“Kamu Mimarisini Havalandırdık”

"İş Üstünde"de bu ay, Lüleburgaz Belediyesi Şehirlerarası Otobüs Terminali Mimari Proje Yarışması'nda birinci seçilen projenin mimarları Tuna Han Koç, Barış Demir ve Sıddık Güvendi'yle inşaatı bitmek üzere olan yapıyı konuştuk.

İş Üstünde’de bu ay bir “ilk bina” hikayesi dinliyoruz. 2013 senesinde Lüleburgaz Belediyesi’nin açtığı otobüs terminali yarışmasında birinciliği alan ekip Tuna Han Koç, Barış Demir ve Sıddık Güvendi ile tasarım, projelendirme ve inşa sürecinde başlarına gelenleri, öğrendiklerini ve öğrenmeye devam ettiklerini konuştuk.

Burcu Bilgiç: İşi alma süreciyle başlamak istiyorum. Yarışmayı kazandıktan sonraki süreçte belediyeyle nasıl ilerlediniz? 

Sıddık Güvendi: 2013 yılında yarışma sonuçlandıktan hemen sonra idareyle bir görüşme yapmıştık, işin uygulanacağına dair bilgileri oradan aldık. Sonra araya seçim girdi, o süreci biraz uzattı daha sonra sözleşme imzalamak üzere davet edildik. Zaten işin nasıl verileceği şartnamede tanımlanmıştı, onun üzerinden bizi çok zorlamadan uygulama projelerini yapmak üzere sözleşme imzaladık. 6 ay gibi bir sürede uygulama projelerini teslim ettik. Sonrasında neden olduğunu anlamadığımız bir zaman girdi araya, yapım ihalesiyle proje teslimi arasında 1 yıl kadar zaman geçti ve 6-7 ay önce şantiye süreci başladı, artık tamamlanmak üzere.

Yapının programı hangi fonksiyonları içeriyor? 

Tuna Han Koç: Yapının programı zaten otobüs terminaliydi. Terminal dışında da programı mixed-use hale getirecek başka bir şey yoktu. Terminal ihtiyacı vardı: gişeler, teknik alanlar, market, restoran, küçük bir yönetim bölümü, bu kadar bir program. Oldukça minimal bir programdı. Sonradan da ekleme yapmadılar, yarışmada teslim ettiğimiz programa %95 sadık kaldılar. Belediyenin de bir iki küçük önerisiyle projenin biraz daha ileriye gittiğini düşünüyoruz. 

Barış Demir: Bir de ilk yarışma şartnamesinde, hızlı tren hattı ve çevre yolunun geçmesi durumunda otogarın taşınabilme ihtimalinden bahsediliyordu. Tasarım anlamında çok etkilemese bile, eğer taşınırsa ne olur diye bir düşünce olsun diye şartnamede belirtilen bir durum. 

“Lüleburgaz Belediyesi aslında bir sosyal belediyecilik örneği sunuyor.”
 

İşverenle ilişkinizi nasıl tarif edersiniz? 

Sıddık: Biz genç bir ofisiz, bu tarz işverenlerle çok fazla iş yapma olanağı bulamadık özellikle kamuda. Aslında daha fazla yarışma kazanmış olmamıza rağmen bu uygulamaya döndürebildiğimiz tek iş. Ben çok ideal bir işveren olduğunu düşünüyorum Lüleburgaz Belediyesi’nin. Zaten sonrasında açtığı yarışmaları da hızla hayata geçirme motivasyonu bunu bütün mimarlık ortamına göstermiştir. Gerek yarışmadan sonraki aşama gerek proje aşaması gerekse kontrollük sürecinde mimarla ilişki kurmayı biliyorlar. Çok fazla mimarın işine karışmıyorlar, bir şeyi talep ettiklerinde “bu olmaz” dediğinizde ikna olabiliyorlar, çok ketum değiller. Ülke ortalaması göz önüne alındığında bence rüya gibi bir işverendi.

Barış: Sonradan çıkan yarışmaların kolokyumlarında bile jüri üyeleri de dâhil herkes Lüleburgaz’la ilgili bir şaşkınlık içerisindeydi. En son sanat akademisi yarışmasında da “Ne olacak bu büyüklükte bir şeye ihtiyaç var mı?” denildiği zaman Lüleburgaz Belediyesi işveren olarak çok net ve bilinçli bir şekilde yaklaşıp cevaplandırdığı için soruları, herkes “böyle bir belediye de varmış” diye şaşırdı. İyi bir işverenle çalıştığımızı düşünüyorum ve Lüleburgaz Belediyesi’nin açtığı yarışmalara da katılım sürekli artıyor, projenin uygulanacağı düşünülüyor çünkü. 

Tuna Han:  Biz de bahsediyoruz zaten belediyenin iyi bir işveren olduğunu konuştuğumuz kişilere aktarıyoruz. 

Sıddık: Belediyenin belki kendi içinden kaynaklı bir yavaşlığı olabilir proje uygulama süreçlerinde ama bu da kamu kurumu olmasıyla alakalıdır onun dışında işverenden kaynaklanan hiçbir problem yaşamadık.  

Tuna Han: Bir de yarışmayla yapmak, bu şekilde iş vermek mimarlık mesleği için, mimarlık ortamını canlandırması açısından çok güzel bir eylem. Bir yandan da yarışmaya açtığı konular da çok özel, aslında bir sosyal belediyecilik örneği sunuyor. Sadece mimarların değil diğer belediyelerin de bunu örnek alması lazım. Bizden önce de yarışmayla yapmadığı futbol akademisi işi var Boğaçhan Dündaralp’e yaptırılan; bizim yaptığımız terminal ondan sonra geliyor. Lezzet Akademisi var, Sanat Akademisi, Yüzme Akademisi diye devam ediyor. Motor sporlarıyla ilgili bir akademi yaptırıyorlar, muhtemelen sıkışık bir takvimde yaptıkları için hepsini yarışmaya açamıyorlar. Seçtiği konular tamamen oradaki insanlar için yapılmış konular. Tabi belediyenin yarışmayla belediye binası yaptırması başka bir şey; ama bu tarz programları açması ve hayata geçirmesi daha özel kılıyor Lüleburgaz Belediyesi’ni. 

Sıddık: Belediyenin çok bilinmeyen önemli bir özelliği daha var; terminal açtıkları ilk yarışmaydı, bundan önce iş verdikleri mimarlar da ülke standartları açısından bakınca ilginç. Ata İş Merkezi ve kent meydanı düzenlemesi var Cengiz Bektaş’ın; bunun yanında Sinan Omacan’ın bir galericiler sitesi bir de pazar yeri projesi var. Sonra Boğaçhan Dündaralp’in bir Futbol Akademisi projesi var. Bu ölçekte bir ilçe için tercih ettikleri mimar profilleri de o konuda bir bilinç olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla sonradan yarışmaya dönmüş olmaları da sürpriz değil. Biz kazandıktan sonra başkanla görüştüğümüzde yarışmalar konusunda aklına yatmayan bazı şeyler vardı ama sonradan ikna oldu ki yarışma açmaya devam ediyor ve edecek de herhalde. 

Tuna Han: Bir de şöyle bir parantez açmak lazım, genel olarak Türkiye’de açılan yarışmaların uygulanıyor olması lazım ki güçlensin bu iş. Birçok yarışma  projesi maalesef uygulanamıyor, böyle olunca da belediyeler bunu bir iş alma biçimi olarak görmüyorlar. Yarışmayı satın alma olarak değil de bir sosyal etkinlik, şartnamede yazan “güzel sanatları teşvik” olarak algılıyorlar. Aslında bu bir iş alma yöntemi, ihaleyle iş alabilirsiniz ya da yarışmayla iş alabilirsiniz kamuda. Bunun yaygınlaşması için yarışma açılma sayısı yanında projelerin uygulanıyor da olması lazım ki bu bilinç oluşsun. Lüleburgaz Belediyesi’nin bir farkı da burada. Direkt yarışmadan sonra sözleşme imzalıyor ve öyle devam ediyor. Sonrasında proje bitiyor uygulama devam ediyor. Biraz da şu var tabii, terminal projesi uygulanıyor, bu süreçten de memnun kaldılar. Fark ettiler ki evet, bu bir iş alma biçimi hatta iyi bir iş alma biçimi. Sonra devam ediyorlar memnun kaldıkları için.

Barış: Sonuç olarak iyi bir işveren.

Sıddık: Bu arada 2016 yılı Arkitera işveren ödülü adayımız da ortaya çıkmış oldu.(gülüşmeler)

“’Nasıl gidiyor?’ diye soranlara renderlardaki binayı yaptık diyorum.” 

 

Bu ilk hayata geçirdiğiniz projeniz. Yarışmayı kazanan proje ile inşa edilen arasında süreçte değişen şeyler oldu mu? 

Sıddık: Nasıl gidiyor diye soranlara renderlardaki binayı yaptık diyorum. Genel olarak aslında o bina, tabi ufak tefek detay farklılıkları ortaya çıkıyor isteyin ya da istemeyin. 

Barış: Yani detaydan ziyade malzeme farklılıkları var. Uygulamaya yönelik düşününce totaldeki bütün görüntü ilk yarışmadakiyle birebir örtüşüyor herhangi bir farklılık yok. Sadece uygulanan malzemenin seçilmesi ve onunla ilgili detayların çözülmesiyle birlikte, malzeme kararlarıyla değişti birçok şey. 

Şimdi yapsak farklı yapardık dediğiniz noktalar var mı yapıya dair? 

Tuna Han: : His olarak bakınca binaya şimdi “evet yine yapsak öyle bir şey yapardık” diyorum ama detay konusunda biz de yeni öğrendik o projeyle birlikte; malzemeler, detaylar. Bazı malzemelerle ilgili belki bir daha düşünürüz yeni bir binamız olduğunda yani daha farklı kullanabiliriz. 

Sıddık: Prekast zor bir malzeme mesela. Galiba şu an çiziyor olsak precast olmasın diye elimden geleni yapardım. Şu da var tabi, mevcut projeyi elde ederken yarışmayı açan idare aynı zamanda o işin uygulamasını yaparken ihaleye çıkmak zorunda. İhaleye çıkıyor sonra bir firma gelip bunu alıyor. İhaleyi kazanan firmayı bize söylediklerinde onlar çok mutlulardı, daha önce orada iş yapmışlar birlikte. Biz projeyi yaparken konu precast ise ya da cepheyse sektördeki en tanınmış en bilindik firmalarla bu detayları çalıştık, birlikte ürettik, teknik şartnameler ona göre hazırlandı ama yüklenicinin o firmalarla çalışmak gibi bir zorunluluğu yok. Dolayısıyla aslında zorluk ve binadaki detay problemleri biraz bundan kaynaklanıyor. Detayları birlikte ürettiğimiz firmalar gelip uygulamayı yapmadılar biraz fiyat olarak yukarda kaldıkları için. 

“Bence çok temel bir felsefe var; uygulayamayacağın şeyi tasarlama.” 
 
 

Yapının tektoniği sizin yarışmaya katıldığınız görsellerle birebir aynı denilebilir. Bu acaba tasarım yaklaşımınızın gerçekçiliğinden mi kaynaklanıyor?

Sıddık: Kesinlikle. Bu tasarlama biçimimizle ilgili zaten sadece Lüleburgaz binası değil yaptığımız her bina oldukça basit yani kolay anlaşılır kolay inşa edilebilir. Bu bizim mimarlığa nasıl yaklaştığımızla da ilgili bir konu. Lüleburgaz terminali değil başka bir işi de hayata geçiriyor olsak muhtemelen renderdaki binayı hayata geçiriyoruz diyeceğiz. Bence çok temel bir felsefe var, uygulayamayacağın şeyi tasarlama.

Barış: Çok basit ve zaten çok fazla bir mimari eleman kullanmayan bir bina. Sadece şeffaf cephesi ve üstteki kabuk o etkiyi yaratan. 

Tuna Han: Belki de o strüktür ve aradaki kamusal boşluk yapıyı oluşturuyor. Bunun dışında precast ya da cephede kullanılan malzeme gibi pek çok malzeme süreç içinde değişebilirdi ve o değişim çok bir şey götürmezdi yani bir karardı onlar sadece. 

Barış: Değişti de zaten, restoranın cephesinde ilk aşamada ahşap paneller vardı yarışma projesinde ama uygulama aşamasında bizim tarafımızdan perfore delikli metal panelle değiştirildi. Bu türden değişiklikler oldu ama yapının genel karakteri hiçbir şekilde etkilemedi. 

Tuna Han: Yapının karakterini sadece malzeme renk ve doku üzerine çok kurmuyoruz galiba daha çok mekânsal düzenlemeler üzerindeyiz. Kente yaklaşımlarıyla ilgileniyoruz, mekânların hiyerarşisiyle ilgileniyoruz daha çok, o yüzden diğer malzemeler süreç içerisinde yorumlanabilir oluyorlar. Tabii ki onlar da yapının bir parçası ama ana parçası değiller daha tali kalıyorlar. 

“Binanın basitliği, yalın bir simgesellik öneriyor olması bizi çok net bir şekilde temsil ediyor.” 
 

Diğer yarışma projelerinize veya yaptığınız işlere baktığınızda sizin mimarlığınızda nasıl bir yeri var bu yapının? 

Barış: Uyguladığımız tek yapı. 

Sıddık: İlk olması tabi en önemli özelliği. Onun dışında bir iki cümleyle şöyle basitçe ifade edebilirim: basitliği, yalın bir simgesellik öneriyor olması bizi çok net bir şekilde temsil ediyor. 

Tuna Han: Bu yarışmayla birlikte 3-4 birincilik daha vardı aynı dönem içerisinde, heyecan yapmıştık hepsini uygular mıyız diye. Şunu konuştuk aramızda; bizim için uygulamaya en müsait ölçek, baş edebileceğimiz, kontrol edebileceğimiz ölçek ne. Hakikaten onu uygulamak isterdik tercih sunsalardı, sebebi de ölçeği ve kontrol edebileceğimiz noktada olması. Belki de ekibin o dönemki ruhunu yansıtıyor olması da etkili. Şanslıyız o anlamda. 

Sıddık: Genç bir ofis için bu ölçekte başlamış olmak büyük şans. Aynı dönem kazandığımız MEB Kampüsü’nü yapıyor olsaydık ya da Avanos’taki köprüyü yapıyor olsaydık çuvallama ihtimalimiz olabilirdi. Birdenbire 50.000 metrekareyle baş etmek zor olabilirdi, Lüleburgaz terminali 2.000 metrekare. 

Barış: En çok heyecanlandıran tabii ilklerdir. Şişli Halide Edip Adıvar Külliyesi bizim ilk birinciliğimizdi ve ertesi gününde hemen detaylarını nasıl yapacağız diye konuşmaya başlamıştık. Ölçek olarak da uygundu, İstanbul’un merkezi ilçelerinden birinde çok iyi bir konumdaydı, o da bizi çok heyecanlandırmıştı aslında.  Tabii ki onda devam edemediğimiz için uygulama süreci maalesef hiç olamadı, öyle bir görüşme dahi olmadı ve üstü kapandı. O yüzden bu yarışma ilk sıralarda gördüğümüz bir iş haline geldi, ama diğerleri de vardı. 

Sıddık: Bence zaten küçük yapı yapıyor olmak çok keyifli, yani kişisel olarak tercih etme şansım olsa hep bu ölçekte yapılar yapmak isterim. Çünkü büyüklük çok başka bir şey doğuruyor, işin içine çok farklı meseleler giriyor. 50.000 metrekareyle baş etmekle ufak bir terminalle baş etmek bir deği. Çok daha avantajlı, keşke hep o ölçekte devam edebilsek. Özellikle yarışmacı bir ofis olunca bu ölçek meselesini tercih etme şansınız çok kalmıyor. Ofiste gündem 400 metrekarelik Roboski Müzesi’yken, bir ay sonra milyonlarca metrekarelik bir kentsel tasarım problemi olabiliyor yani bu da yarışmacılıktan kaynaklanan bir durum. 

“İlk başta pek çok disiplini bir araya getirmek için mücadele etmek zorunda kaldık.” 
 

Bu projede kaç kişi çalıştınız? Yarışma döneminde, projelendirme ve inşa süreçlerinde nasıl bir ekiple sürdürdünüz projeyi? 

Sıddık: Yarışma aşamasında beş kişiydik. O dönem Oya Eskin Güvendi ve Gülşah Örs Demir de ekipte yer alıyordu.  Sonrasında uygulama projeleri Tuna Han’ın sorumluluğunda ilerledi ama bizim ofisin ve ekibin çalışma mantığına dair kafamızda bir model vardı; katkı koyacağını düşündüğümüz ekiplerle bu işi paylaşmak. O modeli burada biraz denedik aslında. İç mimari projeyi Dicle Hökenek yaptı, aydınlatma tasarımı konusunda Studio Lighting Design’dan Duygu ve Gürden büyük katkı sağladı. Mesela totemin tasarımı bize ait değil. İç mekândaki uygulamaların bazıları bizim uğraşmamız gereken ölçekler değil zaten, bizden daha iyi yapacağını düşündüğümüz insanlarla bunu paylaştık. 2.000 m2’lik binada sadece mimari problemler açısından dört beş farklı ekip çalıştı. 

Tuna Han: Diğer disiplinler de tabi önemli oluyor; seçtiğiniz mekanik ekip, makine mühendisleri, elektrik mühendislerinin performansı birebir etki ediyor bu süreçte aslında. Çok küçük bir anekdot anlatayım. Yapının kapalı alan metrekaresi 1.200 m2 falandı bu şekliyle biz firmalarla görüşmeye başladık; 1.200 m2 terminal binası deyince, pek çok şey niceliğe bağlı olarak belirlendiği için galiba, ilk başta çok önemsenmediler gibi geldi bize. Fiyatlandırırken de böyle düşünüldü sanırım, belki de odalar birliğinin fiyatlandırma politikasındaki bir yanlışlıktır, hesap gibi bir şey getirdiler, ama sonradan diğer disiplinler işin tahmin ettiklerinden daha çok olduğunu fark ettiler. Biz de mimari grup olarak zorladık onları birçok konuda, ilk getirdikleri şeylerin hiçbirini kabul etmedik; ama iş bitince onlar da memnun kaldılar, onlar da sevdiler yaptıkları işi. İlk başta biz biraz mücadele etmek zorunda kaldık pek çok disiplini bir araya getirmek için. Biz de dâhil olmak üzere kimse para kazanamadı, ama sevdiler işi. (gülüşmeler) 

“Terminallerin kriminal bir durumu var aslında.” 
 
 

Yapı bulunduğu yerle nasıl ilişki kuruyor? 

Sıddık: Yarışma ilk sonuçlandığında şöyle eleştirileri çok duymuştuk “Bir terminal binasında kamusal alanın ne işi var?”. Konuya böyle çok tepeden terminal binası diye baktığınız zaman aslında doğru eleştiri çünkü gelgeç bir yapı orası, insanların durduk yere vakit geçirdiği bir yer değil. Diğer yandan Lüleburgaz’daki konumlandığı nokta aslında direkt kent yaşamının çok içine dahil ediyor yapıyı. Kent merkezinden yaklaşık on dakika yürüme mesafesinde, İstiklal Caddesi sanırım oranın adı, o caddeden yürüyerek kent merkezine ulaşabiliyorsunuz ve terminalin tam karşısında da bir açık pazar alanı ve alışveriş merkezi var. Aslında bayağı yürüme aksında yer alan bir yapı bu ve dolayısıyla içinde bir miktar kamusallık barındırması gerekiyor. O restoran kütlesiyle terminal binası arasındaki kamusal boşluğun öyle bir anlamı var. Şuan yapılan pek çok diğer terminal gibi kentin dışına yapılıyor olsa o boşluğun hiçbir anlamı olmazdı. Bağlamıyla kurduğu en önemli ilişkinin bu olduğunu düşünüyorum. Biz projeyi savunurken de, sebebini anlatırken de, o restoranın ya da dükkanların oradaki küçük kent parçasının tamamına ait olduğuna dair bir yorumumuz vardı ve tahmin ediyorum jüri tarafından desteklenen de bu oldu. 

Barış: Bahsettiğin kamusallığın da yapılabileceği tek nokta orasıydı zaten çünkü parselin etrafı, iki tarafı, mezarlıkla çevrili. Şartname ile yapının giriş ve çıkış noktası çok net bir şekilde tanımlı, D-100 karayolundan değil arka taraftan verilecek denilmiş. Yapı yaklaşma sınırının izi de belli. Bütün hareketlerin yapılabileceği tek nokta o köşeydi ve öyle devam etti süreçte. 

Tuna Han: Bir de yarışma açıldığı zaman, şöyle bir terminaller üzerine konuşuyorsunuz düşünüyorsunuz, şöyle bir şey geçtiğini hatırlıyorum; İstanbul’da Anadolu’daki şehirlerde aynı, terminallerin böyle bir kriminal durumu var aslında. Neden bilmiyorum belki çok gelgeç bir mekân olduğu için. Birçok şey gelgeç, kimse sahip değil oraya ve suç durumu oluşabiliyor orda, tekinsiz mekânlar. Esenleri düşünürseniz mesela… Bu duruma önlem alınıyor belediyeler tarafından, şimdi büyük terminaller yerine küçük cep terminalleri haline getiriyorlar ve daha rahat gerçekten. Dudullu’daki terminal Halkalı’daki terminal falan, küçücük yerler. Oturuyorsunuz ışığınızı alıyorsunuz falan, germiyor insanı.  Fakat Anadolu’daki pek çok terminalin sıkıntılı bir durumu var. Bunun üzerine de düşündük aslında ki zaten bu hayatın gerçeği. Sonuç olarak gün ışığının çok önemli olduğu sonucuna vardık. Yapının bütün noktalarına çok rahat gün ışığı ulaşabiliyor. İçerisinde homojen bir durumu var yapının, bir taraf daha aydınlık bir taraf daha karanlık gibi bir durumu yok. Bunun da söylediğimiz kriminal olma, depresif olma durumunu değiştireceğini düşünüyoruz terminallerde. Bunu da gözlemleyeceğiz aslında, onu merakla bekliyorum kendi adıma. 

Süreç boyunca en zorlandığınız nokta ne oldu? 

Tuna Han: Böyle bir şey yapmadığımız için daha önce firmalarla mesela Çuhadaroğlu’yla görüştük. Ofise geldiler, cephe sistemleriyle ilgili bize öneriler sundular. Biz onlara yapının daha endüstriyel bir dili olduğunu söyledik. Daha önce yaptıkları bir şey önerdiler, bizim de aradığımız şeydi aslında o sistem, biz de tamam olur dedik, “biz size mail atarız” dediler gittiler. Bize uyguladıkları binadan bir tane detay yolladılar, onunla yetineceğimizi düşündüler herhalde bilmiyorum. Biz sonra biraz çizdik mail attık tekrar görüş istedik. İki gün sonra bir daha arayınca “Biz normalde firmalarla böyle çalışmıyoruz, gidiyoruz bir tane detay gösteriyoruz kabul ediyorlar ama siz bizi bayağı çalıştırıyorsunuz bu konuda.” dedi. Bu beton firması için de böyle, cephe için de, ahşap için de; matematiksel olarak çözüyoruz, bir şekilde mantığını oturtuyoruz çizim üzerinde evet ama daha önce deneyimlemediğimiz için o bir arafta kalıyor. Yani sinir bozucu oluyor bu açıkçası, görmek istiyorsunuz yerinde net olarak. 

“Kamu kurumlarıyla yapılan işlerde en büyük sıkıntı malzemenin markasını seçememeniz.” 


Daha sonra nasıl devam ettiniz çalıştığınız firmalarla? 

Tuna Han: Bu iş şöyle yürüyormuş, yani biz öyle öğrendik, sadece yüklenici firmaya yani kazanan firmaya o firmaların ismini veriyorsunuz ya da tam tersi, sonra çekiliyorsunuz aradan, onlar anlaşabiliyorlarsa anlaşıyor. Biz de çalıştığımız firmaya söylemiştik kazanan firmayı, onlar malzemeyi satabiliyorlarsa satıyorlar, satamazlarsa satamıyorlar. 

Barış: Zaten kamu kurumlarıyla yapılan işlerde en büyük sıkıntı seçememeniz. Özel sektör olsa malzemenin her türlü niteliğini, markası da dâhil seçebiliyorsunuz. Bizim burada yaşadığımız en büyük sıkıntılardan birisi o; çünkü kamu kurumu olarak ihaleye çıkılıyorsa kamu ihale kanununa göre bir teknik şartname oluşturulacak, her şey tanımlanacak ve bir marka tariflenmeyecek. Marka tariflenmediği zaman da ucu açık kalıyor, evet gerekli standartları yakalayabilen birkaç tane firma var ama yine de sizin istediğinizin imal edilmesi söz konusu olamayabiliyor. Sıkıntı da buradan kaynaklanıyor. Şantiye sürecinde de bunu yaşadık mesela, tarif ettiğiniz şey ve istediğiniz malzeme belli ama farklı bir öneri gelebiliyor, bütün standartları tutuyor ve yapabileceğiniz hiçbir şey kalmıyor maalesef. 

Tuna Han: Genel bir eleştiri getireyim bu işe. Ortada inşa edilecek bir şey var ve üç sacayağı var bu işin; proje grubu var, müteahhit grup var bir de işveren var. Bu üç sacayağının koordinasyonu çok önemli, bu o işi ilerletiyor ya da geride bırakıyor. Ama şöyle bir sıkıntı var Türkiye’nin genelinde, müteahhit firmaların yani inşa eden firmaların maalesef yapı kültürleri çok zayıf, genel olarak yapı kültürü çok zayıf aslında. İşi yaparken herkes kendi amacıyla bu ortaklıkta bulunuyor. Mimari grubu projemiz iyi olsun, detaylarıyla malzemesiyle uzun ömürlü, sağlıklı, sağlam, estetik bir proje yapalım istiyor. Belediye kendi adına halkımızın terminal işlevini karşılayalım gibi bir noktada duruyor, kendi açısından iyi bir noktada duruyor. Burada mütehhit grubun, bizim çalıştığımız müteahhit grup için bunu söylemiyorum, sadece ve sadece para kazanma odaklı bir noktada bulunması iş için bir problem doğuruyor. Tabii ki onun için bulunacak ama bunun yanında bir yapı kültürü edinmesi gerekiyor firmaların, orada çalışan insanların. Sadece biz değil, proje yapan pek çok mimar herhalde bu sıkıntıları yaşamışlardır. Adamlar o gözle bakıyor, yani o gözle yaklaşıyor, çünkü refleksi de o ne yazıkki. Bu biraz sıkıntıya sokuyor pek çok şeyi. Özellikle sürecin ilk başlarında bunu rayına oturtmak için epey bir mücadele ettik aslında. 

Sıddık: Mesela, üzerinde aylarca düşündüğünüz kafa patlattığınız emek verdiğiniz bir uygulama projesi var; ama ihaleden sonra özellikle şantiye aşaması başlarken o teknik şartname denen dokümanın projeden çok daha önemli olduğunu bilmiyorduk. Biz bunu şantiyede çok yaşamadık ama genelde duyarız, aylarca çizdiğiniz projeler şantiyede üzerinde yemek yenilen masa örtüleridir, ellerinde bir teknik şartname vardır oradan okurlar. Galiba biraz bizim deneyimsizliğimizden kaynaklanan bir durum vardı orada, teknik şartnameyi proje kadar önemsemedik. Çok önemli olduğunu düşünmüyorduk. Çünkü bütün nokta detaylarını teslim etmişsiniz, sistem kesitlerini teslim etmişsiniz, renklere kadar tanımlanmış birtakım malzemeler var; ama işin öbür tarafında bizim dışarıda başkalarına hazırlattığımız bir teknik şartname var. Onu çok sağlıklı şekilde kontrol etmediğimizden kaynaklı olsa gerek müteahhit “hayır burası böyle değil projede” dediğimizde hemen önümüze teknik şartnameyi koyduğu durumlar oldu. İşte kamu ihalelerinin maalesef böyle çok anlamsız bir tarafı var. Marka yazamıyor olmak bence çok saçma. Kesinlikle tanımlayabiliyor olmak lazım çünkü bu yapıyı bu malzemeyi en iyi bu firma yapıyor, yapıyı da bu malzemeyle inşa etmeniz lazım diyebilmek gerekiyor. Çünkü başka türlü bu kullanılmaya çok açık bir sistem. Teknik şartname dediğiniz şeyi piyasadaki yirmi tane cephe firması sağlayabiliyor zaten ama işçilik dediğiniz öyle herkesin kolay kolay sağlayabildiği bir şey değil. Orada da marka yazamadığınız için bir sürü saçma sapan problemle karşı karşıya kalabiliyorsunuz. 

Tuna Han: Teknik bir durumla özetleyeyim, belki okuyanlar için de faydalı olur. Mesela bir kalıp sistemi olayı vardı, dairesel kolonlarımız var altı metre yüksekliğinde hatta bir yerde dokuz metreye kadar çıkan. İşte beton türünü statikçi tanımlıyor falan ama kalıp türüyle hiç ilgilenmedik, bir şekilde yapılır diye düşündük. Sonra süreç başlayınca fark ettik ki evet bu kalıp türleri çok farklı, fiyatları da çok farklı. Kalıp sistemini yazmış olmamız gerekiyordu diye kendi aramızda düşündük. Çünkü çok uğraştık biz kolon olayıyla, nasıl inşa edileceği olayıyla. Çünkü müteahhit firma da belediye de daha önce böyle bir kolon yapmamıştı, biz de zaten yapmamıştık. Projede çok aklınıza gelmiyor önemsemiyorsunuz bunu, hatta mimarın işi değil diye bile düşünmüş olabiliriz hatırlamıyorum. 

Sıddık: O durumda tamamen yüklenici firmanın iyi niyetine kalıyorsunuz. 

Tuna Han: Şöyle bir şey yaptık hatta müteahhit firmayı kızdırdık, biz tek tek kolonları döktürdük bir süre. Kolon dökmeye başlayacaklardı dur dedik seçtik bir tane kolon, en görünmeyenini, önce bunu dök dedik, baktık sonra başka kolon şeçtik bunu dök dedik. Bir toplantıda çıldırdı müteahhit, “ya böyle iş mi biter” dedi, dedik yapacak bir şey yok iyisini bulana kadar devam edeceksiniz. 

Sıddık: Lüleburgaz terminali üryan bir yapı, her şeyi ortada, hiçbir kusurunu gizleyemez, gizlemeye kalkarsa da komik duruma düşer. Kaplama yok, asma tavan yok, eğrisiyle doğrusuyla iyisiyle kötüsüyle her şey ortada. Hatta o sizinle birlikte gittiğimiz şantiye toplantısında restoranın duvarından giden doğalgaz borularını ilk kez gördük. Bunları gizlemek için cephe rengine mi boyasak dediler. Aksine! Bina zaten üryan yani onları da sarıya boyayalım iyice ortaya çıksın her şey, evet borular buradan gidiyor işte. Biz götürmedik onu oradan, oradan gitmesini biz istemedik, zaten sormadan hızlıca yapıverdiler ama işte bina çıplak, böyle de bir kusuru var madem, o kusuru da ortada olsun.

Barış: Yapının genel olarak bütün tesisatının her şeyinin açıkta olması durumu, ya da genel olarak precastın kendi içerisinde dokusunun renginin tutmuyor olması durumu, en başta konuştuğumuz total görünümü bozmadığı için beni hiç rahatsız etmiyor. Totalde yaratılmış olan durumun kendisinin iyiliğinden kaynaklanıyor bu belki de. 

Tuna Han: Oktay Rıfat’a garip akımının şiirini sordukları zaman ‘biz şiiri havalandırdık’ demiş. Biz de galiba kamu mimarisini havalandırdık, rahatlattık her anlamda. Göreceğiz ama. 

Barış: Kamu işlerinde genelde ihale ile iş alıyorsanız işi yapıp teslim ediyorsunuz ve sonrasında uygulandığını bile göremiyorsunuz aslında, belediyelerin çoğu böyle. Kontrolörlük dahi vermiyorlar yapan mimar ve mühendis ekibe. Böyle olunca, kendi tercihine ve bütçesine göre revize edilen, bambaşka yapılar ortaya çıkıyor. Burada bize kontrolörlük verdiler. Mimari ve mühendislik ekip olarak çok kontrollü bir şekilde giden bir süreç yaşadık o yüzden diğer kamu işleri gibi değil, kendi isteğimizi direkt ortaya çıkartan bir yapı ortaya çıktı. 

“‘ ‘Müteahhit firma bizi aşıp size ulaşamasın’ dedik, belediye de bu konuda çok iyi yürüttü süreci.”


Tuna Han: Hatta Sıddık senin bir anın vardı bununla ilgili herhalde. 

Sıddık: İlk toplantı, başkan yardımcıları, bütün mühendisler orada. Herkes sırayla yapıyla ilgili fikirlerini söylüyor, yüklenici dedi ki “Bu bir kamu binası dolayısıyla ben sizin tasarladığınız bütün detayları uygulamak zorunda değilim”. Bunun bir yarışma projesi olduğunun, bir şekilde gündemde olduğunun farkında değildi, ben de orada şunu söylemek zorunda kaldım “Bu bir yarışma projesi, birincilik ödülü kazandı, siz bunun her türlü detayını tasarlandığı şekliyle uygulamak durumundasınız”. Böyle olunca başlangıçta bir gerilim oluşuyor orada herkes birbirini teslim almaya çalışıyor. Ama sonradan aynı yükleniciyle aramızda şu konuşma geçti, neticede bir yapı ortaya çıkartıyoruz, hepimiz bundan doğru bir sonuç ortaya çıksın istiyoruz, bunu idare, müellif ve yüklenici arasında bir savaşa dönüştürmeye gerek yok. Evet, o savaşı yaşadık 2 ay kadar, sonunda onun dediği oldu bunun dediği oldu meselesi değil, iyi bir yapı ortaya çıktı. Bunu bir savaşa dönüştürmemek gerekiyor ve burada da iyi niyet devreye giriyor gerçekten. Yani hep böyle daha fazla kazanmak üzerine bir duruma onlar da gitmediler, sonradan çok iyi niyetli davrandılar. 

Tuna Han: Şöyle bir şey oldu, biz uygulama projesini bitirdik belediyeye teslim ettik, o dönem başkanla da ara ara görüşüyorduk. Yine bir toplantıda belediyeden şunu istedik, müteahhit firma herhangi bir sorun durumunda bizi aşıp size ulaşamasın. Biz bir şeye olmaz diyorsak bunu yüklenicinin katılmadığı şekilde ikimiz tartışalım aramızda; çünkü belediyeyle yüklenici arasındaki diyalog başka bir diyalog. O diyalogda para söz konusu, iş ilişkileri söz konusu, bizim diyaloğumuz başka. Yüklenici sizi aşıp belediyeye ulaştığı zaman, “başkanım bu böyle olsun” dediği zaman orada bizim “olmaz” dediğimiz şey olumluya dönebilir. Diyaloglar öyle ilerliyor, bunda kimsenin suçu yok; ama biz olmaz diyorsak size ulaşamasın bu adamlar dedik, mail yoluyla da gelemesinler, bir şekilde gelemesinler. Belediye bu konuda çok iyi yürüttü süreci, hakikaten hiçbir sorunda bizi aşıp belediyeye ulaşamadılar. Bir sorun olduğunda genelde bizde takılı kaldılar, biz konuştuk belediyeyle aramızda çözümü genellikle. 

Sıddık: Başkanın kendisi bile bunu mimarlara sorun deyip geçiyor, takılmıyor hiçbir şeye. 

“Hız hep bir problem ve projesinden uygulamasına hep de başımızda.” 
 

Bir söyleşinizde okumuştum, “Yarışmalara girerek bir nebze de sektördeki ‘hızlı, ucuz ve güzel’ üçlemesinden kendimizi sıyırmaya çalışıyoruz.” demiştiniz. O zaman galiba terminal inşaatına başlamamıştınız. Şimdi yarışmayla yaptıktan sonra, bu yolu tercih ederek üçlemeden sıyrılabildiğinizi düşünüyor musunuz? 

Tuna Han: Belki sıralaması değişiyor. 

Sıddık: Zaman konusu garip bir şekilde bu ülkede ve bu işin içinde olan herkesin önünde bir problem olarak duruyor. Neye yetişmeye çalışıyoruz onu da çok bilemiyorum ama herkesin bir acelesi var. Proje süresi altı ay, sonrasında inşa etme süresi altı ay. İki yıl olsa ne olur, kim ne kaybeder? Ama herkesin acelesi var. O hız durumu aslında çok değişmemiş gözüküyor. Ben bahsettiğiniz cümleyi şu nedenle kurmuştum, bir şeyin hızlı ucuz ve güzel olması çok da mümkün değil. Sonuçta bina yapıyoruz burada, en az otuz kırk yıl ayakta kalacak bir şey yapıyoruz. Genel beklenti ise o; hızlı, ucuz ve güzel olması. Hatta güzel olması en sonda duruyor, ucuz ve hızlı olması en önemli. Yaptıktan sonra da, yapı hayata geçtikten sonra da bu bir problem mi? Evet, problem. Sıralama aynı mı? Hala aynı. Ama bizim açımızdan tabii ki aynı değil. Lüleburgaz Belediyesi açısından herhalde şöyle görünüyordur, “biz bir yarışma açtık, birinci seçildi, bina zaten güzel, hızlı bir şekilde yapalım, zaten yapının boyutu belli…” ama galiba çok da ucuz olmadı, 7,5 milyon civarında bir rakama mal oldu ve 2.000 m2 bir bina için bu iyi bir rakam. Bu süreçte de bence problem hızdı. Çünkü yükleniciye “bunu böyle yapmayalım” dediğimiz bazı durumlarda “ama yetiştiremiyoruz” dendi. 

Barış: Hız hep bir problem. Basit bir örneklemeyle, mesela asansör firmasından teklif alıyorsunuz, aldığınız teklif altı ay sonra teslim ediliyor ama inşaatın süresi zaten altı ay. Yani hızla ilgili sıkıntı o anlamda oluyor, bu yüzden tedarik edilebilir şeyler üzerinde düşünmeye başlıyorsunuz. Hız hep bir problem ve projesinden uygulamasına hep de başımızda. 

Tuna Han: Bir de bu üçlemenin dışında kalmak için tek başına yarışmayla yapılması yeterli değil projenin. İyi bir idareye denk geleceksiniz, iyi bir firma ihaleyi kazanacak ve siz de gününüzde olacaksınız. Evet, bu kadar şansa bağlı bir şey değil tabii ama Türkiye’de zor olma sebebi bu. Sıddık’ın dediği gibi bu sıralama idare için, müteahhit firma için farklı ama biz yine bu sıralamanın içine girmemeye çalışıyoruz. Siz girmeseniz bile karşı taraflar her noktada size hız konusunu kanıt olarak sunuyorsa bir yerde tıkanıyorsunuz haliyle siz de. 

Barış: Bana şöyle geliyor Türkiye’de yapılan yapılar için ihaleyle de olsa özel işverenle de yani müteahhit belli olduktan sonra mimarla birlikte projenin tekrardan üretilmesi sürecinde imalatını yapacak firmaların tekrardan bir proje hazırlaması sorunu var. Herkes tekrardan kendi detaylarına göre proje hazırlıyor. Bunun baştan koordine edilip ihale süreci atlatıldıktan sonra, o firmaların direkt ihale yöntemiyle ya da alan müteahhit firmanın kendi içerisinde yapacağı yöntemle, kime yaptırılacağının bilinip, belki projenin sağlıklı gitmesi için o hızdan da feragat edilip bir iki aylık bir süre içerisinde bütün detaylarıyla birlikte as-built dediğimiz projenin en baştan bitmiş olması daha sağlıklı bir sonuç doğurur. 

Sıddık: As-built diye bir proje çizilecekse o zaman uygulama projesi niye var? Onun zaten as-built olması gerekmiyor mu? (gülüşmeler)

Barış: Ama dediğim bütün bu detaylarımız madem değişiyor baştan kararlı bir şekilde proje üzerinde değişsin ve ona göre devam etsin. Bazen o hızla birlikte direkt gelen şeylere anında cevap vermek zorunda kalıyorsunuz ve birtakım şeyler de gözünüzden kaçabiliyor. Yaşadığımız sıkıntı da o. 

Tuna Han: Proje sürecinde de, bazı şeyleri siz de eksik yapmış oluyorsunuz. Bizim de bazı detaylarda “evet bunu düşünmemiştik” ya da “eksik düşünmüşüz” dediğimiz oluyor. Sadece karşı taraf yüzünden uygulanmıyor değil bazen de uygulanamıyor yani bir revizyon istiyor sizin tarafınızdan, çünkü yerinde görüyorsunuz o problemi. Az önce söylediğim gibi arafta kalıyor bazen o kafanızda ama yerinde görünce biraz daha gerçek bir noktaya oturuyor ve orada siz de bazen revize etme ihtiyacı duyuyorsunuz ve diyorsunuz “evet burayı da böyle yapalım, öyle çizmişiz ama o şekilde yapmayalım” diyebiliyorsunuz. 

Sıddık: Bir de genel kabullenmişlik durumu bana ürkütücü geliyor. Mesela Lüleburgaz’la ilgili bir şeyler soruyorlar ben de diyorum ki “ufak detay problemleri var”, “ya olur” diyorlar, kanıksanmış durumda bu. İnsanlar ilk gördüklerinde genel etkiye bakıyorlar tabii. Bir de biz böyle konuşunca “Bina iyi olmuş sizin derdiniz ne?” tepkilerini alıyoruz; ama işin olması gerekenini, detayını bilirken bir de onun uygulanmış halini görmekten kaynaklanıyor bu. Ama dediğim gibi, genel olarak ortamdaki kabullenmişlik hali ürkütücü. 

Barış: Gerçi kimseden olumsuz bir şey gelmiyor, giden gören hiç kimse olumsuz bir görüş beyan etmedi. Herkes “çok güzel oluyor, elinize sağlık” diyor, tepkiler bu yönde ama biz kendimiz baktığımızda küçük detay problemlerini görebiliyoruz. 

Teşekkür ederim söyleşi için, ben çok beğendim binanızı.

Etiketler

3 yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Sayın ömer Yılmaz’ın söylemlerine katılıyorum ve bunları daha önceden konuşmadığımız halde aynı şeyleri düşünüyormuşuz.

    CHP’nin de çılgın proje ihtiyacı var diye yorumluyorum biraz da olayı ben. Yani CHP muhalif söylem dışında ne gibi bir projeyle geldi şikayetine cevap vermek ister gibiler. Ancak çok boyutlu düşünmeyi bırak, tek boyutlu olduğu halde patlayan bir proje bu. Kısaca lojistik bir sorun yoksa bile teknoparklara, sanayi sitelerine, silikon vadisi gibi fikir proje patent yaratıp satan bir bölgeye KALİFİYE ELEMANI nereden bulup götüreceksiniz? Öyle bir kalifiye eleman stoğu var mı Türkiye’de.

    Bugün Gaziantep’te no kadarSuriyeli geldiği halde kalife eleman açığı var. Evet, firmalar kalifiye eleman arıyor ama vasıfsız işçiler de işsiz. Bu yeni kenti kimler kent yapacak?

    İşin daha komiği neresinden tutsanız elinizde kalan bu öneriye iktidar partisi yandaşı bu kadar bolken doğru dürüst (yukarıdakinin yarısı kadar) bir eleştiri yok.

    Hatta çoğu muhalif beğeniyor bile tartışmadan görüşmeden.

    Sanırım siyasi görüşümüz de futbol takımı tutar gibi.

  • veysel-can-demir says:

    Jacque Fresco yu hatırladım.Venüs Projesi …Umarım bir prototipini görmeye ömrüm yeter.

    Aslında siyasi olarak uygunluğunu bilemem fakat tüm partiler koalisyon kursa sanırım en güçlü Türkiye olur… “Biz parkta yanlız oynamazdık.”
    Siyasilerin birbirine zulumleri beni utandırıyor…Çok üzülüyorum halimize.
    Hayırlısı neyse o olsun dicem …Aklıma birden nükleer geliyor….

  • tulay-balpinar says:

    Kent yerleşimleri insanlık başlangıcı zamana kadar önemli bir husustur…nereye nasıl en kısa zamanda ulaşacağız, birbirimize nasıl yaşam sahası bırakacağız…
    Ama gün gelmiş parsellenen şehirler sadece ve sadece nasıl daha çok para kazanırız amacı güdüldüğünden ergonomik olmaktan çıkmıştır….kentler giderek keşmekeşe dönüşmüştür…
    Son kentsel değişim projesi ile de neredeyse onarılamaz hale gelmiştir..
    Bugüne kadar o kadar belediyeci gelmiş gitmiş, hepsi millletin cebinden maaşını tıkır tıkır almış ne kadar iş yapmış kaldırım kanaldan başka..
    Evet bunlarda mühim ama her seçim öncesi değil…
    Öyle kent planı olmalıydıki 100 yıllık öngörü ile oluşmalı, tüm okul hastane sağlık ocağı evlerin dizilimi vs. planlı ve yeşillikle çevrili olmalıydı…
    Buradan geçiriveririz yolu kanalı kazdık şimdi içmesuyu yarın doğalgaz öteki gün internet kazdık mı tamam diye değildi bu işler..
    Öyle bir yeraltı uygulaması olacaktıki hepsi en az 50 yıl onarıma dahi ihtiyaç duymayacaktı…
    Yapamazmıydık? Milletimiz bize bu kadar olanak vermişken, makam otolarıyla evden işe işten eve, öğle yemeğine giderken, yapamaz mıydık dersiniz…
    Malesef ülkemizde geniş düşünürlü kendini vatana millete adamışlık eski bir hikaye olarak kaldı neredeyse…
    Bu kadar paraya bu kadar öğretmenlik,
    Bu şartlara bu kadar doktorluk dedikçe,
    Milletimiz sabır ve hoşgörüsünü gün geçtikçe dahada kaybettikçe…
    Maalesef vatan millet denilen duygu kişisele inecek bana ne vatanından milletinden benim karnım tokmu ona bakarım a dönecek…
    Bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı?…..
    Lütfen birileri bir ucundan tutsun ve kentleri düzenlesin, insanların ruhiyetleri düzenlensin ve tekrar toplum olabilme güzel insan olabilme bilincine erişilsin,fakirler için bakım evleri olsun her semtte…
    Biz böyle değildik nidaları yokolsun, biz buyuz olsun göğsümüzü gere gere..
    Herşey insanlar için, onları güzelleştirmekte insanlar için
    Bugun sen yarın çocuğun yaşayacak bu dünyada…güzel yarınlar için …

Bir yanıt yazın