüt değil. Bu samimiyet kısmını beğenenler de çoğunlukta oldu diye düşünüyorum. Tam da Sevim’in söylediği gibi, insanlar çok yukarıdan bakmaya başlıyor, kendi yaptıkları işlere çok tutuluyor, anlatım biçimleri üzerinde fazlaca oynanmış, aşırı-dozlanmış hale gelebiliyor, bunlar hiç olmadı bizim için. Dolayısıyla değindiklerimiz de, hep içinde olduğumuz hayatın içinden bize değen konular oldu. Yapamadıklarımız veya hayallerimiz yer almadı mesela ama dertlerimiz, başarısızlıklarımız yer aldı her iki üretimde de.


MİKROKOZMOS Sergisi (Tasarım: PATTU, Yer: Studio-X Istanbul, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren)

Bu bahsettiğiniz samimiyet, özellikle kitabı okurken oldukça belirgin. Sadece profesyonel anlamda da değil neredeyse kişiliklerinize dair bir şeyler söylüyor. Deniz Bey özellikle sizin, biraz abartılı olacak ama, manifestoya yaklaşan bir anlatımınız da olduğunu fark ettim. Bu durum kendiliğinden mi ortaya çıktı röportajlar yapılırken yoksa kurguladığınız bir durum mu?

Deniz Aslan: Her iki durumda da önceden sonucunu bildiğimiz bir tasarım olmadığı için tamamen kendiliğinden gelişti diyebilirim. Dediğim gibi, kitabı nesne olarak görmemiştim, sergiyi hiç görmemiştim, sadece konuştuk ve sohbet ettik. Kendiliğinden oluştu, oluştukça eklenildi çıkartıldı. Hatta böyle kendi kendine gelişmesi de çok keyifliydi. Biz bunları başkaları ile çalışmadan kendimiz üretiyor olsaydık çok tutuk olabilirlerdi. Yıllar yılı hepimizde deneyimden kaynaklı bozulmalar var. Deneyimler bazen sizi bir köşeye sıkıştırabiliyor veya bazı şeylerin daha iyi yapılabildiğini bazılarının yapılamadığını görüyorsunuz. Aslında o yapılamayanlar sizin için daha değerli oluyor ama hep yapılanlar üzerinden okuduğunuz için artık onları görmemeye de başlıyorsunuz. Ama kitapta da sergide de böyle bir durum yok. Örneğin ben “bir sergi yapsam böyle bir kırmızı kullanır mıydım?” derim ama şimdi sergide kırmızı bir ton var. Kırmızı benim için acayip zor bir renk. Kendi işimde zorlanırım, çünkü bilmiyorum o rengi ve bildiğimi kullanırım.

Sergi de kitap da bizden tamamen bağımsız olarak kendi mecrasında gelişip kendi yolunu buldu. Bağımlılığı yalnızca bizlerin anekdotları veya sözleri oldu ki bence Pelin ve Aslı ikilisi de, Işıl ve Cem ikilisi de çok iyi harmanladı bunları. Kendi katılımlarının altını çok çizmemiş olmaları da güzel. Bu da Türkiye’de eksik bir şey, daha bir sürü alan için de konuşabiliriz aynı durumu. Kendi katılımlarının bir sürü şeyin önüne geçmesine izin vermediler. Her iki grup da çok profesyoneldi.


MİKROKOZMOS Sergisi (Tasarım: PATTU, Yer: Studio-X Istanbul, Fotoğraf: Sahir Uğur Eren)

Kitap tarafında doğrusu YEM’in de ciddi bir performansı var. Çok yazı yazdım ama bu gibi konulara hiç değmemişim. Yayın dünyasının kendi içinde konuşulan ve benim hiç anlamadığım konular var. Sponsorluk mesela. Kısmi sponsorluklar bulundu, biraz bütçe aşıldı, kitabın ancak yarısıb sponsorlukla karşılanabildi. Ama olsun, onların destekleri de çok önemliydi bizim için, en azından tekrar haberleşmiş olduk. İlginç biçimde özellikle yurtdışı firmalarının ilgisini çekti. Alman kökenli firmalar gerçekten ilgilendiler. İlgilenmenin de ötesinde, nesnesinden de haberdar olmak istediler ve ciddiye aldılar. Alman firmalarının materyalin kendisine dair merakları çok ilgimi çekti.

“Günümüzde, yalnızca çizgiden ibaret bir vaziyet planı yaklaşımı var.”

İkinizin de mimarlık okuyup, mimarlığın etrafından dolanarak farklı yollara sapmanız ve tekrar mimarlığa varmanıza dair bir süreç var kariyerinizde. Kitabın başlığındaki “atipik” ifadesi de buna gönderme yapıyor diye düşünüyorum. Ancak tamamen tesadüfi de değil, bu alanlara yönelmeniz ve belli ki peyzaj ve belgeleme alanlarında sizi kendine çeken bir şeyler var. Şimdi biraz garip bir biçimde tersinden soracağım, mimarlıkta tam olarak ne bulamadınız?

Deniz Aslan: Biz pratik hayata geçmeden önce, henüz öğrenciyken, Türkiye’deki önemli mimarlık ofislerinin birçoğu için işler yaptık. Aslında bunu izleyen bir çeşit etiketlenme veya etiket sahibi olma durumu var. Bir kere iyi sonuç aldıktan sonra “yine Deniz yapsın, yine Sevim yapsın” gibi bir rutine dönüşüyor zamanla. Bunlar daha gençlik yıllarımızdan beri karşılaştığımız şeyler.

Fakat çok ilginç, o dönem mimarların vaziyet planına olan hakimiyeti çok güçlüydü. Hepsinin ilginç anekdotları vardı ve yaşayarak üretirlerdi. Vaziyet planları aslında içinde bir yaşantı barındıran açık alan mimarlığı olarak tanımlanabilir. Ölçeği değişik, konuları değişik fakat o dönemin mimarları için bu da mimarlığın bir parçasıydı zaten. O adamlar çizerken “bu kadar çok hikaye nasıl buluyorlar, orada alt tarafı bir havuz var!” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Plandaki her çizgi, yaşayan çizgilerdi. İşte bu duruma duyduğum heyecan beni yavaş yavaş peyzaja itti. Şimdi bence bu biraz bozuldu. Günümüzde, yalnızca çizgiden ibaret bir vaziyet planı yaklaşımı var. Çok referans varmış gibi gözüküyor ama referanssız olduklarını düşünüyorum.

Benim bir avantajım, pratik hayatın yanı sıra mimarlık fakültesinde kalmam, yani akademik hayatı da sürdürebilmiş olmam. Dolayısıyla mimarlığın çok içinde oldum ve mimari kanallarım hep çok beslendi. Mimarlık duygumu eğitimci olarak doyurdum diyebilirim. Hatta bu durumu daha güvenli bulduğumu itiraf edebilirim. Piyasada olunamaz anlamında söylemiyorum ama daha da ileri gidersek, akademik mimarlığın pratik mimarlığın çok üstünde olduğunu düşündüm. Değemeyeceğin, rastlayamayacağın birçok konuyu eğitimin içindeyken görme fırsatın olabiliyor.

Şunu belirtmeliyim ki, ben peyzaj mimarlığını mimarlığın dışında bir alan olarak görmüyorum. Sevim’in de rölöve veya belgeleme konusuna bakışının da aynı olduğunu düşünüyorum. Biz bunları doğrudan doğruya mimarlık olarak görüyoruz. Biz peyzaj mimarlığı mesleği yapan veya rölöve uzmanı olan bir ofis de olmadık. Tüm bu alanları hep mimarlığa çektik, mimarlığın bizim içimizde boş kalan kısmını doldurmak için kullandık, kullanmaya da devam ediyoruz. Arada da çok severek yaptığımız mimari işlerimiz de oldu doğrusu ama bunun altını çizmedik hiç. Sektörel olarak mimari proje peşinde koşma rutininin içine girip, teklif al, teklif ver, onun fiyatını kır gibi konulara mimari alanda girmedik açıkçası. Biri bizimle gerçekten çalışmak istiyorsa çalıştık onunla.

Sevim Aslan: Biraz tesadüflerle başlamış bir durum var tabii ki ama daha çok keyif aldığım için sanırım belgeleme ile uğraştım. Yaşanmışlığı keşfetmek, müthiş bir heyecan veriyor. Analiz edip bakma, olanı deşifre etmek hep çok hoşuma gidiyor. Galiba eski taşa toprağa bakmak, başka şeylere bakmayı da değiştiriyor. Aslında her şeye bakmayı değiştiriyor. O göz bende hep kaldı sanırım. Peyzaj projelerinin içinde yer alıyor olmak da bambaşka bir durum tabii ki.

Deniz Aslan: Olanı deşifre etme durumu bizim peyzaj pratiğimizde de var. Hiçbir zaman mimari projenin önüne geçmedik. Aslında mimarın söylemeyi unuttuğu fikirleri, “aslında şunu yapmış olmak isterdi” diyerek keşfettik. Hep önümüzdeki mimarinin çevresinde kaldık. “Gözümüzü kapattık, rüyamızda gördüğümüz şeyi çizdik” gibi bir durum olmadı hiç. Rüyamızda gördüklerimizi yarışmalarda yaptık. Yarışmalara hep serbest atış gibi baktım ben ama bu pratik hayatın bir parçası değil, çünkü pratik hayat bambaşka, çok nesnel bir şey. Düşünsel bir şeyi anlatırken karşındaki adam “kaça mal olacak” diyor… Bunu, fikir ile ilk karşılaştığı gün diyor.

Şu anki mimarlığın üretim hızı bence çok boşluklu, içi yeterince dolu bir hız değil. Dolayısıyla biz de içini yeterince doldurduğumuzu hissedemeden devam edemezdik mimarlığa. Fakat peyzaj mimarlığı veya belgeleme yolu ile içini doldurabildik bence. En azından var olanı kavramış olduk. Bu anlamda duygu ve yaklaşım olarak Sevim ile biraz paraleliz.

“Mimar değiliz, peyzaj mimarı değiliz, restoratör değiliz… Biz bir ara dişliyiz.”

Var olanı keşfetmenin dışında, sizlerin çok da birbiriyle doğrudan alakası olmayan bu uzmanlıklarınızı bir arada tutan bir diğer konu daha var gibi düşünüyorum: Tecrübe edinmek ve deney yapmaya duyduğunuz sevgi ve açlık. Ofisi kapatıp bambaşka bir iş yapsanız, eğer bu şartları sağlayacaksa, onu bile seve seve yapacaksınız gibi hissettiriyor.

Deniz Aslan: Lokanta açsak yine benzer bir lokantamız olurdu! Biz meslek adamı değiliz. Bence bunun altının çizilmesi gerek. Mimar değiliz, peyzaj mimarı değiliz, restoratör değiliz… Biz bir ara dişliyiz. Çalışmayan şeyleri çalıştırıyoruz, doğru işlemesi için olanaklar sağlıyoruz, araştırıyoruz, katkıda bulunuyoruz. Bu aslında olmazsa olmaz bir pozisyon. İkimiz de servis adamıyız. Çok iyi bir şef olur muyduk ondan emin değilim ama çok iyi garson olabilirdik mesela. Hakikaten servisi seven insanlarız. Servis verdiği için eziyet çekmeyen, keyif alan insanlarız.

Mesela ben üniversitedeki rolümü de bir din görevlisi gibi görüyorum. O da aslında bir servis. Fakat bu çok ulvi bir durum gibi geliyor.

Fikir ile öğrenci arasındaki bir aracı gibi mi görüyorsunuz kendinizi?

Deniz Aslan: Vallahi aslında evrenle öğrenci arasında! Çok tasavvufi bir felsefemiz var diye değil ama bütün sistemler aynı aslında, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Sürdürülebilirlik de böylesine bir bütünlükle ilgili aslında ama günümüzde sürdürülebilirlik bir sosa dönüşmüş durumda. O sosu satın alırsan sürdürülebilir oluyor. Böyle bir şey olabilir mi! Sürdürülebilirlik, evrensel bir anlayışın parçası olmalı. Kozmos lafı da (mikro makro fark etmez) bir tür iç içe geçmiş sistemlerin parçası olmayı anlatıyor. Bu sistemleri anlamak, çözmek asıl derdimiz.

“Modernite 1900’lü 1920’li yıllarda kaldı. Günümüz, akıldışı üretimler ve akıldışı tüketimler arasında sıkışmış durumda.”

Otuz yıllık bir retrospektif üzerinden Türkiye’deki mimari üretimi tartışan bir sergi var ortada. O orada ve halihazırda duruyorken ben biraz speküle etmiş olmak, hayal gücünüze hitap etmek adına otuz yıl sonrasına yine Deniz ve Sevim Aslan’ın gözünden bakmak istiyorum. Sizce tasarım ve koruma/belgeleme alanları nasıl dönüşecek?

Deniz Aslan: Biraz karamsar olacak ama dünya kesin bir savaş yaşayacak önümüzdeki 30 yılda. Meslek alanları da bununla tekrar şekillenecek ve bununla birlikte yeni bir dünyaya yeni bir mimarlık doğacak gibi düşünüyorum.

Devletsizlik gibi durumlar da öngörüyorum. Devletsizliğin içinde üretilen şehirler doğacak. Belki şehir gibi bir kavram olmayacak ve onun temaları bambaşka olacak. AVM, otel, rezidans kültürünün dışında üretimler konuşulacak gibi düşünüyorum.  Bence çok daha modern bir şey olacak. Şu an, dünyanın modern olduğunu söylemek çok zor. Modernite 1900’lü 1920’li yıllarda kaldı. Günümüz, akıldışı üretimler ve akıldışı tüketimler arasında sıkışmış durumda ve kaynakları da, insanlığı da eritip yok etti. Gelecekte bunun içinden çıkacak bir mimarlık, peyzaj mimarlığı günümüzün ucuz üretimleri gibi değil, çok daha derin olacaktır diye düşünüyorum. Daha insan odaklı olacaktır. Peyzaj mimarlığı diye de bir alan olacağını da sanmıyorum. Bütün mimarlar, peyzaj mimarları, plancılar bu yeni sistemin içinde yer alacaklar. Bence dünyada bir akıl değişikliği olacak bu süre içinde.

Sevim Aslan: Gelecekte korunacak ne kalır bilmiyorum ama toplumsal hafızanın korunması bir konu olabilir.

Deniz Aslan: Evet, belgeleme de şekil değiştirip, alt-kültürün belgelemesi olarak dönüşecektir. Üst kültürün ürettiği, belgelemeye değer görülen şeylere dair değil günlük hayatın belgelenmesine dair olacak. 

Sevim Aslan: Hafıza derken bunu kastetmiştim.

Deniz Aslan: Ve belki 20. ve 21. yüzyılın tüm alt-kültürlerinin üretimi de bu belgelemenin konusu olacak. Tapılan nesnenin belgelenmesi değil, olağan nesnenin, günlük hayatın kaydına dönüşecektir.  

Sevim Aslan: Koruma kurulları kalmayacaktır umarım! Ama koruma kurullarının kalmaması demek insanların tek tek daha bilinçli olması demek. Bu bilince ulaşırız umarım. Nasıl tarımda toprakta özümüze döneceksek, hafızada da dönebiliriz.

Deniz Aslan: Bugünkü gençliğin, benden daha küçük olan tüm jenerasyonların, aslında günümüzde konuştuğumuz kadar kısır da konuşmayacaklarını düşünüyorum. Çok daha farklı sorularla, çok çeşitli konularla ilgileneceklerini düşünüyorum. Artık çok okunaklı bir biçimde de ortaya çıktı, mesleki üretime dair bir sürü niş var ve bunlar doğrudan doğruya meslek diplomalarına bağlı değil. Bu gibi pratikler artacaktır ve bunlar arttıkça her köşeyi tutan ofisler, starlık sistemi sönümlenecektir. 30 sene sonraki pratik bugünkü kadar kısır olmayacaktır.

Sevim Aslan: Hafızaya dair öngörüm, gelecekte, geçmişe dair hafızayı, Helenistik’i, Roma’yı, 20. ve 21. yüzyılı, sokak kültürünü, herşeyi o kadar hatmetmiş olacağız ki bu kültür yeni bir yere ulaştıracak bizi.

Deniz Aslan: Ama bu lineer bir şey değil. Şu anda bile oluştuğunu hissediyorum. Biz lineer bir kuşağız, lineer bir dünyada büyüdük, oysaki şimdi daha tozlaşmış bir dünya var. Bu tozlaşma o kadar çok katman oluşturuyor, o kadar çok geçiş oluşturuyor ki… Bu geçişler akademiye bağlı da değil. Gelecekte yanlışlar ve doğrular dünyası çok değişecektir. Çok sayıda ara kesit ve deneyim, farklı roller, farklı bileşkeler içinden adını bilmediğimiz dünya kadar üretim ortaya çıkacaktır. Asıl önemli olan da, bu üretimin meslek adamları tarafından yapılmayacağı. Meslekler olmadığı gibi meslek odaları da olmayacak.

* Studio-X Istanbul’da bulunan sergiyi 11 Mart’a kadar gezebilirsiniz:
studio-xistanbul.org/tr/events/mikrokozmos

**Kitabı satın almak için:
yemkitabevi.com/kitap/atipik-bir-mimarlik-pratigi-olarak-ds-468942

Etiketler

Bir yanıt yazın