“İçinde Yaşayanların Çok Fark Etmediği Ama Dışardan Bakanların Olağanüstü Bulduğu Bir Yer Edirne”

Kent plancısı, Edirne Belediyesi Eski Başkan Vekili ve Belediye Meclisi Üyesi, Namık Kemal Döleneken ile Selimiye Camii'nin UNESCO Dünya Mirası Lisesi'ne alınma sürecini ve genel olarak Edirne kentinin şahsına münhasır geçmişi ve geleceğini konuştuk.

Özüm İtez: Biraz geniş bir soru olacak ama 80’lerden beri Edirne’de yaşıyorsunuz, o günden bu güne sizin gözünüzde kent nasıl dönüştü?

Namık Kemal Döleneken: Edirne’yi anlatmak açısından böylesine bir başlangıç şart; çünkü kent tarihinde birkaç kırılma noktası var. Edirne, tarih boyunca hep işgal, savaş gibi hikayeler ve gerçeklerle yüz yüze kaldığı için herkesin gözünde “yine bir gün mutlaka savaş alanı olacak, yine bir gün işgal edilecek” bir kent algısı yaşamış. Kurtuluş Savaşı sonrası mübadele veya mübadele dışında göçlerle burada yaşayan farklı farklı gruplar Edirne’yi terk etti. 1930’lu yılların başında Yahudiler ile ilgili Trakya Olayları var, o dönem Yahudi nüfusunun bir kısmı kenti terk ediyor ve daha sonra da parça parça İstanbul’a göç ediyor. 1967’den sonra kentte geriye çok küçük bir grup kalıyor. Bu insanların gitmesi, kentin potansiyelini olumsuz etkilemesinin yanında, kent merkezinde birçok işlevi değişmiş veya değişmeyi bekleyen yapı da yaratıyor. Ancak 1970’li yılların ortasında, Kıbrıs Harekatı esnasında Türklerin belli bir güç ile gidip orada barınabilmesi, geri dönmemesi ve güç gösterisinde bulunması Edirne’de bir rahatlama yaratıyor. Bu yıllar ile birlikte, “burası sınır, yarın bir gün yine savaş olur” psikolojisi büyük ölçüde aşılıyor. O yıllarda birkaç olay daha var kırılmayı sağlayan. Edirne kalkınmada öncelikli yöre oluyor ve yatırım teşvikleri geliyor. Bu olayların iç içe geçmesi ile Edirne’de hareketlenme başladı. Ancak o dönem Türkiye’nin gerçeği olan “kent merkezindeki şu yapıları yıkalım da yerine yenisini yapalım” yaklaşımı Edirne’de de ortaya çıktı. Nitekim o yıllarda yapılan kamu yapıları da özel yapılar da bunu yansıtıyor. Şehrin ana ticaret aksı olan Saraçlar Caddesi’nin bir tarafındaki geleneksel dokudaki yapılar olduğu gibi yıkılmış ve yeni yapılar yapılmış. Bu yeni yapıların tümü kamu ya da yarı-kamu yapıları. Bir de, gerçek sahiplerinin terk ettiği ve başkalarının eline geçmiş olan sivil mimarlık örnekleri var. Bu yapılardan da bir an önce kurtulup yerine yenilerini yapmaya çalışıyorlar.


Saraçlar Caddesi, 2010 (Kaynak: panoramio.com/photo/64360033)

Yeni yapıları üretirken -Türkiye’nin birçok yerinde ve Edirne’de rastladım- mevcut imar planını yanlış yorumlama olarak tanımlayabileceğimiz bir süreç var. 1950’li ve 1960’lı yıllarda yapılan plan paftalarında, 45 derece, sık ince çizgilerle “mevcut nizamın korunması” gerektiğini gösteren bir tarama var. “Burada bir doku var, mevcutta ne görüyorsan onu öyle sürdür, kendi kafana göre uydurma, yanihal bahçesi, ön bahçesi, gabari vesaire aynı kalsın” demektir bu tarama. Fakat bunu belediyeler, “plancı buraya bir karar getirmemiş, onlar karar getirmediğine göre biz de yönetmeliğe bakarız” olarak yorumladılar. Yönetmeliğe göre 3 kat sığıyor, biraz zorlarsan altta bir bodrum kat ile 4 kat da mümkün, çatı arasına da bir yarım kat sığıyor, böylelikle kent merkezinde 4-5 katlı yapılar ortaya çıkıyor. Aslında 1960’lı yılların sonunda bir koruma planı çabası var fakat yanlış veya çözüm aramayan bir karar nedeniyle plan kenara konulmuş. Sadece tarihi kent merkezi, sit bölgesi için koruma planı yapılmış. Eskiden bir bilim kurulu incelerdi bu gibi planları. O tarihlerde kurul üyelerinden biri olan Doğan Kuban hoca “Edirne’nin doğal çevresi var, nehirler var, bunlarla beraber planlamak lazım” diyor. Tabii Doğan Kuban konuşunca kimse “önce bir kısmını onaylayalım, sonra diğer kısımlarını geliştiririz, çözüm buluruz” diyemiyor ve tamam deyip ihaleyi geri çekiyorlar. Bu sefer ek ihaleye çıkıyor, başka biri alıyor, o da bitiremiyor ve sonuç olarak bu koruma planı daha onaylanamadan ortada kalıyor. İnsanlar biraz birbirlerinin dilinden anlasa veya cesur olsa Edirne belki daha iyi korunmuş olabilirdi.

1980’li yılların başında, korumayı da kapsayan yeni bir plan yapma çabası başladı ve 1984’te tek parçalı, tarihi kent merkezi, sit bölgesi dahil olmak üzere, tüm kenti içeren bir plan üretilmeye başlandı. O planda bütün baskının merkezde olduğunu, herkesin “yıkalım yerine yenisini yapalım” düşüncesinde olduğunu gördüler.

Baskı nereden geliyor? Trakya’daki endüstrileşme ile Edirne bu dönemde göç mü alıyor?

Hayır yalnızca kendi köylerinden göç alıyor. Kurulan sanayi ağır sanayi olmadığı için fazla göç çekmiyor. Genelde inşaat için göç alıyor. Bir dönem de Kapıkule hareketlendiğinde, orada ciddi bir rant ortaya çıkmaya başlamış ve buna yatkın bazı gruplar gelmişti Edirne’ye. Ancak çalışmak için dışarıdan göç pek gelmez, tam tersine göç verir. Daha doğrusu nitelikli işgücünü göç verir, kendi kırsalından göç alır. Bu nedenle örneğin son 30 yılda Edirne’nin merkezinin nüfusu ikiye katlanmıştır ancak il nüfusu aynıdır.

1984’teki koruma planına dönersek, burada görüldü ki, bütünün planlanması durumunda merkezdeki baskıya dayanmak çok zor, belediyenin de dayanması çok zor ve giderek daha da büyük bir kriz olacak. İhale şartnamesinde olmamasına ve yasalar o günkü mevzuata göre pek el vermemesine rağmen yine İller Bankası ve İmar İskan Bakanlığı uzmanlarından oluşan danışma kuruluna bir öneri ile gidildi. Kent üçe bölündü ve planlamaya en dıştan başlandı. En dış bölgede bir arsa arzı yapıldı; sonra çevresindeki tampon bölge ve en son merkez planladı. Böylece merkezdeki baskı kaldırıldı.

“Bu gibi planların dozajını kaçırdığınızda, bütün dünyada olan şey Edirne’de de oldu; eskiden prestij noktası olan merkez boşaldı.”

Sizce doğru bir yaklaşım mı bu?

Bütünün planlanmasında geç kalındığı için, bu yaklaşım ancak ateş düşürücü almak gibi bir şeydi. Tedavi durumu yok ama ateşi düşürmezseniz de ciddi bir faciaya gidiyor. Baştan bütüncül bir planlama olsa bu noktaya gelmeyecekti ama öyle bir aşamaya gelinmiş ki, birçok yapı yıkılmış yeniden yapılıyor, kaçak yapılaşma var… Böylece baskı azaldı ancak bu gibi planların dozajını kaçırdığınızda, bütün dünyada olan şey Edirne’de de oldu; eskiden prestij noktası olan merkez boşaldı. Daha alt gelir gruplarının, göç ile gelenlerin yaşadığı bir alan haline geldi.

Yine dünyada ve İstanbul’da da gördüğümüz biçimde, Edirne’de de son 5-10 yıldır merkez yeniden değerli olmaya başladı. Koruma bir sektöre dönüştü. Korunan sivil mimarlık örnekleri değer kazanmaya başladı, bunları kullanmak daha değerli bir iş haline geldi ve insanlar karşılığını almaya başladı.

Peki merkezde, benzer örneklerde gördüğümüz soylulaştırma baskısı da var mı?

Edirne’de yaşayan insanların göç ile gelenler ile hiçbir sorunu yok dersek yanlış olur. O anlamda, özellikle Türkiye’de Batı ile Güneydoğu arasında görülen gerilim Edirne’de de, çok aşırı olmasa da var. Merkezin bazı bölgelerinde güneydoğudan gelen kişiler yaşıyorlar. Ama onları “bir an önce sürelim, dağıtalım” şeklinde bir baskı yok; Edirne’de öyle bir rant yok ve bana göre olmayacak da çünkü Edirne’nin dışarıdan gelen ciddi bir para kaynağı yok. Emlakta da durum öyle. İstanbul’a veya diğer birçok kente göre çok daha uygun fiyata, daha büyük iş yerleri ve evler edinmek mümkün. Bu nedenle tüm kentin soylulaştırılması pek cazip değil. Ama ufak ufak, 3-5 tane sivil mimarlık örneği alan, onları restore etmeye başlayan insanlar var.  


Edirne’de bir sokak, 2011 (Kaynak: http://www.panoramio.com/photo/52422669)

Edirne çok dar bir alanda, Türkiye’nin en fazla anıt eserinin, sivil mimarlık örneğinin olduğu yerlerden biri. Bunun getirdiği çeşitli dezavantajlar da var ama en nihayetinde Edirneli bunun çok farkında da değil. İçinde yaşadığınız şeyi çoğu zaman fark etmezsiniz. Eviniz size olağan gelir, bir başkası görüp çığlık atar ama sizin için doğaldır, her gün yaşadığınız yerdir. Edirne de öyle bir yer, içinde yaşayanların çok fark etmediği, dışardan bakan uzmanların veya ziyaretçilerin olağanüstü bulduğu bir yer.

“Trakya tam bir geçiş toplumu; ne geleneksel yapılar güçlü ne de batıdaki gibi modern örgütlenmeler yeterince gelişmiş.”

Bu alanlardan belki en önemlilerinden biri olan Selimiye Camii ve Külliyesi’nin UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınması sürecinden bahsedebilir misiniz?

UNESCO Dünya Mirası konusu Edirne’de hiç konuşulan bir konu değil. Zaman zaman “bu eserler değerli, biz başkentiz, ata yadigarı, turistik kazanç oluşturabilir” lafları dönüyor ama bununla ilgili nasıl bir şey yapılacağı konusunda net bir yere varılamıyor. Zaten Edirne’nin bir özelliği var, pek birlikte davranmayı becerebilen bir kent değil. Türkiye’nin birçok bölgesinde hala büyük aile, aşiret, tarikat gibi eski tür sosyal ilişkiler sürüyor. Bunlar güçlü bir bağ oluşturuyor. Otorite var, uyum var, birlikte davranma var ve bu aslında bir güç. Bir iş yapmaya kalktığınızda ve onları yanınıza aldığınızda birden bire arkanızda ciddi örgütlü, toplumsal ve yerel bir güç oluşuyor. Batı toplumlarında aynı görevi gören, vakıflar, sendikalar, dernekler gibi modern örgütler var. Doğru bir iş yapmak istiyorsanız onları yanınıza alıyorsunuz veya onları ikna ediyorsunuz. Trakya tam arada kalıyor, bir geçiş toplumu… Ne geleneksel yapılar o kadar güçlü ne de batıdaki gibi modern örgütlenmeler yeterince gelişmiş. Bu geçiş toplumunda herkes tek başına ve herkes yalnız. Birlikte davranmak için de insanların neredeyse tek tek ikna edilmesi gerekiyor. Doğal olarak genelde herkes farklı şeyler talep ediyor, hep çok seslilik vardır. Ancak bu durum, birlikte ortak bir noktaya gidememe sorunu oluşturuyor. O yüzden UNESCO gibi uzun vadeli hedefler koymak, süreçleri planlamak zor.


Selimiye Camii, 2012 (Kaynak: panoramio.com/photo/73763970)

1990’lı yılların başında Metin Sözen’i davet ettik Edirne’ye. Birkaç arkadaş ile birlikte kısa ve uzun vadeli yol haritası için çeşitli başlıklar çıkardı. Bunlardan biri, Yeni Saray ile ilgili çalışmaların hızlandırılması ve gösterişli birkaç yapının hemen ayağa kaldırılıp insanların moralini yükseltmekti. Onun dışında hiç olmazsa bazı bölgelerdeki yollarda ve cephelerde iyileştirme öngörülmüştü. Bu çalışmalar bazı dönemler belediye, bazı dönemler valilik ile -o an kim sıcak bakıyorsa- yürüdü.

UNESCO konusu da böyle bir ortamda ortaya çıktı ancak planlı programlı bir çalışma değildi. Almanya’daki bir kardeş şehirden gelen heyetin başındaki profesörün “siz herhalde bu kentle miras listesine çoktan girmişsinizdir?” diye sormasıyla başladı. Belediye başkanı en yakınındaki kişiye talimat verdi “şu işi hemen halledin” diye. O kişi de belediyedeki uluslararası ilişkiler birimine “çocuklar şu işi 4-5 ayda toparlayın” dedi. Kimse ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu bilmiyor tabii. Sadece Edirne’de değil Türkiye’de kimse bilmiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda, o güne kadar miras listesine giren dokuz varlığın diplomaları bile yok, kaybolmuş. UNESCO konusunun artık Türkiye’nin gündeminden çıkmış olduğu bir dönem. Bunun önemli bir nedeni, 2000 senesinde UNESCO dünya mirası alanlarında alan yönetimini zorunlu kılması. Bunun üzerine Selçuk ve Mardin dosyaları başvurudan geri çekiliyor. Büyük ihtimalle “biz alan yönetimi yapamayız çünkü bu tüm kurumların ve paydaşların birlikte davranmasını gerektiriyor, vazgeçelim” diye düşünmüşlerdir.

Edirne’nin UNESCO başvurusunun, Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğünü iyi anlatan biraz komik bir hikayesi var. O dönemde ben de Edirne Belediyesi Meclisi üyesiyim. Arkadaşlar bana “böyle bir konu var hiç bilmiyoruz, yardım edebilir misin?” dediler. Konuyu başlık olarak biliyordum ama ben de hiç üzerine çalışmamıştım. Sonuçta bakanlığa bir yazı yazarak başlamaya karar verdik ancak bakanlığın bu konuda ne ilgili sorumlusu var ne de bilgisi. Bu arada 2005 yılının sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığının bütçesi görüşülüyor, muhalefet “Sayın bakan, UNESCO’ya her yıl çok para veriyoruz, bakanlığın çok mu parası var, bugüne kadar ne faydasını gördük?” diye soruyor. Bunun üzerine bakan sorulara yanıt vermek için bürokratları topluyor ve ne cevap verileceğini soruyor. Bürokratlar, kültür, turizm, bir şeyler anlatıyor, bakan da “biliyorum bana somut bir şey söyleyin” diyor. Oradan birinin aklına “Selimiye Dünya Miras Listesine girecek, şu an hatta UNESCO ile birlikte çalışıyoruz” diyor. Tabii böyle bir şey yok, yalnızca biz bakanlığa bir yazı yazdık ve daha onlardan cevap bekliyoruz. Ama bakan çıkıp mecliste Selimiye’den bahsediyor. Bunun üzerine bürokratlar, “bakan bey kürsüde söyledi artık bundan sonra süreci biraz hızlandıralım” diyorlar. Bu çalışma esnasında Edirne’de üniversitede ICOMOS üyesi bir hocamız vardı, ona danıştık. UNESCO’nun el kitabını alıp takip etmemiz gerektiğini söyledi. Biz de bu doğrulta çalışmaya başladık. O arada bakan değişti ve Ertuğrul Bey geldi. Bakanlığının ilk aylarında Pamukkale’de bir Uzakdoğulu grupla karşılaşıyor, bu sefer onlar bakana soruyorlar: “böyle bir ülkede yaşıyorsunuz, bu kadar fazla doğal ve kültürel varlığınız var, dünya mirasında sadece dokuz yer bulunuyor, neden böyle?”. Dönünce bakanlıkta bu konu ile ilgili bir birim olmadığını, tek yapılan çalışmanın Edirne ile ilgili yazışmalar olduğunu öğreniyor ve hemen bir birim kurulmasını sağlıyor. Zaten bu işin dönüm noktasıdır. Orada arkadaşlar görevlendirildi, dünyayı izlemeye başladılar, UNESCO’nun toplantılarına katılmaya başladılar. Biz de Edirne’de kendi çapımızda uluslararası platformda neler oluyor, kararlar neler, çözmeye başladık.

“UNESCO’ya tüm merkezi kapsayan bir alan ile başvursaydık kesin engellenirdi.”

Bunlar kabaca hangi tarihlerde oluyor?

2006 ile 2010 arası. Süreç çok yavaş gidiyor çünkü her şeyi sıfırdan keşfediyorsunuz. Bu konuları çok iyi bilen hocalar var, dersini verenler var ama hiçbiri bir tane dosya hazırlamamış çünkü 1998’den 2011’de Selimiye’nin girişine kadar hiç dosya hazırlanmamış. Bizimle beraber UNESCO için çalışan bir de Alanya vardı o dönemde. Bakanlığın da görüşünü alarak yabancı uzman ile çalışmayı seçtiler ancak ret alacağını düşünerek geri çektiler başvuruyu. Biz tamamen belediyenin içinde yarattığımız kapasite ile başvurduk. Yavaş giden çalışmalarımız yurtdışından dönmüş ve konu üzerine çalışmakta olan bir arkadaşımızın ekibe katılmasıyla toparlandı ve hız kazandı. Sonuçta 2011’de Selimiye Camii ve Külliyesi Dünya Mirası listesine alındı. 6 yıllık başvuru sürecinin içerisinde bakanlık adım adım geliştirdi kendini. Bir birim kurdu, sahip çıktı. Ertuğrul Bey bizzat takip ediyordu ve içselleştiriyordu, onun da ciddi bir katkısı oldu.

Ayrıca biz bu dünya mirası konusunu Tarihi Kentler Birliği ve Çekül ile 2010’dan itibaren yerel yönetimlere yoğun bir biçimde anlatmaya başladık. Böylelikle belediyeler bilgi sahibi oldukça da süreç hızlandı. Nitekim 2011’den 2016’ya 9’dan 15’e çıktı listedeki varlıklarımızın sayısı. Son 5 yılda eklenen 6 yeni varlığın sadece 1 tanesini bakanlık hazırladı, geri kalanların tümünü belediyeler hazırladı. Yerelin sahip çıkmaya başlaması çok iyi bir şey.

Edirne bu anlamda belediyelere, yerel yönetimlere moral oldu, belki de en önemlisi o. Bugün bir ekip Edirne’yi çalışıyor olsaydı tüm kent merkezini önerirdi. UNESCO’dan gelen uzmanlar da “ne kadar mütevazı davranmışsınız” demişti bize. Halbuki o dönem o kadar korktuk ki, kimsenin tüm merkezi kapsayan bir alan ile başvuracak bir cesareti yoktu. Kaldı ki, o kadar geniş bir alanı çalışsaydık kesin engellenirdi. Çünkü bu, bir sürü insanın işini olumsuz etkiliyor.


Selimiye’nin önündeki Yemiş Kapanı Hanı Arkeolojik kazı alanı

Peki, 2010 yılında açılan Selimiye Camii Kentsel Tasarım Yarışması ile birlikte, alanın günümüzdeki durumunu nasıl değerlendirirsiniz?

O sırada ben de belediyedeydim ve yarışmanın danışman jüri üyesi olarak içinde bulundum. Ciddi bir katılım vardı, yanlış hatırlamıyorsam 54 tane proje geldi yarışmaya. Ancak bu yarışmada bir hata yaptığımızı düşünüyorum; tek aşamalı çıkmayacak kadar karmaşık ve büyük bir projeymiş. O yüzden de “keşke iki aşamalı çıkarsaydık” diye aramızda konuştuk. Genel çözümü çok iyi olan projeler detaya girememiş, geneli tam çözemeyenlerin bir kısmı da detayda güzel işler yapmış… İki aşamalı olsa çok daha verimli olacaktı. Ayrıca değerlendirme toplantısında jüri üyeleri “burada 1. olacak proje yok” dedi ancak yasal olarak mecbur olduklarından 1. açıklamak zorunda kaldılar. O zaman biz de, “seçilecek projeyi eleştiren, bütün eksikliklerini ve sorunlarını içeren kapsamlı bir rapor hazırlayalım” dedik. Ne yazık ki böyle bir rapor da yazılamadı. Öyle olunca da, birçok yarışma projesinde olduğu gibi müellif ve belediye baş başa kaldı.

Projeyi koruma kuruluna götürdük, projeyi görüşmediler ve “ICOMOS karar versin” dediler. Bu noktada Ertuğrul Bey yine müdahale ederek bu işi çözmemiz için jüri, kurul, belediye ve müellif olarak hepimizi bir araya getirdi ancak bu da sorunu çözmeye yetmedi. Sonuç olarak ICOMOS, Koruma Kurulu’nun beklentilerinin tersine projeye onay verdi, ancak kurul yine de engelledi. Bunun üstüne Koruma Kurulu, Vakıflar Müdürlüğü’nün talebiyle Yemiş Kapanı’nda kazı yapmaya karar verdi. Artık ayakta olmayan, 100 civarında işyeri içeren dev bir yapı. Planları ve fotoğrafları hepsi mevcut ve Edirne’de aynı dönemde yapılmış birçok yapı var ayakta. Yani bize çok yeni, hiç bilmediğimiz bir yapı teknolojisi, plan gösterecek bir kazı değil. O nedenle, başından beri çok sıcak bakmıyorum bu kazıya.

Sonuç olarak bu kazının hedefinin tam olarak ne olduğunu sorguladığınız bir yazınızı okumuştum…

Özellikle arkeolojik kazılarda bulduğunuz buluntuların ve yapıların, o kente, mimarlığa, eğitime veya bilime bir katkısı olmak zorunda. Ben orada ortaya çıkacak olan şeylerin hiçbir katkısı olacağını düşünmüyorum. Edirne’de çok daha fazla katkı yapacak alanlar var, Yeni Saray var. Burası öyle bir yer değil, boşalmış, metruk kalmış, sonra da yıkılmış. İllaki bu alanda kazı yapılacaksa daha derinin kazılması gerekiyor, asıl bilinmeyen o çünkü. Ama burada sadece 1-2 metrelik yüzey kazısı yapılıyor ve altına inme kararı da yok…

O yazıda da bahsediyorum burada benim bir korkum var çünkü Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Türkiye’deki politikasını biliyorum. Vakıflar önce elindeki mülkleri sattı, belli bir tarihten sonra da her yer üzerinde tekrardan hak iddia etmeye başladı. Edirne’de de oldu bu. Belediye Binası’nı, tümen binasını, açık alanları istediler. Vatandaşlara üstünde cami tapusu olan arsalar satmışlar, insanlar kıvranıyor, geri de almıyorlar. Çok enteresan politikaları var. Özellikle son yıllarda daha saldırgan davranıyorlar. Her yeri vakıf olarak üstlenmek istiyorlar. Bu alanda da o tehlike var. Yemiş Kapanında kazı yapıldı, tamam ama “ihya edelim” lafı da dolaşıyor ortalıkta. Yoldan geçen adamdan değil, danışman olan hocalardan duydum. İşin içine ihya girdiği zaman, Vakıflar Müdürlüğü için bu alan Selimiye’nin önünde kiralanabilecek 100 dükkan demek oluyor, bir gelir kaynağı.

“Böyle bir kentte ihya etmenin, replika yapmanın bir mantığı yok. Bunu yaparlarsa Selimiye’nin silueti tamamen değişecek ve önünde kocaman bir bina olacak.”

Ben şahsen Curzon-culuğa, anıtların etrafındaki kent dokusunun yıkılmasına, karşıyım. Selimiye’nin etrafında bu yapılmış. Keşke yapılmasaydı. Ancak yeniden hiçbir şey olmamış gibi yapıyı ihya etmenin de bir mantığı yok. Ayrıca Edirne’de yüzlerce örneği olan bir yapı türü, ayakta olan, Yemiş Kapanı’ndan çok daha eski kaç tane çarşı var… Böyle bir kentte ihya etmenin, replika yapmanın bir mantığı yok. Bunu yaparlarsa Selimiye’nin alışılmış silueti tamamen değişecek, önünde kocaman bir bina olacak. Ayrıca Selimiye’ye doğrudan erişimi de zorlayacak. İşin kötüsü tam olarak ne olacağını da kimse bilmiyor. Belediye destek veriyor çünkü kazının bir an önce bitmesini istiyor ve böylece yarışmaya konu olan projeyi uygulamak istiyor. Vakıfların derdi de ihya etmek. Başka kimin ne hesabı var bilemiyorum. Şimdi kazı neredeyse bitti ama ortada bir karar yok. Yazık ettiler, yani 6-7 yıldır projenin onayını bekliyoruz bu yüzden.

Edirne’den de geçecek olan Halkalı-Kapıkule Demiryolu hattının yapımına bu yıl başlanıyor. Peki, Edirne 2020’de bitmesi öngörülen bu projenin getireceği turistik ve ticari yüke hazır mı veya ne tür hazırlıkları var?

Vatandaşın beklentisi çok büyük, “hızlı tren gelecek ve bizim derdimize çare olacak” diye düşünüyor.  

Edirneliler, İstanbul’a Tarihi Yarımada’ya gelen turisti mi çekmeyi düşünüyor?

Yalnızca turist değil. İnsanların “İstanbul yaşanacak yer olmaktan çıktı, ne olacak 1-1,5 saate düşecekse orada değil burada otururum” diyerek Edirne’den ev alınacağı veya kiralayacağını ümit ediyorlar. Bu konu mümkün olur mu bilemiyorum. İlk etapta öyle bir beklentim yok çünkü İstanbul’un Edirne’ye gelene kadar Trakya’da genişleyeceği daha çok alan var. Silivri bölgesinde, Kuzey Ormanları’nda birçok boşluk var. Edirne tarihi güzel bir kent ama Istrancalar Bölgesi’nin ormanıyla doğasıyla yarışabilecek bir yer de değil, hele İstanbullu’nun özleminin daha çok böyle yerler olduğunu düşünürsek…

Günde en fazla 2000-2500 kişi Edirne İstanbul arasında seyahat ediyor. Hızlı tren bu hatta bir ihtiyaç değil. Sürekli otobüs var, arada otoban var, ulaşım aslında zaten rahat. Eğer bahsettiğimiz hızlı tren Edirne-Halkalı gibi bir hat değil de Edirne-Sirkeci arasında olsaydı bu konunun Edirne’yi çok daha fazla etkileyebileceğini düşünürdüm. Sirkeci’den kalkıyor olsaydı Sultanahmet’teki turistin bir bölümü rahatlıkla Edirne’ye de gelip dönebilirdi.

Dünyanın her yerinde de böyle aslında hızlı trenler. Trene biniyorsanız o şehrin göbeğinde inersiniz. Tren eğer sizi şehrin bilmem neresinde bırakırsa, uçakla rekabet etme şansı olmaz. Almanya’da hızlı tren uçaktan pahalı ama tercih ediyorsunuz çünkü şehir merkezinden şehir merkezine gidebiliyorsunuz.

Bu zaten Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir projenin parçası. Edirne’nin hiçbir önemi yok bu projenin içinde. Benim gördüğüm bu hızlı tren projesinin esas amacı 3. Havalimanına servis sağlamak. Birisi örneğin Bulgaristan’dan binip, istediği yere uçacak; veya Sivas’tan binecek, direkt havalimanının içinde inip aktarma yapıp uçacak her yere.

Sonuç olarak bu hızlı tren olayının İstanbul’dan Edirne’ye insan çekme konusunda başarılı olacağına inanmıyorum. Ancak bir konu daha var, Edirne’nin geleceği için önemli. Trakya için 1/100,000’lik çevre planı yapıldı ve daha sonra da İstanbul’a Uyumlaştırma planı yapıldı. Bu ikinci planı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İMP birimi yürüttü. Çalışmalar sırasında en net karşı duruş Edirne’den geldi. Tekirdağ zaten İstanbul ile uzlaşmak zorunda, çok iç içe geçti, çok fazla ortak alanları var. Hiçbir açıdan İstanbul’la savaşabilecek durumda da değil zaten. Kırklareli’nde belli bölgelerde direnç vardı ama büyük bir bölümü “olsa da biz de gelişsek” dedi. Edirne tüm bu planlama sürecinden çekildi ve planlama yetkisini İMP’ye vermedi.

“Uyumlaştırma Planı” ne demek?

Trakya’daki planları İstanbul’un istediği hale getirmek…

“Plana göre Trakya’ya gelmesi beklenen nüfus 4-5 milyon arası ancak bölge 1,5 milyondan daha fazla yeni nüfusu kaldıracak durumda değil.”

İstanbul neden Trakya kentlerinin tümüne kendi hinterlandıymış gibi davranıyor?

Zaten öyle. Doğu’da ve Marmara bölgesinde de yaptılar aynı planı. Zaten ortada tüm Marmara’yı İstanbul’un gölüne çevirmek, kenti onun etrafına yaymak, raylı sistem ve deniz yolu ile desteklenen ve tüm Marmara’nın etrafını 3,5 saatte dolaşan bir otoban yapmak üzerine bir proje var. Trakya’da bu yayılma alanlarından birisi. Bu plana göre Trakya’ya gelmesi beklenen nüfus 4-5 milyon arası ancak bölge 1,5 milyondan daha fazla yeni nüfusu kaldıracak durumda değil. O yüzden aslında bütün Trakya’da ciddi bir muhalefet oldu ama sadece Edirne belediye olarak bu plandan çekildi. İstanbul zaten Edirne’ye muhtaç da değil, Edirne öyle yolun sonunda bir yer. Bu nedenle tüm bu plandan etkilenecektir ama dışında kalma fırsatı da var. Bence kalmalıdır da.

Bir sonraki sorum da bununla ilgiliydi aslında. Edirne bir sınır kenti ve bu sınırda olma durumunun etkilerini açmak istiyorum. Edirne’nin aslında sınır dışında fiziksel, toplumsal, kültürel ve hatta muhtemelen ailesel bağları olan komşu Bulgar ve Yunan kentleri ile ilişkisi nasıl? Trakya Belediyeler Birliği oluşumu Yunanistan ve Bulgaristan’dan belediyeleri de kapsıyor yanılmıyorsam?

Çekül ve Tarihi Kentler Birliği olarak, tüm Trakya’yı kapsayan kültür ağırlıklı yol haritası çıkardık. Son gündemlerimizden birisi de “sınırsız sınırlar” diye isimlendirdiğimizi bir başlıktı. Çünkü sınır idari bir çizgidir. O çizgiyi çizdin diye, kültür bitmez, doğa bitmez. Nitekim sorunları da, iyi yönleri de sürer. Bu bölgede de doğal ve kültürel varlıkların bir kısmı sınırın ötesinde. Bu duruma dair birçok çalışma aslında yapılıyor yıllardır. Trakya Kalkınma Birliği (TRAKAB), yerel yönetimleri içeren, planlamayı yönetebilecek, GAP gibi bir kurum olmak üzere kuruldu. Ama öyle olamadı.

Bunun dışında bir de Trakyakent (Doğu-Batı Trakya Belediyeler Birliği) var. Trakyakent’in Yunanistan’daki belediyeler ve belediye birlikleri ile ilişkisi var. Zaman zaman ortak projeler de yaptılar. Şu an bizim Trakya’daki tüm belediyelerin yurtdışı ile çok yoğun ilişkileri var ancak 2007-2014 Avrupa Birliği bütçesi yalnızca Bulgarlar ile ortak sınır ötesi işbirliği için kullanılabildi, AB tarafından finanse edebildi. Yapılan birçok proje, restorasyon, yayın var ama biz Yunanistan ile sınır ötesi proje yapamıyoruz. Bu durum 2014-2021 bütçe döneminde de aynı. Türkiye ile Yunanistan’ın arası baktığınız zaman çok hoş görünüyor, başkanlar, bakanlar, hatta genelkurmay başkanları, halk zaten öyle, kol kola, diz dize… Ama bizim Yunanistan ile çok derin ve çözümü neredeyse olanaksız temel sorunlarımız var. Bunlardan biri Kıbrıs, diğeri ve bizi asıl ilgilendiren kıta sahanlığı sorunu. Yunanistan ve Türkiye arasındaki sınır belli değil o yüzden de Yunanistan’a sınır ötesi proje yapalım diye gittiğinizde “önce sınırı belirleyelim ki sınırın ötesi neresi belli olsun” diyorlar. Şu an sınırda ortak yapılacak hiçbir işi yapamıyoruz buna Meriç’in yatak temizliği de dahil.

Önceki yıllarda Balkan Tarihi Kentler Birliği organizasyonu yaptık. Çok büyük olmayan ama tarihi özelliği olan kentler bir araya geldi ancak biz umduğumuz desteği bulamadık. Yani onlar AB’den bir fonu bu projeye yönlendirirler diye düşündük ancak ilgilenmediler ve çalışma yarım kaldı.

Konu sınır ötesi anlaşmalara gelmişken, Edirne’nin her yıl başına bela olan taşkınlar ne zaman çözülecek, bu konuda bir fikriniz var mı? Neden uluslararası çözüm yolları bulunamıyor?

Biz Dicle ve Fırat’ın bedelini Edirne’de ödüyoruz. Bu çok açık. Türkiye 1994’teki sınır-aşan sular anlaşmasını içeren Helsinki Konvansiyonu’na imza atmadı. Çünkü imza attığı anda Dicle ve Fırat’ta bu kadar fazla baraj yapılması, sulama yapılması ve suyun bu kadar az verilmesi mümkün değil. Bu nedenle imza atılmıyor, Dicle ve Fırat’ta da istediği projeleri yapıyor. Bu konvansiyonu imzalamadığı için Meriç’e dair yapabileceği hiçbir şey yok. Nitekim bu konuda iki çarpıcı örnek var. Son dönemlerde iki tane ciddi taşkın olduktan sonra ilgili bakan “Bulgaristan’a karşı şahsi dava açın” dedi. Düşünün her durumda çok sert dış politika güdebilen bir bakanlık, bu olayda vatandaşa gidip kendiniz dava açın diyor çünkü anlaşmaya taraf olmayan hükümetin ve devletin yapabileceği hiçbir şey yok. İkincisi de, 1990’lı yılların ilk yarısında, Tansu Çiller başbakanken, kuraklık oldu. Kuraklık olduğunda Meriç deniz seviyesinde aktığı için deniz geri gelmeye başlar ve tuzlu su girer tarlalara. Türkiye’deki çeltik üretimimin büyük bir çoğunluğun üretildiği bu bölge için ciddi bir risk. Bulgarlardan su satın alınmak zorunda kalındı.

Ancak bu “baraj kapağını açtı, kapattı” mevzusu değil. Bulgarların barajlarının eski olması, su tutma kapasitelerinin düşük olması bir problem olabilir ama asıl sorun bu değil. Anadolu’nun her yerinde taşkınlar oluyor orada da mı baraj kapağı açıyoruz? Bu konu asıl yağış rejimi ile ilgili ve bizim yaptığımız planlama ile ilgili.

Birleşmiş Milletler geçen yıl bu konuda genel olarak sürdürülebilirlik kavramlarını yeniden irdeleyen bazı kararlar aldı. Taslakların arasında “ortak su” kavramı geçiyor. “Sınır aşan” su olarak baktığınızda ortada taraflar var, imza atmazsa hiçbir şey yapamıyorsun ama “ortak sular” dediğiniz zaman “su ortaktır, ortak çözüm bulunacaktır” gibi bir karara doğru gidiyor. Son metni yeni indirdim, henüz incelemedim ama orada bazı konuların zorunlu tutulabileceğine ve her tarafın sorumlu olacağına dair karar çıkacak gibi duruyordu. Sonuçta Dünya bir su krizine gidiyor, önümüzdeki yıllarda daha sert önemler alınacaktır.

En nihayetinde bu taşkın sorununa karşın yapılacak tek şey Türkiye ve Bulgaristan’ın birlikte karar almaları ve planlamaları ama daha da önemlisi herkesin bu düzensiz yağış rejimleri ile ilgili eski hesapları bir kenara koyup tüm planları yeni iklim koşullarına göre yeniden yapmamız lazım. Artık, barajlarımızı, kent mimarimizi, planlarımızı son 30 – 50 yılın yağış rejimlerine göre yapmamamız gerekiyor. Eski verilerin çöpe atılması, düzensiz ve dengesiz yağışa göre plan yapılması gerekli. 

Etiketler

2 yorum

Bir yanıt yazın