Eduardo Souto de Moura

İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde projeleri ve mimari yaklaşımıyla ilgili bir konferans veren Portekizli mimar Eduardo Souto de Moura'yla uygarlık ve yapı arasındaki ilişkiden başlayan Porto ve İstanbul'a uzanan söyleşi yaptık.

İrem Çağıl: Mimarlık, tarih boyunca insanlarla birebir ilişkiye giren bir mesleki pratik iken şu anda bu konumundan oldukça uzakta duruyor. Günümüz toplumlarında hissedilen yersiz yurtsuzlaşma edimiyle mimarlık arasında size göre nasıl bir bağ var?

Eduardo Souto de Moura: Ben mimarinin diğer sanat dallarından farklı olduğunu düşünüyorum. Bu farklılık mimarinin toplumla birebir ilişkide olmasından ileri geliyor. Mimarlık sosyal bir sanattır. Bir yazar veya ressam bir kitap veya resim yaptığında insanlara öncelikle kendini ifade etmek ister, yapıtın sosyal sorumluluğu ise sonra gelir. Mimariye baktığınızda sosyal sorumluluğun ilk sırada olduğunu görürsünüz. Biri çıkıp sizden bir okul, hastane, kilise ya da stadyum yapmanızı istediğinizde ilk önce kendi sanatsal tasvirinizi değil yapının içerdiği fonksiyonları düşünürsünüz. Her yapı işlevine bağlı olarak belirlenmiş bir program dâhilinde inşa edilir. Bu durum da mimarın her istediğini yapmasını, kişisel davranmasını engeller. Bu sosyal sorumluluk mimarı doğal olmayanı yapmamaya yöneltir. Mimari anlamda doğal olmayan, yapının mimari doğasına aykırı olandır. Mesela yürünemeyen bir merdiven, açılamayan bir pencere gibi. Bir yapıda mimari bir doğallık ve sosyal bir sorumluluk her zaman vardır.

İÇ: Mimaride her zaman süregelmiş olan ve işlevden gelen bu toplumsal sorumluluk sizce de son zamanlarda biraz kesintiye uğramış değil mi?

ESM: Evet, bu görüşe katılıyorum. Son zamanlarda mimarlık toplumsal tüketime hizmet eder bir hale geldi ve ticari bir ürüne dönüştü. Ama unutmamalıyız ki mimarlık ve ticaret arasındaki bu ilişki hep vardı. Ama son zamanlarda mimarlar toplumun ilgisini çekmek adına kült yapılar yapmak için politikacılar tarafından desteklenir oldular. Norman Foster, Rem Koolhaas’ın yapılarında olduğu gibi. Tabi ki bu durumun oldukça ticari olduğunu söyleyebiliriz. Toplum bu yapıları kabul ediyor ya da etmiyor, ama genellikle kullanım anlamında yapıya dahil olmuyor, yapıyla iletişime geçmiyor. Bunun özellikle küreselleşmenin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.

İÇ: Toplumun bu tip mekanlarla kuramadığı ilişkilerden bahsediyorsunuz. Peki bu durum ile insanların yertsiz yurtsuzlaşma edimi arasında bir bağlantı olduğunu söyleyebilir miyiz? Modern zamanlarda insanların binalarla kurduğu ilişki oldukça yapay bir hale geldi ve çoğu kişi kendini hiçbir yere ait hissetmiyor. Bu konuyla ilgili düşünceleriniz nedir?

ESM: Evet, doğru. Modern toplumlarda insanlar artık bir yerde oturmuyor, zamanının çoğunu iş yerinde geçirdikten sonra eve geliyor, bir şeyler atıştırdıktan sonra da uyuyor. Bu döngü böylece devam edip gidiyor.

İÇ: Bu döngü içinde insanlar yaşadıkları mekanla ilişki kurabiliyorlar mi?

ESM: Hayır, günümüzde çoğunlukla böyle bir ilişkiden bahsedemeyiz. Bunun sebebinin mekânları yaparken mimar ve işverenin, insanların katılımını düşünmeden hareket etmeleri olduğunu düşünüyorum. Mimar ve işveren, mekânı kullananın yaşayacağı yerle ilgili bir fikri ve katılımı olmadığını düşünerek hareket ediyorlar. Bunun sonucunda da kullanıcı programdan dışlanıyor. Bunu fast-food yemeye benzetebiliriz. İnsanlar yemek istedikleri şeyleri değil onlara hazır olarak sunulan yiyecekleri yiyorlar.

İÇ: Peki sizce bu durum mimaride ne zaman başladı?

ESM: Endüstriyelleşmeyle tabi ki. Kapitalizmle birlikte yoğunlaştığını ve yayıldığını söylemek daha doğru olur. Binalar alınıp satılabilen mülkler olduğundan dolayı mimarlık tarih boyunca ticaretle ilişkili oldu. Fakat kapitalizmle birlikte yapıların metalaşmasının yanında kamusal alanların ve şehirlerin de metalaştığı bir dönem başladı. Mimarlar ve alan sahipleri daha çok bina yaparak daha çok para kazanmaya başladılar ve bu durum makineyi andırır bir işleyişe kavuştu. Sonunda da insanlar mekanlarla ilişki kuramamaya başladılar. Bu döngünün bir yüzyıl önce başladığını söyleyebiliriz.

İÇ: Çoğunlukla star mimarlarının kült projeleriyle gündeme gelen modern mimarlığın bağımsız, yaratıcı mimarı sizce günümüz toplumlarının mimari ihtiyaç ve beklentilerini karşılayabiliyor mu? Bu tip projeler insanların ilgisini mimariye çektiği için iyi bir etki mi yaratıyor yoksa mimariyi ticarileştirdiği için etkisi negatif mi oluyor?

ESM: Bu durumu iki ayrı açıdan incelemek gerektiğini düşünüyorum. Şehir iki tip yapıdan oluşur, yerleşim yapıları ve anıtsal yapılar. Yerleşim alanları şehrin ana iskeletini oluşturur ve kamuya ait anonim alanlardır. Bu günümüze kadar bu şekilde süregelmiştir. Bir de şehrin içinde yer alan anıtsal yapılar vardır. Bu yapılarda işleyişten öte şeyler bulunur. Anıtlar bazen toplum tarafından içselleştirilirler. İnsanlar bu yapılarla ilişki kurarlar. Bu durumda anıtlar yapanın eseri olmaktan çıkıp kamuya ait olmaya başlarlar, yani anıtlar toplum tarafından kabul görürler. Ayasofya bence bu duruma ait bir örnektir. Ayasofya bir mimarın eseri ya da bir dine ait bir sembol değildir, topluma ait kültürel bir yapıdır. Dolayısıyla mimarın yetkinliği ve kamusal farkındalığıyla bağlantılı olarak büyük projelerin, anıtsal yapıların topluma mal olduğu durumların var olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tabii ticaretle gittikçe daha çok yakınlaşan günümüz mimarlığında giderek daha az bu tip örneklerle karşılaşıyoruz.

İÇ: Ayasofya’yı gezdiniz. İzlenimleriniz ne oldu?

ESM: İnanılmaz güzellikte bir yapı olduğunu düşünüyorum. Eminim Ayasofya’yı ilk defa gören birçok mimar bu cümleyi tekrarlanmıştır. Ben yaptığım geziler esnasında birçok kiliseyi ziyaret etme imkanı buldum. Bu kiliseler çoğunlukla hıristiyan kiliselerdi ya da sonradan hıristiyan olmuşlardı. Ayasofya’da ise tam tersi bir durum var, bu bakımdan da oldukça dikkat çekici buluyorum. Hıristiyanlığa ait bir yapının camiye dönüştürülmesi dünyada çok rastlanan bir durum değil. Ama beni en çok yapının etrafıyla ve kendi içindeki elemanlarla kurduğu ölçek etkiledi diyebilirim. O büyüklükteki bir kubbenin bu kadar zarif ve ince kolonların üzerinde taşınabiliyor olması gerçekten inanılmaz. Bütün mimari elemanlar birbirleriyle büyük bir uyum içindeler. Ortaya çıkan boşluk insanda çok sakin ve derin hisler oluşturuyor. Ayasofya bende çok yumuşak ve dingin bir boşluk hissi bıraktı. Yapının zamanına göre çok ileride bir mimarlık anlayışı olduğunu düşünüyorum.

İÇ: Peki Ayasofya’da gördüğünüz özelliklere İstanbul’un başka kısımlarında da rastlayabildiniz mi?

ESM: İstanbul’a geçtiğimiz gün geldim, şehri tam olarak gözlemleyebildiğimi söyleyemem. Ama Ayasofya’nın çevresine olan etkisini hissettiğimi söyleyebilirim. İstanbul genel yapısı itibariyle yerleşim alanlarından oluşuyor, birbirini takip eden yapılar çoğunlukta. Böyle bir doku içerisinde camiler ve anıtlar işaretleyici oluyorlar. Bu bir noktada şehrin devamlılığını bölse de insanların zihninde şehir imgesini canlı tutuyor.

İÇ: Geçtiğimiz aylarda Nobel alan Türk yazar Orhan Pamuk, doğup büyüdüğü ve hayatının çoğunu geçirdiği İstanbul’un bir şehir olarak yazar olma sürecindeki öneminden bahseder. Sizin için doğup büyüdüğünüz, yetiştiğiniz, halen yaşadığınız kent olan Porto’nun böyle bir önemi var mıdır?

ESM: Orhan Pamuk’u bir yazar olarak tanımıyorum, hiçbir kitabını okumadım. Ama Nobel vesilesiyle adını duymuştum. Şehirler birçok sanatçının, mimarın temel ilham kaynağıdır. Üniversitede okurken Tavola adında sevdiğim bir hocam vardı. Kendisi bize “Bir şey ne kadar yerel ise o kadar evrenseldir” derdi. Bu görüşe katılıyorum. Bir insanın evrensel bir şey ortaya koyabilmesi için yerelliği anlaması gereklidir. Bir kişi kendi vücudunu, kendi ailesini, kendi çevresini, kendi şehrini tanıyıp, anlayamazsa daha büyük insan topluluklarını, başka şehirleri de anlayamaz. Bu yüzden bir şey üreten insanlar ilk önce kendi kimliğini tanımalı, bunun üzerine çalışmalıdırlar. Eğer insan bu noktada işleyişteki mekanizmayı anlayabilirse o zaman daha yüksek değerlere ve sonrasında da evrensele ulaşabilir. Porto bana bunu öğreti, ben de öğrendiklerimi yapıtlarıma aktarmaya çalıştım. Şehirden aldığımı şehre veriyorum.

İÇ: Göstergebilim terminolojisi bağlamında mimarlık bir dildir ve her yapıya karşılık gelen bir söz öbeği vardır denir. Bunu ele alarak sizin yapılarınıza bakarsak portekizce sözcüklerle mi karşılaşırız?

ESM: İlginç bir soru. Ben mimarinin bir dil olduğunu düşünmüyorum. Mimarlık salt bir dildir değildir. Bir dili vardır ama bir dilden ibaret değildir. Mimarlık kendine has bir metodolojisi olan anonim bir pratiktir. Ama son yıllarda mimaride de görülen bireyselleşmeyle bu dil meselesi öne çıkmakta. Benim yapıtlarımda mimarlığın her yerde geçerli olan evrensel kurallarıyla karşılaşabilirsiniz ve bu yapıtlarIn çoğunluğu Portekizde olduğundan ait oldukları toprağa ait izler taşırlar. Ama Portekizce kelimelerden bahsetmek yanlış olur.

İÇ: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

ESM: Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın