Bir Mimarlık Krallığı: Alvar Aalto, Finlandiya ve Ötesi

Uzun yıllar önce buralara ilk geldiğimde bir mimar arkadaşıma "Aalto bütün bu ülkenin mimarisi üzerine büyük bir battaniye örtmüş. Bunun altından zor kalkılır" demiştim.

Dünyanın bir ucunda, kuzeye doğru uzak bir kıyısında, Bataklıklar Ülkesi anlamına gelen ‘Suomi’ adında bir ülke varmış. Yüzde yetmişi yemyeşil olan bu diyarın insanlarından ormanı ya da adası olanlar çokmuş. Bizim oraların tersine kuzeyin insanı, istisnalar dışında genellikle sessizliği sever, çok da konuşmazmış. Yer gök kitapmış ve burada çok okunurmuş. Ülkenin eski ahalisi, tasarımcılar, özellikle de mimarlar hep birlikte yaşarmış. Niye mimarları ayırdın diyeceksiniz? Evet ayırdım. Daha yazının başında bilinçli olarak onları ön plana çıkarttım. Çünkü onlar bu krallıkta adeta ayrıcalıklı kişilermiş. Her yerde mimarlık, her yerde mimarlar, her yerde tasarım varmış. Ülkede bulunan üç mimarlık okulunun dışında kalan, krallığın bütün okullarında neredeyse ilkokuldan başlayarak mimarlık okutulurmuş. Tasarımla yatılır, tasarımla kalkılırmış ve bunlar yaşamın bir parçası olurmuş. Neredeyse her şey mimarlardan, tasarlayanlardan sorulurmuş. Sanki burada yaşayan herkes mimar olmuş çıkmış…

Mimarlık babadan ve anneden oğula ve kıza geçermiş. Ama bazı istisnalar dışında bu demokratik krallıkta bile mimar kadınlar erkeklerin gerisinde kalmış ya da erkeklerin hegemonyası yüzünden onların gerisinde bırakılmış. Ama çoğu kez erkek mimarların arkasında kadın mimarlar varmış. Kralın altında demokratik bir krallık parlamentosu varmış. Parlamento, krallığın kuruluşundan sonraki yıllarda hafif yüksekçe bir yerde inşa edilmiş. O zamanın belki de atmosferinden midir nedir, nedense otoriter bir mimari eğilimindeymiş. Yüzünü şimdiki Kiasma-Modern Sanatlar Müzesi, Helsinki Sanomat Binası, Müzik Merkezi ile tam karşısında yapımına yeni başlanan Merkez kitaplığı arasında yer alan Yurttaş Meydanı’na doğru dönmüş. Adını, ülkenin ünlü savaş kahramanı Maraşal Mannerheim’dan alan yolun hemen kenarından başlayan sayısız merdivenleriyle monumental kolonlarının altındaki girişe varılan parlamentoda, bugün olduğu gibi hep iki yüz milletvekili yer bulurmuş. Parlamento ülkenin yüzyıl önce her iki yanında bulunan komşu ülkelerin boyunduruğu altında yaşamaktan kurtulmanın, dünyanın uzak bir köşesindeki bu ülkenin bağımsızlığının sembolüymüş. Parlamenterler yine her dört yılda bir ve büyük çoğunlukla tabii ki mimarlardan seçilirmiş. Zaten parlamentoyu da o zamanlar buralarda çok tanınan Siren denilen bir mimar tasarlamış. Onun oğlu da, oğlunun eşi de mimarmış.


Finlandiya Evi (Fotoğraf: Hüseyin Yanar)


Finlandiya Evi (Fotoğraf: Hüseyin Yanar)


Finlandiya Evi (Fotoğraf: Hüseyin Yanar)

İşte bu mimarlık krallığının kurucusu, adeta kendinden öncekilerin öncüsü olan kral Alvar da mimarmış ve çok özel bir karaktermiş. Eski Fin Markka’sının banknotlarında bile onun resmi varmış bir zamanlar. Ülkedeki birkaç parti dışında bütün parti başkanları da mimarmış. Seçimlerde de bütün adaylar genellikle mimarlardan ya da babası ve annesi mimar olanların çocuklarından olurmuş. Yeşil Parti ve aşırı sol partinin mimarları daha farklı şeyler söyleseler de bütün kuralları koyan yine hep mimarlarmış. Yıllar içinde mimarlar öyle kurallar koymuşlar ki hemen hemen her şey tasarlanmış ve kurallarla standardize olmuş. Dolaplar, evler, caddeler, kentler, kaldırımlar, döşemeler, çöp kutuları, havaalanları, tren istasyonları, otobüsler, parklar, bahçeler, giysiler, ayakkabılar, şemsiyeler, radyolar, saatler, televizyonlar, koltuklar özellikle sandalyeler, vazolar, paralar, arabalar, renkler, buraların vazgeçilmezleri saunalar, sauna sonrası, normal zamanlarda, parti zamanlarında içilecek içkiler, sarhoşların köşe başlarında içki içecekleri yerler, mimarların siyah giysileri, kadınların makyajları, saç kesimleri bile kurallara bağlanmış. Lüterik dinlerinin özünde ve kiliselerde de görüldüğü gibi günlük yaşamda ve tasarımda da bazı istisnalar dışında her şey çok rasyonelleşmiş ve sadeliğe dayandırılmış, süslemelerden oldukça kaçınılırmış. O yüzden belki de ‘Less is more’ ve ‘minimalizm’ mimaride çok önemsenmiş. Kadınlarda aşırıya kaçmayan, tadında makyaj bile çok önemliymiş. Tabii binalar da yıllar içinde buradaki mimariye uyan biçimi ile genellikle bu anlayıştan ve makyajdan nasibini almış. Daha sonraları mimarlar ve halk protestolar yapıp büyük olaylar çıkartınca geri adım atılmış ama can alıcı ve pastel renklerin kullanımı, ‘Säläikkö’ yani yatay ve düşey ahşap çizgilerin, kafeslerin dışarıda ve içeride içeride nasıl tasarlanması gerektiği bile kurallara bağlanmış.

Kentleri, yerleşim birimlerini, binaları, yaz evlerini kucaklayan bu ülkenin doğası ise adeta bütün bu kuralların tersine çok daha özgürmüş ve doğal olarak bambaşka tasarlanmış. Geceleri, gündüzleri, neredeyse yazın bazı dönemlerinde batmayan güneşi, karı, buzu, soğuğu, buzda yapılan suya dalma sporu ‘Avanto’su, en uzun gecelerin akşamları, uçsuz bucaksız ormanları, bazen birbirinden geçilerek gidilen on binlerce gölü, dantel gibi ince ince oyulmuş girintili çıkıntılı kıyıları, kışın kentlerle deniz arasındaki sınırların yok olduğu, üzerinde gezilen, karşı adalara gidilen donmuş suları vs… Ama bu tasarım yukarıda anlattığım gibi bu krallığın ya da diğer yurt dışındaki mimarlık okullarında öğrenip öğrettiğimiz projeye, ön kabullere, kararlara dayalı tasarım ya da mimarlık gibi değilmiş. Spontane, hayatın içinden, her an değişen doğanın tasarımlarıymış. Ama bunun tam tersinde eğitim de giderek sadece tasarımla ve bu rasyonaliteyi destekleyen derslerle dolmuş, doldurulmuş. Yalnızlık dersleri de varmış. Tek başına olmak, yalnız yaşamak, ayakta kalmak, hatta özellikle hata yapmamayı öğrenmek çok önemliymiş. Zaten ülkenin yüzde kırkı, ellisi tek başına yaşarmış. Dansın, müziğin, güzel sanatların, sergilerin, tiyatronun, sinemanın yanında tasarım ve mimarlık, her yeri kaplamış. Çocuklar küçük yaşlarından itibaren tasarımla ve özellikle de mimarlık ile yaşamaya başlamışlar. Her yanı ile kurulmuş, adeta her yanı cilalanmış, her tarafı tasarlanmış bir dünya olmuş gitmiş sessizliğin vatanı, sessiz insanların krallığı Suomi.

Ülke giderek o zamanlar dalga dalga gelen modernizm akımının kalesi olmuş ve bu eğilimi çok benimsemiş. Uzun yıllar her yer beyaz küpler ve dikdörtgenlerden oluşan binalarla dolmuş. Bu prizmalar etraftaki inanılmaz doğa, uzun uzun ağaçlar, göller ve nehirlerle tasarım adına öyle müthiş kontrast yaratıyormuş ki herkes adeta bu tasarımlarla hipnotize olmuş ve aileler bu kutuların içinde yıllarca, nesillerce yaşayıp gitmişler, buna inanmış, inandırılmışlar. Bu kutular gezegeninde mimarlar nedense biraz da bu tasarım dünyasının geleneğine uygun hep siyah giyerlermiş. Renkli giyinen birileri olursa cezalandırılmazlarsa da kuralları bozduğu için pek de iyi gözle bakılmazmış. Mimari tasarlamalarda aykırı bir şeyler yapan olursa yetkililerce uyarılır hatta yetkileri elinden alınan bile olurmuş. Kısacası bu krallık, belki biraz da köşede kaldığından bu tip steril, pürüzsüz, mükemmel bir dünya olarak mimarlık dünyasının en prototip örneklerinden biri haline gelmiş.

Fakat bütün bunlara bir istisna yıllar önce ilk kral olan Alvar Aalto’nun yaptıklarıymış. Alvar çok romantik biriymiş. Soyadı gibi sanki dalgalar tasarlarmış. Bu krallıktaki bazı mimarlar gibi o da çok içermiş. Hem de ne içmek. Ama içtikçe de açılır, açıldıkça da çizer ve çizermiş. Eli çok kuvvetliymiş. Mimarlığı sevdirmek adına bazı günler tebaasını toplar topluluk önünde çizme seansları bile yaparmış. Bizim kanuna benzer, 39 telli geleneksel çalgı kantele müziği eşliğinde çizdikçe çizermiş. Ama laf aramızda, kaleminden bal akarmış. Kalın, yumuşak uçlu kurşun eskiz kalemlerini kullanmada ise bu evrenin gördüğü en büyük üstatlardan biriymiş. Hatta bir zamanlar onun çizgileri bütün dünyada meşhur olmuş ve geniş yankılar uyandırmış, her yerde sergilenmiş. Çizdikleri, insanların evlerine asılmış. Onun çizgileri ile uyanılırmış. Kafeler, sinema, tiyatro okul lobileri onun eskizleriyle, projeleriyle donatılmış. Ufuk açan projeleri, eskizleri için bütün dünyadan görmeye gelenlerle dolup taşan özel Aalto müzeleri açılmış. Adeta çizdiği her şey gelecek nesiller için saklanmış. Alvar sadece bu krallıkta değil farklı ülkelerdeki mimarları da geçmiş jenerasyonları da bir baştan bir başa peşinden koşturmuş, onlara ilham olmuş. Kral olmasına karşın kendi ülkesinde, nedendir bilinmez, belki de aşırı romantikliği ve de bazen dalgaları andıran duvarları ile modernizmin kutularının dışına çıkması ve onu zorlaması nedeni ile Alvar’a karşı olan da varmış. Hatta kendisinin tek adamlığına kızanlar bile varmış. Ama bunu diyenler o zamanlar seslerini pek çıkaramazlarmış. Kendisine çok da saygı duyulurmuş. Her yerde o varmış, her şey ondan sorulurmuş sanki ve çok da güçlüymüş. Diğer güçlülerle de arası iyiymiş. Farklı ölçeklerde beş yüzü aşkın proje yaptığı söyleniyor. Bunların üç yüzden fazlası inşa edilmiş. Ama bunun yanında, ünlü Artek mağazası serileri için yaptığı üç ya da dört ayaklı olan meşhur yuvarlak tabureleri, koltukları, dönen dalgalanan, yer değiştiren duvarları, lambaları, vazoları ve akıllara gelecek her şeyi tasarlamış sanırım bardak ve hatta sürahi tasarımı dışında. Onları da ilk eşi Aino’ya bırakmış olmalıymış. Ama Aino Aalto da kendine özgü tasarımlarıyla tanınmış. Aino ölünce Elisa ile ikinci defa evlenmiş. Krallık onun yaşamında adeta Alvar’ın çizgilerini ayağa kaldırıp binalaştırmak için dev bir şantiye alanına dönüşmüş.

Krallığının ilk zamanlarında Aalto ülkenin kuzeyinde, yukarılarda yaşamış. O zamanlar ustalık döneminden çok daha farklı binalar da yapmış. Ama kariyerindeki çok önemli bir kırılma noktası bu yarışmalar cennetinde kazandığı Paimio Tüberküloz Sanatoryumu yarışması olmuş. Bina 1933’te tamamlanmış. O zamanlar kendisine ofisinde belki de Aalto’ya hem o proje hem de ilerisi için çok ilham veren iki deneyimli çalışanı olduğundan söz edilirmiş.


Paimio Sanatoryum Binası

Başkente geldiğinde ise “Helsinki’de o zamanlar bana ancak bir tuvaleti tasarlamayı layık gördünüz” diyen kral (Erottaja’daki yolun ortasındaki metal kaplı üst geçitten merdivenlerle aşağıdaki kioskiye ve o zamanlar yer alan bir tuvalet mekanına inen yerde olan, bugün kapısı alt geçide açılan yerde) daha sonra başkentte ve hatta ülkenin birçok yerinde yeri göğü bugün hala kullanılan kendi binalarıyla doldurmuş. Ne yazık ki çok önemsediği, şimdiki Kiasman’ın olduğu yerden başlayıp denizi de içine alan önemli kent projelerinden biri olan Töölö Körfezi Projesi’nden sadece son yapıtlarından biri olan bembeyaz Finlandiya Evi inşa edilebilmiş. Ne üstünde insanların dolaşmasını hayal ettiği yelpaze şeklinde açılan, üzerinde bugün Steven Holl’un yaptığı Kiasma’nın olduğu platformları ne de su kıyısında düşündüğü büro binaları ve diğer yapıları gerçekleştirilmiş. Buna çok üzülmüş. Ama başkentin ortasında Stockmann alışveriş mağazasının karşısında  dev kemerleri ile eskiden muhteşem bir tiyatronun olduğu yerde, onun yıkılmasından sonra tasarladığı, özelikle de müthiş bir iç mekan olarak inşa ettiği, sanki yukarıdan buz parçalarını andıran ışıklıkların mekana daldığı Akateeminen Kitaplığı ve üst kattaki iç mekanın dikdörtgen dar kenarında yer alan Aalto Cafe ise adeta başkentin sokağının nabzını tutan yermiş. Hem herkes kitabını alır okur hem de adıyla anılan Aalto Cafe’de Kral Aalto bazen şarabını içer, sohbetinde çizgisini çizdikçe çizer krallığın sorunlarını, mimarlıkla ilgili düşüncelerini burada dostlarıyla, genç mimar adaylarıyla tartışırmış.


Akateeminen Kitaplığı

Şimdiki Aalto Üniversitesi ya da eski adıyla Helsinki Teknoloji Üniversitesi’ndeki Mimarlık Okulu’nun içinde bulunduğu kampüsün etrafındaki kapalı salonu, marketi, oyun sahasını, öğrenci yurtları ve diğer birçok binayı o tasarlamış ama nedense kendi çizdiği mimarlık fakültesinde- kral olmasına karşın- hocalık yapamamış ya da yaptırılmamış. Alvar bir istisnaymış. Ama ne gariptir ki kendinden sonra gelen iki başkan da minimalizmle alakası olmayan, modernizmi farklı yorumlayan, kendisi gibi farklı telden çalan mimarlar ya da krallar olmuş. Zaten neredeyse hiç kutu yapmayan, hele Alvar’dan sonra açılı, yamuk yumuk ya da eğrilen duvarları ve kesitleri ile Reima Petilä, Alvar Aalto’ya göre çok daha az sayıda bina yapmasına karşın projelerini birlikte yaptığı mimar eşi Raili ile birlikte fenomen haline gelmiş. Ama bu beyaz kutular ülkesinde halk onu da sevmesine karşın bazen açılı yamuk yumuk tasarımları meslektaşları arasında çok tepki çekmiş. Hatta “ben kendi ülkemde bir yabancıyım” diyerek kendi durumunu özetlemiş. Kutular onun döneminde de bu rasyonel ve minimal rejimde oldukça fazla ve revaçtaymış. Hatta bugün cumhurbaşkanların oturduğu evi de yüzlerce köşesi ve eğik duvarları ve minimalist olmayan anlayışı ile o tasarlamış eşi ile birlikte. Üçüncü ve son kral ise yine bu kutularla pek alakası olmayan bambaşka biriymiş. O da artık bugün ileri yaşlarındaymış. İşte bu kral Juha Leiviskä adeta duvarlarla dans eder, çektikçe çeker, uzattıkça onları yan yana uzatırmış. O da diğerleri gibi çok yarışma kazanmış. Öğrenciliğinde gidip gördüğü bizim Ayasofya’yı da çok sevmiş hatta onu hiç unutmamış. Mimarisini de diğer beslendiği kaynaklarla birlikte o uhrevi mekanın bu ülkedeki yorumlarına adamış. Diğer farklı yapıların dışında çok sayıda kilise binası yapmış. Saydığım bu üç eski kralın kendileri bu rasyonel dünyanın, bu düzenin başkaldırıcılarıymış belki de, ama krallıkta yaşayan mimarların, insanların çoğu geçerli sistemin, modernizmin dalgalarına kapılan rasyonelleri olmuşlar. Yine bir bakıma hem bu rasyonalist yaklaşımlar hem de bu üçlünün yine birbirinden farklı yaklaşımları bu tartışmalar arasına farklı kulvarlarda gelecek nesil için de gidilecek yolu göstermiş.

Aradan yıllar geçmiş. Krallar birbiri ardına gelmiş gitmiş. Bir ara ülkede toz bile kalmamış. Milletin çoğu tozsuzluktan ve mikropsuzluktan alerji hastası olmuş. Her yer daha da gıcır gıcır olan pürüzsüz, mükemmel bir tasarım dünyası haline gelmiş. Ama daha sonra kalabalık daha da artmış, herkes merkezlere özellikle de başkent Helsinki’ye taşınmak istemiş. İç ve dış göçlerle yeni gelen yabancılar da olmuş. Adanın artık kullanılmayan eski liman yarımadaları konutlarla, alta alta üst üste binalarla dolmaya başlamış. Hatta nüfus çok az olmasına karşın merkezlerde çok katlı binalar bile yapılmaya başlanmış. Sonunda gökdelenler işi çığırından çıkarmış. Dağları, yüksek tepeleri olmayan bu yatay dünyada, bu krallığın en büyük gücü demokratik olmanın sembolü yatay mimariye aykırı örnekler, doğanın hiçe sayılması ve hatta çok az da olsa böyle binaların hızla yükselmeye başlaması çok tepki çekmiş.

Ne olduysa bundan sonra olmuş. Bütün bu rasyonalite, her şeyin planlanması, adeta insanların robotlara, makinelere döndürülmesi, tek başına yaşam, yalnızlık, mimarlığın doğası, geleceği halkı düşündürmeye başlamış. Ülkeyi artık hiç umulmayan bir sınav bekliyormuş. İşte böyle bir dünyanın insan eliyle yapılmış, doğafaki organik tasarımların tam tersi yapılanmalara, kutulara tepkiler başlamış. Forumlar, tartışmalar, açık oturumlar derken halk mimarlara, bu mimarlık krallığına karşı ayaklanmış.

Protesto yürüyüşleri almış yürümüş. Başı da çeken sanatçılar, öğrenciler ve müzisyenler olmuş. Krallık yöneticileri, mimarlar odası ve mimarlık müzesi, Aalto Müzesi’nin ileri gelenleri protestoları göğüslemeye gayret etmişler ama iş neredeyse çığırından çıkacakmış. Ülkede hep huzur içinde yaşayan bu krallık, bağımsızlıklarını komşusu olan büyük bir dünya devletini dize getirerek kazanan bu krallık şimdi kendi içinde mimarlık, tasarım yüzünden birbirine düşmüş. Bunu yapanların hepsi liderleri ile birlikte, bu demokratik ülkenin krallığının uzak köşelerinden birindeki, kışın su donduğunda araçlarla ulaşılan küçük bir başka adaya sürülüp hapislere atılmasalar da mimarlığın özü, yaşamın içinde olma hali bütün bu aristokratik -adeta kara, siyah giysili biraz da o renksiz hali ile- tarafıyla korkutucu olan mimarlık dünyasında enine boyuna tartışmaya başlanılmış ve her şey bu krallardan yeni nesle bambaşka mesajlarla devredilmiş.

Sonu ne mi olmuş? Gerçekten bilmiyorum… Ama çok iyi bildiğim, burada uzun yıllar yaşadıktan, Aalto hakkında onu tanıyanlardan, onunla yan yana yaşayanlardan duyduklarımdan, okuduklarımdan sonra buraya gelmeden önce tanıdığım Aalto ile buraya geldikten sonra tanıdığım Aalto’nun farklı Aalto’lar olduğuydu. Ve bu yazı da işte bu gözle ve abartıyla, orasından burasından oldukça çekerek her ikisini de ileride birlikte yan yana getirme ve yazma isteğinin ilk eskiziydi, hem gerçek hem de hayal ürünü olarak. Gerçekle hayal zaten hep yan yana değil midir?

Uzun yıllar önce buralara ilk geldiğimde bir mimar arkadaşıma “Aalto bütün bu ülkenin mimarisi üzerine büyük bir battaniye örtmüş. Bunun altından zor kalkılır” demiştim. Aradan yaklaşık yirmi yıl geçmiş. Ama şimdi kendisinden sonra gelen jenerasyonlar o çok sevdikleri, 41 yıl önce kaybettikleri krallarının yaptıklarını bir bir adeta hepsini bir mücevher titizliği ile saygı duyarak korurken onun yıllar yılı üzerlerindeki gölgesi altından hızla uzaklaşmaya çalışmakta, hatta bazıları hala istemeden ya da isteyerek projelerinde bir şekilde onu yorumlamakta ya da adeta kendi yollarını aramaktadır art arda dünya piyasasına çıkan yepyeni mimarlar olarak.

Yazıyı son bir anekdotla bitiriyorum. Alvar’dan sonra onun yerine geçen Raima Pietilä (ve eşi Raili Pietilä) için yıllar önce ‘Okyanus Dalgalarını Çizmek’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Pietilä’ların evinde daha önce kaybedilen Fin dünyasının başka bir ustası Raima’yı da anarak çizdikleri ve yapıtları arasında sevgili eşi Raili ile oturup bir nevi röportaj yapmış ve Pietilälar’ın mimarilerini konuşmuştuk. Raili Aalto’dan sonra adeta onun yerini alan eşi, Raima’nın Aalto ile olan bir anısını anlatmıştı. Alvar Aalto o zamanlar kendisinden çok daha genç olan Raima Pietilä’nın yaptıklarını takip ediyordu. Onun ofisinde çalışmasını çok istemişti. Hatta haber bile göndermişti. Ama Raima kabul etmemişti. Raima’nın söylediği aynen şu olmuştu. “Büyük ağacın gölgesinde küçük fidanlar yetişmez” Ama aslında bu ülkede adı Alvar Aalto olan, hala her yerde olan öyle bir büyük ağaç vardı ki onun etrafında ya da gölgesinde olan Pietilä’ların, Leiviska’ların, Pallasmaa’ların ya da daha başka mimarların onun jenerasyonunun hemen arkasından yetişmesi de başka bir mucizeydi. Bir bakıma her farklı tarafı ile Kral Alvar’dan çok şey öğrenildi gelecek için, genç nesillere bırakmak için ve o iyi ki de vardı.

Notlar:

1- Finlandiyada ‘Akateemikko’ yani Akademisyen denilen sadece yaşayan tek bir mimara verilen bir devlet ödülü vardır. Bunun ilk sahibi Alvar Aalto olmuştur. Ondan sonraki Akateemikko Raima Pietilä’dır. Bu ödülün üçüncü yaşayan sahibi ise Juha Leiviskä’dır.

2- Alvar Aalto bugün doğdu ve 1976 yılında da aramızdan ayrıldı. Aalto’nun mimarlık dünyasına kattığı son binalardan biri olan Finlandiya Evi’nin ikinci kanadı 1975’te bitti. Bu onun özel bir binası. Oturduğum yere oldukça yakın olan Finlandiya Evi’nin farklı zamanlarda önünden geçerken çektiğim ve adeta Aalto ile selamlaştığım spontane resimleri de bu metine eşlik ediyor renkli ışıkları ile.

Etiketler

1 Yorum

  • ahmet-turan-koksal says:

    Kralı ancak eli kuvvetli (kalemi ve söz söyleme yazması kuvvetli) biri bu şekilde masalsı anlatırdı ki, anlatmış.

    Hüseyin Abi, bize böyle dingin ama bilgi dolu bir yazı tattırdı.
    Oh be!

Bir yanıt yazın