Adabın Adresi

Her çarşamba Taraf Gazetesi'nde yazan İhsan Bilgin, bu haftaki yazısında Ağaoğlu ve mimarlık mesleği konusuna eğiliyor.

TV’lerde, mimar olmayanları bile uyaran provokatif bir reklam var. İnşaat sektörümüzün frapan yatırımcısı Ali Ağaoğlu, mimarların projelerini elinin tersiyle itip, iyiden, doğrudan, güzelden, mutluluktan anlamadıklarını söyleyip kendi çizdirdiği resimleri örnek gösteriyor.

İmaj danışmanları kimdir bilemem, ama her açıdan problemli bir mizansen bu. Öncelikle, yatırımcı, müteahhit, mimar karşılaşmalarında defaten bulundum; arkadaşlarım, Türkiye’nin ve ötesinin başlıca sermaye ve yatırımcı gruplarıyla çalışıyorlar, ilişkilerini biliyorum. Bu ortamlarda konu iyiye, güzele gelince, diğerleri sözü hep mimara bırakıp devamını da onun mesaisinden beklerler. Kendilerinin, anlayana yol vermeye, imkân tanımaya hazır, hatta bununla vazifeli olduğunu dile getirirler. İşinsanı, devlet görevlisi ya da sivil toplum lideri olmaları durumu değiştirmez; sözbirliği etmişçesine tekrarlanan tutum budur.

Tabii her işte olduğu gibi mimarlıkta da mesleğe dâhil olmanın öğrettiği ayrıcalıkların yanı sıra deformasyonlar da vardır. Bu deformasyon, iyi, güzel ve doğruyu bilmemek ve bu konularda kendine güvensizlik değil, tersine fazla güven olabilir ancak. Dolayısıyla, öğrenmekten ziyade öğretmeye yatkındır mimar. Abartıldığında Ağaoğlu’nun görmek istediği gibi ezikliğe değil kibre meyledebilir. Tarz, stil vs. sadece mimaride değil, yaşamın tümünde sanki onların sorumluluğundadır. Bunlara, mimarla iş için masaya oturmuş herkes aşinadır, hatta onlar da bunu durumu beslemiş ona yer açmış, görgü yarıştırmaya kalkışmamışlardır.

Tabii, bütün bunlardan tüm projelerin benimsendiği gibi yanlış bir sonuç da çıkmamalı, tersi de oluyor; ama önemli olan, ille onay görmek değil zaten, kendi iç etiğini, davranış kodlarını ve adabımuaşeretini geliştirmiş tüm olgun topluluklarda ve aktörlerarası ilişkilerde olduğu gibi negatif reaksiyonun, yani olumsuzlama adabının da gelişmiş ve yer etmiş olması. Kabullenmek her zaman kolaydır. O nedenle ilişkilerin test edildiği asıl kritik nokta, reddin dile gelme ânıdır. O durumda, kısaca olgun bir aktörlerarası ilişki örüntüsü ve ortamı “hayır” demenin ve reddetmenin uygun ve paylaşılan üslup ve adabını geliştirmiş olmalıdır. Ne elinin tersiyle pafta itmek, ne de aniden kendi projesiyle övünmeye başlamak bu adabın sınırları içinde kalır. Dolayısıyla, sadece çizdirdiği resimler değil, bu mizansen de Ağaoğlu’nun mimarlığı, mimarları, hatta inşaat sektörünü tanımadığını, muhtemelen henüz ne mimarla ne de sektörün duayenleriyle birlikte masaya bile oturmadığı izlenimini pekiştirmektedir. Sorun, Ağaoğlu ile mimar arasındaki, bilgi ve tecrübe sorunu olmaktan ziyade, Ağaoğlu ile henüz görgüsü ve adabıyla tanışma fırsatı bulamadığı anlaşılan inşaat sektörü arasındaki adabımuaşeret ve görgü sorunudur.

Eğer konu ve iddia, iş masalarında gölgede kalmanın kamu önünde telâfisi ve hıncı değil de tarihe geçme yarışında avantaj sağlamaksa, mizansen yine bu sektörün adap ve kültürüne yabancılığı açıkça ortaya koymaktadır. Rönesans’ın liderliğini de yapmış sanatsever aileler, barok dönem soyluları, tiran da olan imparatorlar ve diktatör devlet başkanlarından başka inşaat tarihine geçmiş yatırımcı yoktur. Bunların ilk üçü için çok geç, sonuncusuna da ortam müsait değil. Yatırımcı değil ama müteahhit olarak inşaat tarihine geçmiş bildiğim yegâne kişi, 19. yüzyılda Kensington, Chelsea, Pimlico, Belgravia bölgeleriyle Batı Londra’nın Victorian terraced-house’lerinin hatırı sayılır kısmında payı olan Thomas Cubitt’dir. Ağaoğlu’nun buradan da nasiplenebileceği bir rol yok. Cubitt, büyük otlaklarını imara açan arazi sahipleri ile geliştiricilerin ve finansör bankaların, tecrübesizlikten yapamadıkları inşaatları, sokak sokak yapacak bir tecrübe ve kapasiteye sahipti ki Türkiye’de bu kapasite ya hiç yok, ya da bölgesel ölçekte çalışan uluslararası müteahhit firmalarda var. Onlar da ölçek ekonomisinin istikrarına dayalı bir inşaat örgütlenmesi ve tecrübesi ile sokak ve caddeler, mahalleler, semtler, hatta şehirler inşa edecek küçük ölçek kalitesinin istikrarına dayalı bir performans kapasitesinden ziyade, tek seferlik mamut projeleri gerçekleştirme tecrübesine sahipler. Dolayısıyla, iri ve ölçeksiz bloklardan oluşan projeler dışında karakterli iskân bölgeleri inşa edecek deneyim ve kapasite ne yatırımcılarda ne de müteahhitlerde bulunmaktadır. Yeni ve sofistike teknoloji kullanarak elde edilen kalite başka şeydir, konvansiyonel tekniklerin ortalama kalitesinin üzerine çıkmak ve orada istikrarı tutturmak başka. Nitekim, Thomas Cubitt’in başarısı, zamanın saray mimarı John Nash’in soyluların kullanımı ve sarayın spekülasyonu için Regent Park ardalanında ürettiği kalite standardını Batı Londra’nın prestijli meslek ve konum sahibi yeni orta-sınıflarına taşıyabilmesindedir. Bunun ötesini de Cubitt’in orta-sınıf için tutturduğu inşai standardı, istikrarlı biçimde ama ancak yarım yüzyıl sonra işçi sınıfının, kentin doğu ve güneyindeki sokak ve avlularına taşıyabilen ki o da yüzde beş hayırseverlik vergi indirimi ile Peabody Trust’ün performansı olabilirdi ancak.

Mimar ise imar ve iskân sürecinin başlatıcısı değil, kritik bir dönemecindeki yön vericisidir, ki o kritik dönemeç de ilginç biçimde, bir yandan mimarlık ve inşaat kültürü ve adabı ile ilgili tecrübe noksanlığını ifşa ederken aynı anda da bunlara son vâkıf olma fırsatının da kaçtığı mizansendeki mimarla karşılaşma ânıdır. Evet, bu kadar yanlıştan da bir doğru çıkmıyor. Sonundaki reklâmı süslemek üzere gösterilen, yatırımcılık ofisinde yan-iş olarak çizildiği aşikâr, ilham yoksunu, sıradan resimleri proje diye benimsemek bir yana, meslekten soyutlanmayı, hatta aforoz edilmeyi, hadi rezil olmayı diyelim, göze almadan “beğendim!” diyecek mimar bulmanın ne kadar meşakkatli olacağını tecrübe etmesini hiç tavsiye etmezdim kendisine. Hadi orman tahsis edildi-edilmedi ve Maslak’ta ev olur mu konularına girmeyelim, ama talep görüyor olsa da fark etmez; öyle bir piyasa ki, bu kadar senedir yapılıp da satılmamış proje duymadım daha; hepsi kapışılıyor.

Son dakikanın ve her dakikanın gündemi

Önceki haftanın son iki akşamı son argümanımı pekiştiren, art arda iki uyarıcı haber:

Birincisi: İstanbul’a 3. havaalanı yeri saptanınca Karadeniz kıyısındaki yerin etrafında arazi fiyatlarının artması. Haberi dünyaya geçelim; çoğu yerde manşet olur! Yalova yolundaki “otoyol manzaralı ev!” misali arazilerinin civarına havaalanı yapılacağı haberi üzerine sahiplerinin, değil sevinmek “arazilerimiz mundar oluyor!” diye sert eylemler başlatmaları beklenir. Ayırt etmeden her türden hareketliliğe sevinmek midir bu, otoyol da olsa, grand-prix parkur pisti veya uçak pisti de olsa…

Oysa öte yandan da zincirinden boşanmış “hareket” kendi başına sosyal tehlikelerin en korkuncu faşizmin belirtisi değil miydi? O faşizm ki, 20. yüzyılın başında komünizmin peşine takılmış ve onu inşa etmeye hevesli kitlelerin taleplerinin ve motivasyonlarının içini boşaltıp “hareket”in kendisinin sahiplenilmesinin icadı olup, fantazmagorik hülyalarla süslenerek musallat edilmemiş miydi modern dünyanın başına?

İkinci haber ise, geri dönüşsüz hastalığa yakalanmış bir yakının akla gelmesi misali, mani olunamayan malum proje nedeniyle, muhayyilelerde daha yaşarken nostaljiye dönüşmekte olup son defa görülmek için de sayılı zamanın kaldığı Taksim’de, operasyon başlayınca çevredeki daire fiyatlarının artması. Çevre dedikleri de: Cihangir. Tam karşısındaki Salacak’la beraber İstanbul’un en garantili ve geniş manzaralı semti. Eğer oranın da fiyatı Taksim kazmasıyla artacaksa, yeni havaalanı civarındaki en pahalı apartman da doğrudan pistin üstüne yapılan olur herhâlde. Bir kez “zıvanadan çıkılmaya!” görsün, nerede durulacağı belli mi olur?.. Yerli-yersiz kullanılmaktan aşındırıldı, ama bazı durumları “akıl tutulması”ndan iyi anlatan deyim de hâlâ yok. İstanbul dışındaki okurlar İstanbul’un iç sorunlarında bu kadar oyalanmamı mazur görüyordur umarım. Ne de olsa Türkiye İstanbul değildir, ama “İstanbul Türkiye’dir”.

Etiketler

Bir yanıt yazın