Mimarlıkta Bir Kamusal Alan Var mı?

Kamu kararlarının, projelerinin eşitsizliği yeniden üretecek bir biçimde doğru veya yanlış diye tartışılması yerine mesleki alanda ifade özgürlüğü talep etmeliyiz.

Mimarlıkta bir kamusal alandan söz edebilir miyiz? Projeleri, tasarım kararlarını beğeniyoruz ya da beğenmiyoruz. Ama bu durumun bir kamusal alanın varlığına işaret ettiği söylenebilir mi? Örneğin Taksim’deki kışla projesi dışında başka hangi fikirlerin olabileceğini biliyor muyuz? Ya da Kabataş’taki martı projesinin dışında neler olabileceğini? Başka fikirlere, yaklaşımlara yönelik bir beklentimiz var mı? Yok. Bu projelere kamu yöneticilerinin karar vermesini yeterli görüyoruz. Oysa kamu yönetimlerinin aktif, meslek insanlarının pasif olduğu bir ilişki biçimi mesleki alanda bir kamusal alanı tanımlamaya yetmiyor.

Kamusal alan yokluğu, mesleki politikanın da yokluğu anlamına geliyor.

Bu durumda kamu kararlarının içeriğini oluşturan plan ve projeler doğru-yanlış, bilimsel-bilimsel değil gibi değerlendirmelere bağlı kalıyor. Öznelliklere açık olması gereken tasarım konusunun dış parametrelere bağlı kalınarak anlam kazanmasını modernleşmenin ilk aşamasında askeri tekniklerden devşirilen tekçi, nesnesini temsil edene dahil eden yöntemlerden kaldığını düşünüyorum.

Kabataş’taki martı projesini ele alalım örneğin. Önce ironik bir durum göze çarpıyor:

Her zaman olduğu gibi siyasal otorite ve mimar oturmuşlar, birlikte karar vermişler. Bu katılım modeli her zaman yürürlükte. Bu konuda kimsenin bir şüphesi yok.

Proje ihale ile elde edilmiş. Resmi sürece bakınca sanki soyut ve eşitlikçi bir hukuki işleyiş varmış gibi yapılıyor. Bunun böyle olmadığını, yapanlar da dahil, herkes biliyor. Bu işin resmi tarafı. Proje ortaya çıktıktan sonra, yani uygulama aşamasında, ilişkiyi perdeleyen bir başka mesele gündeme geliyor: Proje bu aşamada tartışılmaya başlanıyor.

Oysa olay bu gösterilen yerde, kamusal alanda değil, paralel bir alanda cereyan ediyor.

Sanki farklı fikirlerin sergilenme imkanı yaratılmış ve ifade özgürlüğü varmış gibi yapılıyor. Uzmanlar, meslek örgütleri de pozisyon alıyorlar. “Bu proje bilime aykırı” eleştirisinde olduğu gibi. Bilimsellik kriteri mimarlıkla ilgili bir kamusal niteliği tanımlamak için yeterli olabilir mi? Bu projeleri dayatan taraf da uzmanlığı böyle okuyor. Uzmanları kendi kamu yararını savunan bir sivil toplum kesimi gibi algılıyor. Eleştirileri engellemek ve meşruiyet krizini aşmak için şehirde gerçekleştirilen projelerin ve danışmanlık hizmetlerinin büyük bir bölümü bilim adına kendi kamu yararını temsil eden çıkar gruplarına veriliyor. Bu koalisyon içinde bu tekçi yaklaşım kendisini yeniden üretiliyor. Bu sayede şehir piyasa güçleri tarafından ele geçirilebilecek bir boşluk halini alıyor.

Projeleri “doğru” veya “yanlış” diye tartışmak da bu rejimin onaylanmasından ve yeniden üretilmesinden başka bir şey değil.

Mimarlık, şehircilik gibi temsil pratikleri, askeri tekniklerin türevleri de olsa, farklı bir mantıkla çalışır. Askeri rejimlerde tek ve mutlak bir temsil bulunur. Bu temsil edenin temsil ettiğini kendisine dahil etmesinin bir koşuludur. Otorite bu temsilin sorgulanmasını, kritik bir düşünceyle geliştirilmesini değil, yalnızca uygulanmasını amaçlar. Askeri alandaki temsil teknikleri bu yerine geçmenin en saf hali, hiyerarşik ve nesneleştiricidir. Mesleki alandaki bu kurumsal işleyiş doğrudan doğruya askeri yönetim tekniklerinin bir kalıntısı. Bu tekniklerle hazırlanan planların, projelerin kamusal bir nitelik üretmesi, şehrin mantığını kavraması, temsil etmesi mümkün değil. Yalnızca bir şiddet üretiyor. Kamusal alandan söz edebilmek için mimarlığın sivilleştirilmesi gerekiyor. Resmi alan ve piyasa olarak ikiye ayrılan mimarlık bir kamusal alan teşkil etmiyor. Tam tersine fragmantasyonu, farklılıkların oluştuğu sivil alanı dışlıyor ve anonim kalıplar arkasında gizlenmiş öznellikleri dayatıyor.

Kamusal aklın ele geçirilmesi. İşleyişte kamusal gibi gösterilen asla kamusal değildi, özeldi. Sovyetler’de de unutulan şey devlet aygıtının kendisiydi. O kimleri temsil ediyordu? Kendisini!

Sovyetler Birliği’nin çökmesine neden şey tam da buydu.

Son günlerde çok tartışılır oldu, şu liyakat meselesi. Gayrı maddi emeğin işleyişinde bir dengesizlik var, bu sorunu örtbas etmemek gerekiyor. Sanki öznelliklerden, ilişki ağlarından bağımsız bir kamu aklı var. Liyakat denen şey de bu aklı ölçmeye dayanıyor, kişiyi seçerken. Türkiye’de gayrı maddi emek sahiplerinin devlet imkanlarından yararlanması, diğerlerinin dışlanmasının yetenekle bir ilgisi yok. Bunu da herkes biliyor ve kabul ediyor. Bu yüzden gayrı maddi emek sahipleri arasındaki siyasal görünümlü mücadeleler bu temel sorunu örtbas etmeye yönelik.

Bunu gözlemlemek için projelerin tartışılma biçimine bakmak yeter. Her sorun, sanki ilk defa gerçekleşiyormuş gibi tek başına ele alınıyor. İşleyişin kendisi sorun edilmiyor.

Böyle olunca da “kim bu işi daha iyi yapar” yerine “kim bana daha iyi hizmet eder” diye düşünüyor yönetici.

Oysa çözümsüz bir problemle karşı karşıyaymışız gibi geliyor bana. Meseleyi bu kadar basit bir ölçmeye dayanan bir modele indirgemek yerine başka bir şey yapmak gerektiğini düşünüyorum. O da böyle bir ölçünün hiçbir zaman olmadığının bilincinde olmak. Nasıl bir sanat eserinin değeri parayla ölçülemez ise öyle.

Cumhuriyet rejimi, imparatorluğun modern devlet elitinin bir projesiydi. İdeolojiler, fikirler bir tarafa askeri tekniklerden türeyen modernleşmenin asimetrisini oluşturan devlet gücü bu elit tarafından yeniden üretiliyordu. Bu yüzden halkın desteğini alsa da, hiçbir siyasal dinamik bu gücün karşısında duramıyordu. Devlet yapısı bu mantığa göre kurumsallaştı. Siyaset ise bu elite kendisini kabul ettirmek zorundaydı. Bu durumda siyasetçilerin de bu elitin içinden çıkması kaçınılmazdı. Siyaset bu mantığın içinde oluştu. Karşılaştığı bu çözümsüz problemi (iktidar olamama) onu ele geçirerek çözmeye dayanan bir strateji geliştirdi.

Aslında bu model kısmen de olsa başarılı oldu. Neredeyse bürokrasiyi ele geçirdi. Ama kendisi de ona dönüştü, karşı tarafa geçti. Burada tartışılması gereken yalnızca siyasal taraflar değil, devlettir. Gözden uzak kalan şey devletin de kendisini temsil etmesidir. Siyaset aracılığıyla toplumun bir temsilinin oluşturulabileceği fikri ham bir hayal olduğu kadar komplike sorunlar yaratıyor ve sınıfsal meselenin üstünü örtüyor. Dengesiz (asimetrik) bir işleyişi yeniden üretiyor. Temsil sorunu örtbas edildiği ölçüde paralel işleyişler güçleniyor.

Bu nedenle kamu kararlarının, projelerinin eşitsizliği yeniden üretecek bir biçimde doğru veya yanlış diye tartışılması yerine mesleki alanda ifade özgürlüğü talep etmeliyiz. Özgürlük yalnızca meslek insanları için yaşamsal bir konu değildir. Başkalarının, halkın özgürlüğüdür.

Etiketler

Bir yanıt yazın