“Umut” Yeniden

“Hepimizin kafasında bitmeyen projeler vardır.”

Bunu mimari ağırlıklı bir platformda dile getiriyor olmamız sadece mimari projelerden bahsettiğimiz yanılgısını yaratmasın elbette. Bazı konuları durup durup yeniden ele alırız. Her seferinde farklı bir kısmını sorgularız. Kimi zaman konunun/ projenin bize nasıl geldiğini; yani başlangıcını, kimi zaman bize nasıl dokunduğunu, kimi zaman da nereye gittiğini irdeleriz. Mimarlık fakültesi ikinci sınıf, üçüncü projede, Archinest proje stüdyosunda, Sevgi Türkkan, Gülçin Pulat Gökmen ve Dilek Avşan’ın getirdiği tasarı konusu da, girişte belirttiğimiz gibi, zaman zaman bizi yoklayan bir soru; problem; konu olarak hayatımıza katıldı. Maçka parkında tasarlanması öngörülen proje için her öğrencinin kura ile seçmesi gereken iki belirlenmiş kriter vardı: farklı kullanım süreleri ve kullanıcı grupları (bknz föy):

Bize de kuradan 11 limon ağacı ve 1 aylık bir süre çıktı. Taze bir mimarlık öğrencisi için barınak yapma fikrine karşılık akla gelen ilk muhatap “insan” olması sebebiyle ilk başta zorlansak da sonrasında okuduğumuzdan; dinlediğimizden; konuştuğumuzdan beslenerek projenin hikayesini ürettik. Bizi zorlayan, ve hikayeyi şekillendiren ikinci tasarı verisi ise yapının “1 ay” süreyle Maçka parkında barınacak olmasıydı. 1 hafta değil, 3 ay değil, herhangi bir başka zaman dilimi değil de, 1 ay olmasını anlamlı kılmamız gerekiyordu. Hala çok sevdiğimiz projenin konseptini özet halinde yazının sonunda paylaşıyor olacağız ancak bu durum, şimdi okuduğunuz yazıyı yazmaya iten asıl sebep değil elbette. Nitekim asıl soru bu projeyi neden ikinci sınıfta bırakamadığımız, neden durup durup projeyi yeniden ele alma ihtiyacı duyduğumuz; neden yeniden görselleştirmelere gittiğimiz ve nihayetinde neden limon ağaçlarına kadın imgesi yüklediğimiz.

Elbette bu projenin, tekrar tekrar kendini bize hatırlatıyor olmasının sebebi bizim projeye yazdığımız hikayenin güncelliğini hala ilk günkü kadar koruyor olmasından ve maalesef uzun bir müddet daha korumaya devam edecek gözükmesinden kaynaklanıyor. İnsanın insana; insanın doğaya; insanın kendine yaptığını kimse kimseye yapmıyor. Savaşlar, kavgalar, yıkımlar, göçler, insan eylemleri yüzünden tetiklenen afetler ve daha binlercesi ile her şeyin tüketildiği, yıkıldığı, bozulduğu, çürütüldüğü bir noktada yine yaşama dair umut imgesinin saf olana yüklenmesinin ardında çok ilkel bir kabul yatıyor olsa gerek.

Nitekim biz bu projeyi öğrenci iken yaptığımızda, hikayemizi, ana kahramanının, savaş sebebiyle ülkesini terk etmiş bir bireyin, iyi ve güzel olarak hatırladığı anılarının, doğal ve saf olana, yani limon ağaçlarına, dayanıyor olmasını da bu basit kabule dayanarak oluşturmuştuk. Projenin içeriğini değiştirmesek de içimizde bizi uyaran bir his, duygu, güç artık ne derseniz bu projeyi defalarca yeniden ele almamıza ve görselleştirmemize neden oldu. Vardığımız noktada limon ağaçlarının, ağaç formundan çıkıp insanlaşmasının, daha doğrusu kadınlaşmasının arkasında bilinçaltı eğilimlerimiz yatıyor diyebiliriz.

Nitekim “savaş” gibi doğaya yapılan zararlı müdahalelerin daha çok “eril” görüldüğü bir dünyada, bu etkileri yine kucaklayan ve iyi bir şeye dönüştürmeye çalışan gücün görece daha dişil olduğunu kolektif bilinçaltımızda taşıyor olmalıyız ki tabiattan bahsettiğimizde tabiat ana diyoruz, topraktan bahsettiğimizde toprak ana diyoruz. Öyle ki daha geniş coğrafyadan baktığımızda dahi, mitoloji ile tabiatın yumuşak, iyileştiren, onaran güç sahiplerinin genelde tanrıçalar olarak gösterildiğini görüyoruz.

Bunca bozulmanın içinde ve bunca bozulmaya rağmen mekanın üretiminin, onarılmasının ve iyileşmesinin ardında dişil olanın; kadın olanın gücü yattığı için, limon ağaçlarımızın da kadının bu iyileştiren ve onarak yönünü temsil ettiklerini düşündük ve projemizin görsellerini de bu doğrultuda yeniden ürettik.

“İnsanlar için” değil, “şeyler ve diğer canlılar” için yer yapma teşebbüsümüzde, insan olmayanı insanlaştırmak belki proje konusun bize ilk veriliş dinamiğine ters düşüyor gözükebilir. Ancak amacımız “şeylere” yüklediğimiz karakterler vasıtasıyla “şeyleri” anlamlandırma sürecimizi kolaylaştırmaktı. Hayatı, insan bedeni sınırları ve kısıtlarıyla algılayıp, yargılıyor ve hareket ediyoruz. İnsan olanı bile çoğu kez anlayamazken, insan olmayanı anlamlandırmak pek çoğumuz için epey zorlayıcı bir düşünsel süreç olsa gerek, ki bu anlamlandırma çabalarımız genelde “şeylerin insana olan etkisini” izlemekten öteye geçemiyor. Tükettiğimiz doğanın sesini ancak yine kendi yaşayış şeklimizi etkilediği noktada duyumsamaya başlıyoruz. Tükettiğimiz hayvanları ancak besin zincirini bozduğumuz için çıkan aksaklıklarda hatırlıyoruz. Savaşlarımızdan, kavgalarımızdan, tahribanımızdan en çok kimler etkileniyor? Ve nihayetinde darmadağın ettiğimiz bu düzeni, yine kim toparlıyor? Tabiat, toprak, ana.

Sürekli gelen revizyonlar ve yeniden görselleştirmeler sonucunda ortaya çıkan, bir nevi kendini üreten “Limon Kadınlar” aslında, tabiatın hep sevgiyle kucaklayan, üreten, doğuran ve yeni “iyi yarınlar” yaratan yüzünü anlamlandırma çabamızdı. Hikayemize geri dönersek, Beşir karakterinin gerek çocukluk anılarında, gerek hikayemiz gereği Maçka parkında bulduğu, onu kaygılı düşüncelerinden koparan ve iyileştiren şeyin aslında tüketmekte olduğumuz doğa olduğunu görüyoruz. Sonsuzluğun içinde çarpıcılığını yitiren, hücrelerimize işleyip artık tepki veremez hale geldiğimiz kaosun iyileşme sürecini ise bu sonsuz zamanın içine “bir yerlere” bırakmak istemediğimizden, olayın gerçekleşmesi, bireyin olaya uyanışı, olayı kabullenmesi ve nihayetinde yoluna devam etmek için harekete geçmesine birer hafta zaman tanımlayarak hikayemizin ömrünü 1 ay olarak tanımladık.

Hızla tükettiğimiz şeylerin arasında, en güçlü gözüken kişinin dahi eninde sonunda soluğu bulduğu noktaya, yani en başa dönüyoruz; doğaya. Hikayemizde de savaşın, yıkımın, göçün, yazık olan çocukluğun acılarını bir şekilde bastırıp, Beşir karakterinin zihninde, bunca yıkımla baş etme gücü veren şey de doğaydı; limon ağaçlarıydı. Ayrıca bu afetler yaşanırken bir an geliyor, bu uzun süren kaosun ne zaman başladığını, ne zaman biteceğini zihin ayırt edemiyor. Sanki hep varmış ve hep devam edecekmiş gibi geliyor. Üzücü ki şu an içinde bulunduğumuz durum, kontrol edemediğimiz, başlangıcını ve sonunu belirleyemediğimiz, uzun yıllara yayılmış ve insanı yavaş yavaş etkisi altına alan bir büyü gibi. Savaşlar hem var hem yok. Göçler hem mecburi hem gönüllü. Tüketim yavaş yavaş artıyor, ve süreçte kirleniyoruz hep birlikte. Peki sürecin sonucunda yol nereye çıkacak ve biz kime sığınacağız? Limon ağaçlarına; doğaya.

Archinest Studio (2016-2017 Güz dönemi)
Stüdyo yürütücüleri: Gülçin Pulat Gökmen, Sevgi Türkkan, Dilek Avşan
Proje ekibi : Öznur Aktaş, Sevde Hut

Proje İsmi: Umut

2011 yılında Mezopotamya’nın değerli topraklarında başlayan savaş, bizleri göçmen kıldı. Değişen Dünya dengelerinde yer/yurt/barınma kavramlarımız evrildi. Türkiye bu süreçten en çok etkilenen ülkelerden birisi olarak, savaştan kaçanların buluşma noktası haline geldi. Limon ağaçları Beşir ile İstanbul’da karşılaştılar. Göç bu coğrafyanın yaşanmışlıklarını savurdu, insanını savurdu, kuşunu ağacını savurdu. Ama yaşam bu, yine bir yolunu buldu ve tutundu.

‘Beşir yıllar sonra doğduğu topraklara dönerken aklında sadece limon ağacı ve onun kokusu vardı.’

Projenin amacı, İstanbul Maçka parkında “11 Limon Ağacına”, “1 ay süreyle” barınak tasarlamaktı. Hem limon ağaçlarına bir süreliğine ev sahipliği yapacak olan hem de İstanbulluya bir nefes noktası olacak olan bu barınak, bir yandan Maçka parkındaki insanları geçicilik, yerleşme, köklenme üzerine tekrar düşündürten bir mekânsal deneyim üretebilir miydi? Bu konular üzerine düşünürken Sandy Tolan’ın “limon ağacı” romanını yeniden yorumladık ve romanın kahramanı Beşir’in hikayesini yeniden yazdık. Romanın yanı sıra, hikayemizde yurtsuzluğu en güzel anlatan şarkılardan biri olan “Naci en Alamo” şarkısını kullandık. İstanbul’da, Beşir ve Limon ağaçlarının (parça-çocuk) karşılaşmasıyla ilgili bir hikaye kurguladık.

Bölüm 1

Havada limon çiçeğinin kokusu vardı ve Beşir’in annesi çarşafları yeni yıkamış, bahçeye asmıştı. Ilık bir bahar rüzgarı esiyor, mutfaktan tencere, tava sesleri geliyordu. Beşir bahçedeki limon ağacının gölgesinde oturmuş bahçe duvarındaki kurşunların açtığı deliklere bakıyordu. Belki de, kıskanç insanlar limon ağacını gözetlemek için bahçe duvarımızda bu delikleri açmışlar diye düşünüyordu çocuk aklıyla.

Bölüm 2

Limon ağacı şefkatli, nazik ve kibardı. Beşir’i sevgiyle sarardı. Ailenin bir üyesiydi. Her bahar beyaz çiçekleriyle ailesine sevgisini sunardı. Beşir ağacı görmese bile, bahçede asılı beyaz çarşafların arasında koşarken çiçeklerin kokusunu alırdı.

Bölüm 3

Ancak bir gün kıskanç ve açgözlü eller limon ağacına zarar verdi. Dallarını merhamet göstermeden kırdılar, yapraklarını kopardılar ve tohumlarını çaldılar. Limon ağacını Beşir’in elinden; onun evinden aldılar. Beşir’in ailesinin bu seçkin üyesi artık onlarla birlikte değildi.

Bölüm 4

Beşir, Beşiktaş’tan Taksim’e yürürken çocukluğunu düşündü… Çocukluğunun sığınağı, en yakın arkadaşı, limon ağacı… belki, dedi Beşir, ağaç da beni özlemiştir; yaşıyorsa… Taşıdığı limon çiçeği kokusunu özledim. bahçede asılı çarşafların arasından koşarken yüzümü okşayan rüzgarı özledim…

Beşir, o anıyı düşünürken Maçka Parkından geçiyordu ve sonra o tanıdık koku burnuna geldi. Başını çevirdiğinde, ara sıra beyaz çarşafların arasından beliren limon ağaçlarının onu beyaz çiçekleriyle karşıladığını gördü.

Çocuklukta olduğu gibi beyaz çarşafların arasına daldı ve rüzgârın çiçeklerin kokusunu kendisine taşımasına izin verdi. Evet, bu ağaçlar çocukluğundaki evinin bahçesindeki limon ağacının parçalarıydı. Ülkesine ve çocukluğuna dair güzel anılarını taşıdılar ona.

Beşir, bir ay, burada, onların arasında tüm o yarım kalmış, zarar görmüş geçmişini düşündü, iyileştirmeyi denedi her şeyi.

Hem Beşir gibiler, hem de onun yaşadıklarını yaşamamış olanlar iyileştiler burada. Bir şey vardı ağaçlarda. Büyülü, iyileştiren bir şey. Henüz farkına varamadıklarını iyileştiren bir şey.

Bölüm 5

Beşir Limon ağaçları ile vedalaştı. Sonrasında dünyayı dolaşmaya devam edeceklerdi “Limon Ağaçları” çünkü, Beşir gibi, onların da artık evleri yoktu. Göçmendiler.

Yaralar açılır izi kalır, savaş biter yıkımı kalır. Limon ağaçları Maçka’dan dünyanın dört bir yanını gezmek için ayrılsalar da saksılarının Maçka’nın dik yokuşunda bıraktığı izler gitmez. İnsanlara oturma alanları sağlarlar. O dimdik yokuşun içerisinde bir nebze de olsa ‘barınabilmelerine’ yardımcı olurlar. İzdir bu, hep orada kalan ve asla unutulmayan.

Etiketler

Bir yanıt yazın