Nereye İşeyecek Bu Millet?

Geçen gece Teşvikiye’den Karaköy Perşembe Pazarı’ndaki ofisime gitmek üzere taksiye bindim, şoför birkaç dakika sonra “Abi çok tuvaletim geldi, hemen halletsem bir yerde olur mu?” diye sordu, “Tabi, tabi, hallet” dedim. Benden olur cevabı alır almaz, işeyecek münasip bir yer aramaya başladı. Bir ara sokakta durduk, açtı kapısını, tam inecekti, sokağa yeni açılmış kahveciden gelen ışıkları fark etti, vazgeçti, “Bu dükkan ne zaman açılmış ya…” diye söylenip kapattı kapıyı.

Kapıyı kapatır kapatmaz yeni bir yer düşünmeye başladığı mimiklerinden ve mırıldanmalarından belli oluyordu. Cidden sıkışmıştı ve tamamen işeyeceği yeri bulmaya odaklanmıştı. Hatta benim Karaköy’e gideceğimi hatırlıyor muydu emin değildim. Biraz daha ilerledikten sonra başka bir sokağın girişinde durduk, karanlık gibi gözüküyordu. Direksiyonu hızlı bir şekilde sola kırdı ve girdik sokağa, “Abi hemen geliyorum” dedi ve alelacele indi taksiden. Ama sokağa girerken görmediğimiz, köşeye konulan ışıklı reklam panosu sokağı öyle bir aydınlatıyordu ki, çantamdaki kitabı çıkarsam şoförü beklerken okuyabilirdim. Adam sokakta bir o tarafa, bir diğer tarafa yürüdü, reklam panosu ışığından kaçılacak gibi değildi. Bu sefer elinin kemerine gitmesi aşamasına kadar gelmişti ama yine olmamıştı. Koşar adım taksiye döndü, kapattı kapıyı, “Abi kusura bakma, taksimetreyi başlatmadım zaten daha” dedi, “Yo yo problem değil, hepimizin başına geliyor.” dedim teselli etmeye çalışarak.

Reklam panolu sokağı da geride bırakmış Beşiktaş’ta karanlık sokak arıyorduk. Adam bazen yavaş yavaş giderek sokaklara bakıyor, bazen de ümitsizliğe kapılıyor, bulamayacağını düşünüp hızlanıyordu. Artık beti benzi atmıştı, her an altına yapmasını bekliyordum. Açık olan dükkanlardan birine rica edebilirdi ama onların da önünde park edebileceği yer yoktu. Nerdeyse “Abi sen gir şu kahveciye, arabayı ver bana bir tur atıp gelir alırım seni.” diyecektim. Bir yandan gülmemek için kendimi zor tutarken, bir yandan da ben de ciddi ciddi dert edinmeye, adamın işeyebileceği sokakları düşünmeye başlamıştım. Aklımdan karanlık sokakları geçiriyordum ve “Hmm, otoparkın oradaki sokağa dönsek şuradan, yok yok olmaz oraya da bar açtılar, aydınlıktır, bir sürü de insan doludur şimdi, okulun oradan dönsek, orada da otel var artık, orası da olmaz…” şeklinde konuşmaya başlamıştım içimden.

Adam bir yandan sokak başlarından süzerek karanlık yer arıyor, ben de ona işeyecek yer düşünüyorken Beşiktaş’tan çıktık, Maçka Parkı’na doğru geldik. Eskiden olsa parka girip işeyebilirdi ama parka da onlarca gece kulübü ve bar açılmıştı, zaten valeler de arabayla burada durmasına izin vermeyecekti. Adam terlemeye ve titremeye başlamıştı. Sinirden mi, çişini uzun süredir yapamadığından mı bilmiyorum ama pek iyi gözükmüyordu. Aklıma kötü senaryolar gelmeye başladı. Adam çişini daha fazla tutamayıp altına yapacak, daha sonra da utanıp panikleyecek ve direksiyon hakimiyetini kaybedip karşıdan gelen bir arabaya çarpacaktı. Ya da uzun süredir çişini tuttuğu için bayılacaktı, ben de el frenini çekecektim ve takla atacaktık. Aklıma bu tür şeyler gelince, emniyet kemerimi bağlamadığımı fark ettim. Nedense ticari takside emniyet kemeri bağlama alışkanlığım çoğu insanda olduğu gibi yoktu. Zaten bağlayınca da taksiciler alınganlık yapıyordu şoförlüklerine laf etmişiz gibi. Ama bu adamın ne emniyet kemerimi bağladığımı görecek, ne de alınganlık yapacak hali vardı. Bağladım.

Kemeri de bağladıktan sonra, duruma el koyma zamanının geldiğine karar verdim. “Abi sen hiç yavaşlama, Perşembe Pazarı tenhadır bu saatte, orada işersin” dedim, İnönü Stadı’nın üzerinden Kabataş’a doğru yol alırken. Adamın aklına yatmıştı, başka bir çaresi de yoktu. Stadın maç günü olmamasına rağmen yanan ışıkları bütün Dolmabahçe’yi işenemeyecek derecede aydınlatıyordu. Adam şehir içinde yapılabilecek maksimum hızla Kabataş tramvay durağına doğru ilerledi. Tam hızımızı almış giderken, tramvay durağı ışıklarında trafik başladı. Pek mümkün olmasa da, belki bir süre işemesi gerektiğini unutur diye muhabbet açtım tekrar. Siyaset ve futbol konularını Beşiktaş’ta karanlık sokak ararken tüketmiştik. Geriye meslek serzenişleri kalmıştı. “Abi bizim iş de yapılacak gibi değil, Türkiye’de olmuyor iç mimarlık, tasarım falan, doğru düzgün müşteri de yok, gerçi sizin iş daha zor, sabaha kadar bin bir türlü adamla uğraşıyorsun, yok abi yok bizden adam olmaz, bu ülke düzelmez artık, baksana dolar kaç oldu…” diye, ezberimdeki bütün cümleleri kurmaya başladım. Adamcağızın (Adam bu noktada adamcağız denilecek duruma geldi) muhabbetime katılacak hali bile kalmamıştı.

Gıcık bir taksici olsa çoktan inecektim ama adam kendisiyle çiş yapacağı yeri aramama neden olacak kadar düzgün ve kibar bir şofördü. Artık hedefe ulaşacağı yolda sonuna kadar beraberdik. Bu adam bu gece işeyecekti.

Adamı iç mimarlık, mimarlık, tasarım ile ilgili dertlerle boğduğum muhabbetimin sonunda Fındıklı, Salı Pazarı ve Tophane trafiğini atlatıp Galata Köprüsü’nden önceki Perşembe Pazarı dönüşüne gelmiştik. Ambulans arkasında hastaya moral veren hasta yakını gibi, “Az kaldı abi, şurayı döndük mü tamamdır.” dediğim anda Perşembe Pazarı girişindeki polis çevirmesi nedeniyle trafik tekrar kilitlendi. Aslında ofisime artık yürüme mesafesindeydim, ama adamcağızı yalnız bırakamazdım. İnmedim. Allahtan çevirme noktalarında çok saçma bir şekilde ticari taksileri durdurmuyorlardı ve çevirme noktasındaki trafiği atlatıp açılan trafikte hızla ilerledik. “Abi tamam duralım burada, ben ofise geçerim şu aradan, sen de gir bir sokağa, buralarda rahat rahat işeyebilirsin.” dedim. Kafamı taksimetreye çevirdim, adam çişinin derdinden açmamıştı taksimetreyi, baktığımı fark edip, bir an önce inmemi istercesine “10 lira versen yeter, çok sağol tekrar” dedi. Vedalaştık, indim…

Karanlık Perşembe Pazarı sokaklarından ofise doğru yürümeye başladım. Birkaç sene sonra adamcağız buralarda da karanlık sokak bulamayacaktı. Perşembe Pazarı da hızla, bulundukları sokakları parıl parıl aydınlatan otellerle doluyordu. Aslında ne de güzeldi gece karanlığında, sessiz, sakin Perşembe Pazarı sokakları, Bankalar Caddesi. Bu haliyle kalabalığı da uzaklaştırıyordu kendinden, gündüz halinin tam aksine. Sadece burası da değil, eskiden Beşiktaş da, Kadıköy de böyleydi, sessiz, karanlık, sakin, huzurlu.

İstanbul’un karanlık halini ne kadar özlediğimi fark ettim. Dilimizden düşürmediğimiz “Kent Dokusu”nun vazgeçilmez bir parçası değil miydi bu karanlık sokaklar. Bir bir aydınlanıyordu hepsi, akşam kepenklerini kapatıp sokağın karanlığına uyum sağlayan dükkanların yerine açılan kahvecilerle, barlarla, otellerle. Evet belki daha güvenli bir hal alıyordu bu ışıklar sayesinde ama güvenliği sağlaması gereken otel cephesi ya da kahveci tabelası ışığı mıydı? Güvenliği sağlaması gereken o şehrin kendi insanlarıydı. Bir şehri, bir ülkeyi sokak lambaları ile, otel, restoran, gökdelen ışıkları ile aydınlatamazdınız. Bir şehri ancak orada yaşayan, orayı seven, sahip çıkan insanlarla aydınlatabilirdiniz…

Bunları düşünürken ofise geldim, kapıyı açıp doğru tuvalete gittim. Bu kadar çiş muhabbetinden sonra benim de işemem gerekiyordu. Ama aklıma düşmüştü bir kere; artık karanlık giderek azalıyordu İstanbul’da. Yıldızları göremiyorduk, Boğaz’a ay ışığı düşmüyordu, güzelim mimari eserleri gece karanlığında göremiyorduk. Bir parçası daha eksiliyordu bu güzel şehrin. Elimi yıkarken aklıma taksici geldi tekrar, sahi nereye işeyecekti bu millet?

Etiketler

Bir yanıt yazın