Ulusal Yarışmalarda Genç İsimler

Son yıllarda oldukça genç yaşlarına rağmen ulusal mimarlık yarışmalarında ipi göğüsleyen genç mimarları yakından tanımak, güncel konulara yaklaşımlarını ve ileriye dönük hedeflerini öğrenmek için Arkitera Mimarlık Merkezi'nde buluştuk.

Gül Keskin: Öğrencilik döneminizden beri çeşitli yarışmalara katılıyorsunuz. Yarışmalara katılırken size nasıl bir katkı sağlayacağını düşünüyordunuz? Meslek hayatınızı sadece tasarım ofisleriyle birlikte çalışarak da devam ettirebilirdiniz…

Ozan Özdilek: Mezun olmadan önce yarışmalar hakkındaki düşüncelerimiz farklıydı. O dönemde “Daha çok proje üretelim, fikirlerimizi ortaya koyalım” diye düşünüyorduk. Para kazanmak ya da duyulmaktan öte işin entelektüel boyutu daha ağırlıklıydı. Para ve duyulmanın da bir nebze olsun katkısı olmadı değil ama oranları düşüktü. Mezuniyetten sonra ise bir yerde çalışıyorduk, yarışmaları iş ile birlikte yürütmek çok zor oldu. Sonrasında daha çok bağımsız olma fikrine odaklandık, sonrasında yarışmalara bu fikri sürdürebilmek adına katıldık.

Erhan Vural: Şu anda yarışmalara girdiğimiz ekip, öğrencilik döneminde de arkadaş grubumuzdu. Biz zaten öğrenciliğe harcadığımız zamanın dışında da mimarlıkla yakından ilgilenen insanlardık. Başlangıçta 8-9 arkadaş hep birlikte böyle bir oluşum içine girelim ve hem yurtdışında, hem Türkiye’deki yarışma piyasasında neler yapıldığını, yarışma sürecinin insana neler kattığını, insanların fikirlerini nasıl savunduğunu, nasıl ortaya koyduğunu görelim dedik. Daha sonra insanların kendi özverilerinden kaynaklanan nedenlerle bu sayı gitgide düştü ve bu işle gerçekten ilgilenen 4 kişi kaldık. Yarışmalar, Ozan’ın da dediği gibi, entelektüel süreci, yani bizim okul projeleri dışındaki üretimimizi kendi açımızdan gördüğümüz, kendimizi bir şekilde sınamamızı sağlayan bir süreç oldu. İsimlerimizin duyulması, ekonomik olarak ve motivasyon anlamında katkı sağlaması sonradan geldi.

Yarışmaların, mezun olduktan sonra en büyük katkısı iş almayı profesyonel ortamda daha olanaklı hale getirmesi. İnsanın kendi fikirleri ve kendi özgürlüğüyle piyasada bulunma isteği tabii ki her mimarın isteyeceği bir şey. Biz de bu sebeplerden yola çıktık, zaten o yarışma geleneğine de alışmıştık. Öğrencilik sürecinde 9-10 tane yarışma projesi yaptıktan sonra bu bir şekilde insanda bağımlılık haline geliyor, yani öğrencilik bitince yarışma da bitmiyor. Üstelik profesyonel hayatta artı bir heyecana giriyorsunuz. O heyecanın dışında maddi getirileri olması, isminizin duyulması, önceden dört gözle takip ettiğiniz insanlarla artık birlikte yarışıyor olmanız insanı motive eden şeyler.

Orhan Ersan: Biz, Deniz (Dokgöz) ve Ferhat (Hacıalibeyoğlu) ile aynı evde kalıyorduk. Ben yüksek lisans yapıyordum, dışarıda çalışıyordum. Onlar da okulda hem doktoralarını yapıyorlardı, hem asistanlık yapıyorlardı. Önce evde çeşitli konular üstüne tartışmaya, konuşmaya başladık ama bunu ev ortamında kotaramadığımıızı gördük ve küçük bir büro tuttuk. Burası ilk etapta sırf yarışmalara katılmak için tuttuğumuz bir yerdi, sonra baktık ki yarışmaların bir maliyeti var. Hani oyuncular önce dizilerde rol alıyor sonra para kazanıp sinema filmi yapıyorlar ya, çünkü ideallerinde sinema var… Bizim de idealimizde yarışma vardı. Bunun için görselleştirme de yaptık, elle çizilen projeyi bilgisayara da aktardık, yani aklınıza yapılabilecek ne geliyorsa hepsini yaptık. Sonra o parayla yarışmaya girdik.

Bir de baktığınızda Türkiye’de böyle bir gelenek var. Behruz Çinici mesela 25 yaşında yarışma kazanmış. Bizim profesyonel hayata atılabilmemiz için tek yolumuz bu. İzmir gibi bir yerde yarışmacı büro yok, mimarlığınızı geliştirebileceğiniz büro sayısı da 3-4 tane. Ben İzmir’de de, dışarıda da çalıştım ama çalıştığım hiçbir yerde ciddi deneysel bir tasarım süreci yaşayamadım. İstanbul’da olsaydık farklı olurdu bizim için. Yarışmaya ilk etapta mimarlığımızı geliştirmek, deneysel olunabilecek durumlara yaklaşmak amacıyla katıldık.

GK: Birincilik kazandığınız yarışmalar var ki bu da diğer bir deyişle projelerinizin uygulanması demek. Uygulama da deneyim gerektiren, kimi zaman koşullarınızı değiştirmenize neden olabilecek bir süreç. Ofis açmak veya mevcut ofisi büyütmek gerekebiliyor. Uygulama konusunda kendinizi yeterli görüyor musunuz? Şimdiye kadar böyle bir durumla karşı karşıya kaldınız mı?

EV: Her yarışmaya girerken insanın kafasında birincilik hayali oluyor. Bununla birlikte özellikle profesyonel yarışmalarda uygulama konusu kafanızın içinde sürekli gidip geliyor. Başlangıçta becerebilir miyiz, ekibe şu arkadaşı da dahil ederiz, bu konuda bilgili kişilerden yardım alırız belki ortak çalışırız diye düşünüyorsunuz. Sonuçta kendiniz o işin altından kalkamasanız bile önemli olan o sürece girmek. Sürece girdikten sonra insan bunu da bir şekilde yapacaktır. Jürinin güvenmesinden öte insanın kendisine güvenip o sürece girip, süreci yaşayıp -çünkü her şeyin bir ilki var- sürecin sonrasını öğrenmesi gerekiyor. Şu anda “Bir yarışmada birinci olduğunuzda direkt uygulama yapabilecek cesaretiniz var mı?” derseniz, bundan önceki yarışmalardan bu yana sürekli artıyor cesaretimiz derim. Mesela ilk yarışmada yapabileceğimize yönelik bu cesaret %20 ise şu anda % 60-70’lerde. %100 kimse yapabilirim diyemez.

OÖ: Aslında uygulama işin bilinmeyen, mimarlığın dışındaki ilişkilerle ilgili tarafı. O kısımda henüz hiç tecrübemiz yok diyebilirim. Ama tabii işi bildiğin zaman onlar da beraberinde gelebilecek, hep eklenecek şeyler. O yüzden uygulama konusunda hiçbir problem yaşayacağımızı düşünmüyorum.

OE: Biz uygulama tecrübesini ilk kez, 2005 yılında Pendik Belediyesi Hizmet Binası Yarışması’nda kazandığımız birincilikten sonra yaşadık. Projeyi, idare hiç sevmemişti, kötünün iyisi dediler. Oraya gittiğimizde hiç beklemediğimiz bir anda fiyat konuşmaya başladılar. Şunu söyleyebilirim, birinciliği aldığınızda süreci bilen insanlarla görüşüyorsunuz, daha önce yarışmayla iş yapmış birkaç isim yardımcı olabiliyor ya da varsa çevrenizdeki arkadaşlarınız. Biz mesela Mimarlar Odası İzmir Şubesi Başkanı Tamer Başbuğ ve daha önce ödül almış arkadaşlarımızla konuştuk. Önemli olan oraya gittiğinizde duruşunuzu sergilemeniz, mimarlıktan yana tavrınızı koymanız. Emeğinizin karşılığınızda hak ettiğiniz bir fiyat var, o hakkınızı almak için uğraşmalısınız. Yarışmadan birincilik alabilecek kadar potansiyeli olan bir ekip/mimar gerekeni yapar zaten.

GK: Yarışmalarda verilen ödüllerin bir kısmı vergi olarak devlet tarafından geri alınıyor, bazen şartnamelerde buna ilişkin bir açıklamaya da yer verilmemiş oluyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz, yaşadığınız bir tecrübe var mı?

EV: Biz bunu Adana Ziyapaşa yarışmasında yaşadık. O zamana kadar böyle bir kesintinin olabileceğini bilmiyorduk çünkü şartnamede “Net ödenecektir” yazıyor. Fakat ödenen miktar, ödülle örtüşmüyordu. Bunu sonradan araştırıyorsunuz, jüri üyeleriyle konuşuyorsunuz, önceden ödül almış büyüklerimizle konuştuk, onlar da “İki şey vardır dediler; bir, %17’si gelir vergisi olarak kesilebilir veya iki, %5’ini Mimarlar Odası kesebilir. Bizden kesilen %17’ydi. Fakat şartnamede %5 oranında sadece Oda tarafından kesilebilir yazıyordu. Daha sonra biz Adana Belediyesi ve Mimarlar Odası ile telefon görüşmeleri yaptık. İstanbul’daki yarışmacı arkadaşlarla birlikte ortak karar aldık, “Şartnameye aykırı, hukuki yola başvururuz” dedik. Adana Büyükşehir Belediyesi bir yanlışlık olduğunun farkına varıp fazladan kesilen kısmı geri ödedi.

OE: Yani ödül miktarının şartnamede kesintiden sonra alınacak miktar olarak yazılması gerekiyor, vergi sistemiyle alakalı bir problem. Ama sonrasındaki süreçte şöyle bir şey de var, mesela siz birinci oldunuz, işi aldınız, sizden teminat istiyorlar. O teminatı verecek paranız olmuyor. Bankaya gidip belli bir miktar parayı orada bloke ediyorsunuz. Biz mesela bu konuda çok sıkıntı yaşadık. Bankalar teminatı vermek istemiyorlar, kredi çekelim diyorsunuz ama ikinci etapta yine bu sıkıntılar devam ediyor. Eğer serbest meslek makbuzu kesiyorsanız çok daha fazla vergi ödüyorsunuz. Onları da tabii biz bilmiyorduk. Şu anda çok fazla vergi ödüyoruz, tabii sözleşme imzaladıktan sonra şirketi de değiştiremiyorsunuz. Şimdi ikinci yarışma için hemen bir limitet şirket kurmayı düşünüyoruz. Bunları da bilmek gerekiyor ne yazık ki. Mimarlık için sadece mimarlıkla ilgileneyim demekle olmuyor.

GK: Yarışma öncesinde nasıl organize oluyorsunuz? Farklı disiplinlerden kişilerin ekibe katılımı nasıl sağlanıyor?

OE: Valla burada yalan söylemeye gerek yok bütün mühendislik raporlarını ben yazıyorum. En azından daha iyi yazdığımı düşünüyorum. Yani vardır iyi elektrik mühendisi tabii ama biz bulamadık. Yarışma süreci çok sıkıntılı oluyor, o süreçte gelip gidemiyorlar. Ben bütün elektrik mühendisliği raporlarını okuyorum. Bir de uygulama projesi çizdiğim için ana kararları da biliyorum. Bir makine mühendisi, örneğin ısıtma-soğutma kararlarını artık ben söylüyorum neredeyse. Yani ben yazıyorum, sonra biraz düzeltebilir miyiz, ne ekleyebiliriz diye bakıyoruz. Yapacak bir şey yok.

: Bunlar yarışma sürecinin en sonunda gerekliymiş diye ekleniyor. Jürinin bakışı da böyle oluyor genellikle. Öğrenci yarışmalarında da öyle olmuştu, hesap istiyorlar ama istediklerini değerlendirme kriterlerinin içine katamıyorlar. Bu sonuna bir ek oluyor. Bu yüzden en sona bıraktığımızda yetiştirelim, biz yazalım diyoruz. Beyoğlu Yarışması’nda İnşaat Mühendisleri Odası’na kayıtlı bir kişinin ekipte yer alması gerekiyordu. İnşaat mühendisleriyle beraber çalıştıktan sonra da sonuçta onlara emeklerinin hakkını vermek gerekiyor. Bu aşamada ödenebilecek bir şey değil çünkü bağımsız çalışıyoruz. Biz kendi hakkımızı ödeyebilmiş değiliz zaten. Mühendislik hizmetlerine bakış sonuçta bir teklif projesi için zor oluyor.

EV: Aslında çalışma metodolojisi olarak biz birlikte çalışmayı istiyoruz fakat beceremiyoruz. Mesela son Fethiye ve Beyoğlu yarışmalarında inşaat mühendisleriyle birlikte çalışabildik ama bir tanesiyle uzaktan, sanal olarak çalıştık. Diğerleriyle Beyoğlu’nda ortak birebir çalıştık. Onlar bize çözüm gösteriyorlar fakat onların da kendi işleri olduğu için sizin kadar yarışmaya bağlı olamıyor, sizin kadar gönül koymuş olamıyorlar. Sonuçta raporu yine kendiniz yazıyorsunuz. Proje üzerinde birlikte çalışsanız da özellikle mekanik ve elektrik konusunda rapor yazacak mühendis bulamıyorsunuz. Statikte birlikte çalışıyorsunuz ama rapor yine size kalıyor.

OE: Şunu da eklemek lazım, siz nasıl kendinizi geliştiriyorsanız, araştırıyorsanız mimarlık anlamında, onların da bunu yapan ekiplerden olması lazım. Mesela bir makina mühendisinin özellikle uygulama projesinde çok büyük payı var. Statikçilerden çok makina mühendisi ısıtma, havalandırma konusunda çok daha önemli. Çünkü değişik sistemler var, onları bilen adamları bulmak lazım en başta. İkincisi, bu insanların mimari tasarımdan anlaması lazım. Bir de kollektif çalışabilmek için zamanlarının olması lazım. Ama bunların üçünü bir arada ne yazık ki bulamıyorsunuz.

GK: Projelerin tasarım aşaması nasıl bir sistemle ilerliyor? Öncelikle model üstünde çalışıp sonrasında plan detaylarına mı geçiyorsunuz ya da tam tersi?

OÖ: Aslında önce elimize kağıt kalem almadan uzun bir tartışma süreci geçiriyoruz. O süreçte sonuçta hangi koşullar altında mimari ya da kentsel tasarım yapacağımız hakkında kafamızda bir görsel şekilleniyor. Sonra onun üzerinde hiçbir şey çizmeden mimari fikirler, yaşantıya yönelik fikirler üretmeye çalışıyoruz. Bir de 4 kişi olduğumuz için, birbirimize göre fikirlerimiz çok çatışıyor ve ortak paydada buluşabileceğimiz sistemler üretmek bizim için önemli. Öbür türlü benim o mekana bakışımla ekip arkadaşımın bakışı çok farklı olduğu için çizilmiş şeyler üzerinden ortada buluşamıyoruz. O yüzden ikimizin de aynı belirli tasarım sistemleri üretmesi gerekiyor ki onlar üzerinden tasarladığımız şeyler birbirine benzesin, birbirine yakışabilsin, uzlaşabilsin. Bizim ekip çalışmamız ve tasarım sürecine bakışımız genelde böyle oluyor.

EV: Bir de dört kişi olduğumuz için iş bölümü daha rahat oluyor. İki kişi veya bir kişi iki boyut üzerinden, eskiz üzerinden devam ederken, o arada diğerleri üç boyutlu modelleri, altlıkları hazırlıyor. Daha sonra onları çakıştırıyoruz, neresi ne olabilir dijital ortamda onları görmeye çalışıyoruz. Fakat maket yine en sona kalıyor. Çünkü o süreç bizim eğitim sistemimizde biraz eksik, maketi en son jüride yapardık, biraz da ondan kaynaklanan bir anlayış var galiba bizde. Model üzerinden yani sanal ortamda görerek ilerliyoruz. Legodan maket yapıyoruz. Hem ekonomik hem de derli toplu.

OÖ: Bir de maketle tasarım yapabilmek için ciddi bir alana ihtiyacınız var, çünkü her şey birbirine giriyor. Çünkü yaptığınız maket reel bir şey, sanal bir şey üstünde çalışmıyorsunuz. Bu yüzden maket biraz zor oluyor.

OE: Biz önce bir leke çalışması yapıyoruz. Elimizde bir şartname var onun verdiği çevresel veriler var. Ondan sonra hemen onu üç boyutlu hale getiriyoruz. Yani çok kaba bir model yapıyoruz. Ondan sonra o üç boyutlu modelin şekliyle, verdiğimiz kararları zedelemeden plan çözümlerini öneriyoruz. Tabii bu da zamanla oluşuyor. Mesela bazen yaptığımız bir leke metrekarelerle uyuşmayabiliyor. Şartnameyi iyi özümsediyseniz, araziyi iyi anladıysanız, zamanla o da şıp diye oturuyor. Ama ilk yarışmalarda mesela çok güzel üç boyutlularını yaptığımız, çok beğendiğimiz bir yapı, sonradan şartnamenin gereklerini yerine getirmiyor diye tekrar elden geçirmek zorunda kalabiliyoruz.

GK: Yarışmalarda daha iyi çalıştığınızı, daha iyi verim aldığınızı düşündüğünüz bir alan var mı? Tek bina ölçeği, kentsel tasarım vb.

OÖ: Bu tabii tecrübemizle ilgili. Sonuçta bina ölçeğinde de fikir üretmek gibi bir konuma geliyoruz ve üretiyoruz. Kentsel ölçekte de aynı şeyler karşımıza çıkıyor. Bina ölçeğine geldiğimiz zaman aramızdaki grup ilişkilerinden dolayı fikirlerimiz, mekan anlayışlarımız çatışabiliyor. Kentsel ölçekte belirli sistemler üretip onları daha rahat kavrayabiliyoruz. O yüzden bana şu an kentsel ölçekte biraz daha iyiyiz gibi geliyor. Ama yapı ölçeğinde de bunu pekiştirebiliriz, bu konuda da tecrübe edinmeye başladık.

OE: Biz bir tane kentsel tasarım yarışmasına girdik. Anladık ki kentsel tasarımda iyi değiliz, tam tersine biz daha çok kamu yapılarıyla haşır neşir olduk. Kentsel tasarımda akademik eğitim anlamında eksiklerimiz var. Kentsel tasarım Türkiye’de de çok oturmuş değil. Ne olduğu anlaşılalı 10 sene oluyor. Türkiye’de de kentsel dönüşüm diye bir takım şeyler yapılıyor ki bu da anlaşılmadığının bir göstergesi. Yapı ölçeğinde konuya daha hakimiz, bizim ekip de kamu yapılarında kendini gösterdi.

GK: Yarışmaların sonuçlanmasının ardından birinci seçilen projelerin yönetimsel ve maddi sorunlar nedeniyle çoğu zaman uygulanamadığını görüyoruz. Bu sizin şevkinizi kırıyor mu?

EV: Bu tabii ki moral bozucu bir etken. Yarışmalar, iş alabilmek ve uygulayabilmek için genç mimarlara sunulan bir fırsattır. Fakat kültür merkezi diye açılan bir yarışmanın temel aşamasında bırakılıp sonra hastane olarak ortaya çıkması pek hoş bir durum değil. Bunları yarışmacı abilerimizden ablalarımızdan çok duyduk. “Biz yapıyorduk, bütün uygulama projelerini çizdik, sonra temel aşamasında belediye yönetimi değişti, kültür merkeziyken hastane oldu” gibi. Bunları görünce insan birincilikten ve o strese girmekten kaçıp, ikinci olmak için çalışmak istiyor. Çünkü ikincilik kazanıp, başka bir yarışmaya girebiliyorsunuz. Öteki türlü, birinci olduğunuz zaman onu uygulamak için vakit harcıyorsunuz, o sıradaki yarışmaları da kaçırıyorsunuz. Uygulamasını çizdiğiniz şey uygulanmıyor, moral bozucu bir şey.

OE: Mimarlık kültür meselesi. Mimarlık kültürü olan bir kurumla çalışırsanız hiçbir problem yaşamazsınız. Onlar da zaten binayı inşa etmek için yarışmayı açıyorlardır. Belediyeler bundan yoksun. Isparta’da Selim Velioğlu’nun bir yapısı var, öylece kaldı. Selim Velioğlu, İçişleri Bakanlığı’na kadar şikayette bulundu. Benzer şekilde Bünyamin Derman’ın Karşıyaka Belediyesi Hizmet Binası hastane oldu. Ben mesela birinci olduğum projeyi çizerken yapılacak mı, yapılmayacak mı, uygulanacak mı, boşuna mı çiziyorum diye düşünmek istemem. Moral bozucu bir şey bu. Kabası bile bittikten sonra değişebiliyor. Yapabileceğiniz tek şey, bunu yasayla, arazinin mimarın telifinde olduğunu ve değiştirilemez olduğunu belirlemektir. O bina oraya yapılacak ya da başka bir şey yapılırsa mimara sorulacak, mimar izin vermezse de yapılamayacak. Aslında bu yasayla sağlanan bir durum ama belediye başkanları yine bildiklerini okuyorlar. Dava açanlar da, mesela Mehmet Kütükçüoğlu, Bandırma Cin Çukuru’nda birinci olmuştu… Şimdi orada belediye başka bir şey yapıyor. Açtığı dava sonuçlanacak, maddi bir şey ona ödenecek, sonra yine yapılacak çünkü çok büyük bir rant.

OÖ: Orada çok büyük bir rant dönüyorsa, örnek üzerinden söylüyorum, mimar o rantı besleyemiyorsa aslında iğneyi biraz kendimize batırmamız gerekiyor. Yani rantı beslemek anlamında söylemiyorum ama sonuçta bu ülkenin koşulları böyle, bir şekilde hem onları değiştirmeye çalışacak hem de onlara uyum sağlayacak bir konuma gelmemiz gerekiyor.

GK: Yurtdışından ya da yurtiçinden feyzaldığınız mimarlar var mı?

OE: Gerçekten zor bir soru. Bizi daha çok yarışma besliyor. Yarışmada birinci olan projede iyi bir fikir varsa, diğerlerinden farklılaşmışsa, mimarı kim olursa olsun o bize daha çok ilham veriyor. İzmir’de tanıdığımız, beraber proje yaptığımız, yarışmaya giren çok mimar yok. Daha yeni iki üç ekibiz, başka arkadaşlar da yarışmaya girmeye başladılar. Mesela Türkiye’de Bünyamin Derman’ı projelerini takip ediyoruz ve seviyoruz. İzmir’e geldiğinde hiçbir sunumunu kaçırmıyoruz. Onun dışında da pek yok. Kendi yaşıtlarımızdan yarışmaya katılma disiplinini beğendiğimiz kişiler de var.

EV: Biz yurtiçinde ve yurtdışında gerek bizim yaşıtımız olsun gerek büyüklerimiz olsun bütün yarışmacı mimarları takip etmeye çalışıyoruz, onlardan öğrenciliğimizden beri feyzalıyoruz. Böyle baktığımız insanlarla şu anda yarışır konumdayız, bizim için önemli olan bu. Her yarışmanın içindeki rekabet insanı besliyor.

OÖ: Yine de isimler değil de ürünler odaklı bir öykünme olması benim için biraz daha gerçekçi. Çünkü isimler aslında sürekli değişiyor.

GK: Eğitim sürecinizde akademisyenlerin sizi yarışmalar için teşvik ettiği oldu mu? Mesela yarışmalardan nasıl haberdar oluyordunuz?

OÖ: Okul koşullarının fakir olması bile sizi iyi etkileyebiliyor, bu bir olumsuzluk olarak dönmeyebilir. Onun dışında böyle de bir ortam var deyip oraya gitmek bir tecrübe oluşturabiliyor. Ben okulumdan memnunum. Eğitim hayatım boyunca hocalarımla, akademisyenlerle tasarım konusunda fikirlerim uyuşmasa bile onlara bir şekilde kabul ettirmeye çalıştım. Bunun eğitim süreci açısından iyi bir deneyim olduğunu düşünüyorum. Onların ille de çok iyi tasarımcılar olmalarını beklemiyorum ki aralarında iyi tasarımcılar da var.

EV: Okulda akademisyenlerin birebir bakın şu yarışmaya girin, iyidir, demesi söz konusu değildi. Biz koridorlara asılan afişlerden başka bir şey görmüyorduk. Okulda da yine sizin döneminizden veya sizden bir üst dönemden yarışmaya giren öğrenciler birbirine örnek oluyor, rekabet ortamını yaratıyor. Mesela Yıldız Teknik Üniversitesi’nde dört senedir bu şekilde. Ekip arkadaşımız Gökhan (Kodalak), ekibimizden ilk ödül kazanan kişiydi. S.O.S İstanbul Yarışması’nda ödül almıştı. Daha sonra biz niye yapmayalım dedik ve biz de katıldık sonra ödül aldık. Yani akademisyenlerden çok öğrenciler kendi aralarında rekabeti ve teşviki yaratıyorlar.

OÖ: Bir de şunu ekleyeyim, ben öğrenim hayatım boyunca ne öğrendiysem aslında arkadaşlarımdan öğrendim. Çünkü onlarla daha yakınsınız birbirinize. Sürekli tartışabileceğiniz, sürekli bir şey sorabileceğiniz, kötü de olsa bir cevap alabileceğiniz kişiler. O bakımdan benim için daha önemli.

OE: Ben tek bir cümleyle “Hayır, teşvik etmediler” diyeceğim. Çünkü kendileri de yarışmaya girmiyorlardı, bilmiyorlar da bence. Ben yüksek lisansımı başka bir üniversitede yaptım. İki üniversite için de bu geçerli. Ama şu anda benim ortaklarım Deniz (Dokgöz) ile Ferhat (Hacıalibeyoğlu), Dokuz Eylül Üniversitesi’nde asistanlar. Onlar öğrencilerini teşvik ediyorlar. Herhangi bir şey için kapılarını açıp soru sorabiliyorlar. Onlar teşvik ettiler, Dokuz Eylül de son öğrenci yarışmalarında bunun ürünlerini almaya başladı. Hepsi tabii onların elinde değil ama ödül alınca diğerleri de yarışmaya girmeye başlıyor. Ben okurken öyle bir teşvik görmedim.

GK: HSBC Barış ve Dostluk Heykeli Yarışması’nda finalistliğiniz var. Bu sonuçta biraz daha sanata yakın duran bir yarışma. Bundan biraz bahseder misiniz?

OE: Biz Kemal Türkler Anıt Mezar Yarışması’na girmiştik. HSBC o kadar duyulmadı. Bir heykeltıraşın atölyesine giden bir arkadaşım var, o söylemişti yarışmayı. Jürisinde İhsan Bilgin’le Hasan Mingü vardı. Jüride mimar olunca siz de, benim yaptığımı anlayabilecek birileri var diye düşünüyorsunuz. Yaklaşık 150 kişilik ciddi bir katılım olmuş. Yarışma herkesin katılımına açıktı, herhangi bir disiplinden olmak gerekmiyordu. Şartnamesini aldık. A3 öneri gönderiyorsunuz. İlk etapta onları seçiyorlar. Sonra ikinci etapta 1/10 maket ve daha detaylı çalışmalar istiyorlar. Kemal Türkler Yarışması’yla ilgili çalışmamız biz pratik kazandırdı, biraz araştırma ve inceleme şansımız oldu. Zaten yarışmaların kazandırdığı en önemli şey de bu. Birincisinde olmazsa ikincisinde o bilgi birikiminizi kullanabiliyorsunuz.

GK: Adana Ziyapaşa Mahallesi Mimar Sinan Parkı Kesimi Kentsel Tasarım Yarışması’ndan sonra özellikle bu konuda biraz daha tecrübeli olanlar, “Bu çocuklar bu fikirleri nasıl uygulayacaklar” dediler. Kolokyumda da bununla ilgili eleştiri aldınız bildiğim kadarıyla. Projeyi tasarlarken ne düşünmüştünüz? Eleştirilerin size geri dönüşümü nasıl oldu?

EV: Bizim için Ziyapaşa çok zorlu bir süreçti, o dönemde ofiste çalışıyorduk, arada kalan zamanda yarışmayı yapıyorduk. Zamanı çok iyi değerlendirebilmemiz için o ilk etaptaki tartışma sürecinin çok verimli geçmesi gerekiyordu. Orada aldığımız kararların üçümüz için de en kısa zamanda alınmış en doğru kararlar olması gerekiyordu. Öyle de oldu bizce. Yarışma sürecinde en son ana kadar getirdiğimiz bir fikir bile değişebilme potansiyeline sahipti. Mesela son gece yaptığımız bir değişiklik belki bize o ödülü aldırdı. Yolun yeraltına alınması, peyzajın içeri bağlanması gibi kararların hepsi biraz radikal gibi gözükse de aslında birçok yarışmada uygulanan ama belki de bir arada gözükmeyen şeylerdi. O yarışma için bize söylenen şey, “Bu tamamıyla bitmiş bir proje değil, hatta kentsel tasarım olarak o bölgenin gelişimi için yeni doğmuş bir bebek gibi” ydi ki hakikaten de öyleydi. Biz her şeyi kendi üslubumuzla tasarlamaktan öte belli tasarım kriterleri getirip o koşullarda tasarım yapılması gerektiğini savunmaya çalıştık.

OÖ: Aslında projenin uygulama açısından yapı stoğu çok fazlaydı. O bölgeye belki yoğun dokusu nedeniyle biraz ağır gelebilirdi. Onun dışında belli sistemde yapılardı, bir problem yoktu. Hatta diğer ödül alan projelerin yanında yolu aşağı aldığı bölge açısından daha az maliyetliydi. Orada radikal olarak gözüken plandaki bu kararlar olabilir, onlar tam Alman mimarisi. Onun dışında uygulama açısından bir problem görmüyorum.

EV: Otoparkımız yok diye bizi çok eleştirdiler, ki vardı. Eleştiren arkadaşlarımız incelememişler projeyi. Sadece planları yoktu çünkü bodrum kat planı istemiyorlardı teslimde. Biz yeraltına koymuştuk otoparkı, onu koyacak paftamız yoktu, pafta sayısı da sınırlıydı. Kesitlerde otoparklar birebir gözüküyordu. Belki de o yüzden radikal kararlar alınmıştı çünkü biz yolları tam bir kentli mantığıyla, servis yolları ve yaya yolları olarak ikiye ayırmıştık. Daha çok otoparka ihtiyaç duymayan ama araç sirkülasyonunu sorunsuz halleden bir kent projesi gibiydi. Gerekli yerlerde de yeraltına otopark girişleri vardı.

GK: Dönem itibariyle teknoloji ile daha erken tanışma şansı yakalamış bir nesiliz. Bunun proje üretimi ve sunumu konusunda size sağladığı avantajlar neler?

OE: Onunla ilgili bir söz var, çekiçle saat tamir edemezsiniz. Aynı bunun gibi. Bizim yapmak istediğimiz şey bilgisayarla yapılabilen bir şey. O teknolojiyi kullanmadan bu kadar hızlı üretemeyiz. İkinci olarak bilgisayar paylaşım sağlıyor. Aynı mekanda olmasalar da beraber yarışmaya giren ekipler var. İletişimi hızlandırıyor. Ama tasarım olarak mimarlığın teknolojisiyle ilişkisi anlamında mekan kavramı da dönüşmeye başladı. Bunlar tabii ayrı konular. Bizim yarışmada teknoloji kullanmamız, tasarımsal sürecimizde hız ve paylaşım anlamında tartışılmaz bir şekilde etkili oluyor.

EV: Teknolojinin tabii ki katkısını es geçemeyiz. Bizim gibi genç mimarların bu piyasada bulunmasında, proje üretmesinde en büyük etken teknoloji. Bu teknolojiyle birlikte hızlı üretim sürecinde, üretilen şeyin görsel kalitesi ve insanlara yaşattığınız mekansal algı artınca, sizin de heyecanınız artıyor. Özellikle benim 3 boyutlu görselleştirme, mekanları algılama aşamasındaki heyecanımı bilir ekip arkadaşlarım, o konularda hep ben çalışırım. Onun dışında teknolojinin sunumdan veya hızdan öte, tasarıma katkısı tüm dünyada tartışılmakta. Çeşitli algoritmalarla, bilgisayar programlarıyla o sanal hafızanın da tasarımda söz sahibi olma konusu var. Biz onları da deniyoruz, çalışmalar yapıyoruz. Teknoloji bizim için vazgeçilmez.

OÖ: Bir de dezavantaj/avantaj gibi bir şey aslında yok çünkü önceki nesli düşündüğünüz zaman, onlar kağıt üzerinde belli başlı şeyleri çiziyorlardı. Onların başka problemleri vardı, bizim bambaşka problemlerimiz var. O hamallık dediğimiz şey hiçbir zaman bitmiyor bence. Bayağı da uğraşıyoruz, bir tane arazi üstüne çevre binaları oturtmaya uğraşıyoruz. Bu bile önemli bir şey olmaya başladı. Önceden böyle bir kaygı yoktu. Kaygılar bitmiyor, dönüşüyor sadece.

OE: Ama bugün bilgisayarı bıraksak biz mimarlık yapamaz mıyız derseniz, yaparız ama daha yavaş ve daha zor olur. Mesela bir 3 boyutlu modeli maketle yapacağız ve daha büyük bir mekanda daha farklı materyaller kullanarak yapmaya çalışacağız. Ama bilgisayar olmasa da mimarlık yaparız. Çünkü öyle bir noktaya geldi. Yarışmalarda üç boyutlu görsel istememeye kadar geldi iş. Bazen üç boyutlu isteniyor, renkli istenmiyor. Bir aldatmaca gibi görülmeye başlandı. Bunun gerçekten aldatmaca haline geldiği durumlar olabilir ama iyi bir tasarımı anlatmak için yöntem kendiliğinden belirlenebilir.

EV: Aslında temel bir şeye etki ediyor teknoloji ve bilgisayar. El-beyin arasındaki koordinasyona bir tane daha alet sokuyorsunuz. Bu bizim kuşağın tasarıma bir girdisi. Dolayısıyla böyle farklı örnekler çıkması, insanın kendi içindeki koordinasyona bir başka aletin girmesiyle alakalı.

OE: Biz ekip olarak öğrencilik dönemimizde bilgisayarla hiçbir sunum yapmadık. Çünkü öğrenciyken bilgisayarımız bile yoktu, şimdi herkesin dizüstü bilgisayarı var. Biz mezun olduktan yaklaşık iki sene sonra bilgisayarla tanıştık. Erhan’ın dediği şey doğru, elle beyin arasına üçüncü bir aygıtın girmesi, onu kontrol edebilme yeteneği bizde sonradan gelişti. Eskizlere bilgisayar üstünden geçtiğimiz de oluyor. Orada çizip bilgisayara geçiriyorsunuz, bakıyorsunuz, bir yerlerde bir problem var, olmuyor. Öğrencilik döneminde başlayınca, daha hakim olabiliyorsunuz bilgisayara.

EV: Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, bizim okuduğumuz dönemde yedinci projeyi veren Ayhan Böyür vardır. Bizim tam bilgisayarla haşır neşir olduğumuz heyecanlı dönemimizde o bize, tam aksi yönde ilaç gibi gelmişti. Kenti algılayabilmemiz için bizi sürekli gezdirip eskiz çizdirirdi, onları sunardık. Bize kenti başka şekilde algılamayı gösterdi. O konuda insan her zaman heyecanlı oluyor çünkü sizin neslinizin bir parçası teknoloji. Fakat başka nesilden birisi size böyle bir şey de var diye göstermezse bazı şeyler havada uçup gidiyor. Siz farkında olmadan başka bir şekilde gelişmiş olabiliyorsunuz.

GK: Yarışmalar isminizin duyulmasında ne kadar etkili oldu? Bu isim/popülerlik konusunda ne düşünüyorsunuz?

OÖ: Aboutblank mimari tasarım grubu (www.aboutblank.cc) olarak, o isim aslında ortada yok. Bir tane internet sitemiz var, projelerimiz orada sanal bir yerde duruyor. Yarışmalarla ilgilenenler biliyor. Bizi işverenle, kendi çabalarımız dışında doğrudan iletişime geçirecek bir şey yok. Ya da onlar takip ederse bulabiliyorlar, onun dışındakiler kişisel. Ben öğrencilik hayatım boyunca kısa filmle ilgilendim. Entropi adında bir kısa filmim çeşitli ödüller almıştı yurtiçinde ve yurtdışında. Geçen mimarlık ve kent filmleri festivalinde en iyi animasyon ödülünü aldı. Şu anda grup anlamında en önde Erhan’ın adı yazılıyor, aramızda Mimarlar Odası’na kayıtlı bir o var çünkü (gülüşmeler).

EV: İsmimizi yakın çevremiz, bizim öğrencilik ve ondan sonraki mimarlık hayatımızda bizi tanıyan insanlar biliyor ya da onların bazı arkadaşları. Onun dışında Ozan’ın da dediği gibi böyle bir şey yok yani işverenlerin bizim ismimizi duyması gibi bir mevzu yok.

OE: Bizim için de aynı, yarışmalardan ya da aldığımız ödüllerden dolayı direkt kapımızı çalıp da bize proje yapar mısınız diyen yok. İlk olarak bunu mimarlar biliyor. Tam tersi olması gerektiği halde mimarlığın bilgi alanı kendi içine kapalıdır. Sizin bir proje yapmanız ortaya somut bir şey koymanız anlamına gelmiyor. Piyasadaki işverenler için belki bir bina yaparsanız, ortaya somut bir şey çıktığı için o zaman belki bir şey ifade edebilir. Çünkü onlar projeyi somut bir şey olarak görmüyorlar. Bu Türkiye’deki mimarlığın tam zeminine oturmamasından kaynaklanıyor. Biz kendini pazarlayabilen, ağzı laf yapan insanlar da değiliz. Sorulmazsa söylemeyiz ödül aldığımızı. Yarışmanın ne olduğunu da bilen yok çok fazla. Bu nedenle bize yarışmalardan doğru gelmiş somut bir iş yok.

GK: Mimarlıkla ilgili ileriye dönük hedefleriniz neler?

OÖ: En önemli şey bağımsız olmak benim için. Ancak öyle kendi sorumluluklarınıza girebiliyorsunuz, başkalarının sorumluluklarını sırtına yüklenmiyorsun ya da ne zaman ne yapman gerektiğini kendin için düşünüyorsun. İş önemli değil, ne yaparsam yapayım bağımsız olmak istiyorum. Bunun iki tane durumu var. Bir yaptığın işte bağımsız olmak, bir de ekonomik olarak bağımsız olmak. İdeal olan bunların ikisinin bir arada olması. Ekonomik olarak bağımsız olan insanlar da başka şeylere bağımlı olabilir. Ben ikisini de işin içine katarak bağımsız olmak istiyorum.

EV: Bizim sadece mimarlık ortamında değil de, grubumuz içinde farklı disiplinlerde de, görsel, işitsel prodüksiyon alanlarında da çalışmalarımız var. Mimarlıktan gelen birikimle o alanlarda üretim yapmak istiyoruz diyebilirim. Ozan için bir film prodüksiyonu yapmak, mimarlıktan daha keyifli şu anda. Benim için de müzik daha keyifli. Hasan için, Gökhan için başka şeyler daha keyifli. Hepimizin ortak buluştuğu ve beslendiği nokta mimarlık olduğu için bir aradayız. Onların dışında yapabileceğimiz başka alanlardaki üretimler, bize geri dönebilecek şeyler bizim ortak hedeflerimiz arasında.

OE: Biraz kişisel olacak belki ama bir yarışmaya katılıyorsanız, biraz plansız gelişiyor hayatınız. Bizim başka planlarımız vardı ama birden birinci olunca daha farklı planlarımız oluşmaya başladı. Önünüze ne çıkarsa o şekilde davranmaya başlıyorsunuz. Bundan sonra mimari anlamda biraz daha ülkedeki sorunlara yönelik bir şeyler üretmek istiyoruz. Su, enerji, kentleşme, sosyal düzensizlik gibi şeylere yönelik projeler üretebileceğimiz bir alan arıyoruz aslında. Zaman zaman bu alanı bize yarışmalar sağlıyor. İsteğimiz toplumun problemleriyle uğraşan mimarlar olmak. Yoksa bizim Avrupa’daki mimarlık bürolarının seviyesinde, konseptinde iş yapmak, o noktaya ulaşmak gibi bir hedefimiz yok. Biz bu ülkedeyiz, bu konumdayız, sorunlar da belli ve yapabileceklerimiz de var. Hem özgür olabilirsin hem de gerçekten bütün bilgini yansıtarak ülkene de yararlı olmuş olursun. Türkiye’de bir yerlere gelmiş, şu anda büyük binalar yapan amcalar gibi olma hedefimiz de yok. Problemlere çözümler üretmek istiyoruz.

GK: “Kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen projeler hakkında ne düşünüyorsunuz?

OÖ: Son zamanlarda benim gördüğüm kadarıyla kentsel dönüşüm projeleri ikiye ayrıldı: Biri tamamen köhnemiş alanları, orada yaşanılan problemleri gidermek anlamında bir dönüşüm, bir de potansiyeli çok yüksek olan ve kar sağlaması gereken, kentsel potansiyelini kullanamayan yerler. Sefaköy, Küçükçekmece, Kartal ve kıyı bölgelerinde düzenlenen projeler bu potansiyeli kullanmaya yönelik. Bir de Zeytinburnu gerçeği var ortada. Ben de hayatımın büyük bir kısmını orada geçirdim. Oradaki insanların sosyal anlamda çok farklı bir boyutu var. O konunun ekonomik ilişkilerle vs. çok makro bir boyutu var. Onları takip edemiyorum. Etmeye çalıştığım zaman da problemler arasında kaybolmaya başlıyorum.

EV: Kentsel dönüşüm kavramı deyince ortada bir tane kavram var fakat bunu yerel yönetimler farklı anlatıyor, akademik çevre farklı anlatıyor, kentli farklı anlatıyor, herkese dokunan ucu başka. İstanbul’da farklı farklı kentsel dönüşüm projeleri üretilmeye çalışılıyor. Ya bazı yönetimler ofisleri görevlendirip iş olarak yaptırıyor, ya yerel yönetimler birleşip orada kentsel dönüşüm projesi yarışması açıyor ya da bir başkası kendi niteliğiyle dönüşmesini sağlamak amacıyla akademik olarak böyle şeyler geliştirmeye çalışıyor. Sonuçta İstanbul gerçeğinde herkesin ortak düşüncesiyle uyuşmayan şeyler ortaya çıkıyor. Örneğin Zeytinburnu, Kartal’daki gibi değil mesela. Kartal’daki Küçükçekmece’deki gibi değil. Kartal’da dünyaca ünlü mimarların ürettiği projeler bizim vizyonumuza uygun olmayabiliyor. Mesela Küçükçekmece’de birinci olmuş projenin eko-koridor diye nitelendirdiği alan, bizim toplu konut alanı önerisi getirdiğimiz bir yer. Çeşitli kentsel dönüşüm senaryoları var, bunları herkes kendi amacına uygun şekilde hayata geçiriyor. O yüzden de sorunlar biteceği yerde aslında yeniden başlıyor.

OE: Ben bunu ülkedeki demokrasi tartışması gibi görüyorum. Herkes kendine demokrat oluyor ya Türkiye’de. Bu konuda da kentsel dönüşüm, kendine dönüşüm oluyor. Şu anda yapılan, kapitalizmin kenti parçalara ayırması gibi bir şey. Bildiğim kadarıyla, yapılan, oradaki insanları alıp, yerlerine başka insanlar koymak. Böyle bir kentsel dönüşüm olmaz, kent kültürü olmaz zaten. Kent dediğimiz, farklı sosyal gruplardan insanların bir arada yaşayabildiği, bir kültürde buluşabildiği bir yer değil midir? Daha derine inecek olursak, imar planı yapmak 1980’den sonra belediyelere verildi. Daha önce İller Bankası yapıyordu. Belediyelerimiz sürekli imar planında tadilat yapıyorlar. Rant söz konusu oluyor. O yüzden bugün belediyeler şirket gibi çalışıyor. Parası olan bir yatırımcı istediği yerde istediği şeyi yapabilecek hale geldi. Çözümü çok uzakta aramaya gerek yok. İnsanların kafasında kamu yararı olsun, yeter. Kamu yararı orada şu kadar insan çalışacak demek değil. Bir yerel yönetimin her zaman toplumun yararını gözetmesi gerekmez mi? Ama bütün gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de devlet şu anda çarpık kapitalizmden yana. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de bunun araçlarından biri haline geldi.

GK: Peki sizi proje üretim sürecinde bir sürü teknik detayla uğraşırken işin sosyal boyutunu düşünmeye yeteri kadar vaktiniz oluyor mu?

OÖ: Biz aslında sosyal kısımları işin içine katamıyoruz çünkü tasarlanan şeyleri çoğu zaman insanın sokağı algılayışı olarak görüyoruz. Yarışmalarda yaptığımız projelerin içeriğiyle ilgili maliyet olarak bunu gerçekleştiren yatırımcılar hakkında kısıtlı fikirler üretiliyor. İşin sosyal boyutunu aslında bu belirliyor. Ucuz konutu alanla pahalı konutu alan arasındaki fark gibi. Genel olarak alım-satım ilişkisiyle ilgili olduğundan bizim de belirlediklerimiz bunlarla ilgili. Sosyal yapı olarak konuştuğumuz şeyler olan kamusal mekanların nasıl ve nelerle ilişkiye geçeceğiyle ilgili kavramlar bizi ilgilendiriyor. Özel alanlarda yatırımcının yapmak istediği şekilde yapmak zorundasınız, siz o şekilde yapmazsanız, başka bir mimara geçecek o iş. Bence kent mimarlığının hedefi bu sebeple değişiyor.

EV: O sosyal yapı biraz, Ozan’ın da dediği gibi, projenin kendi gereklerine veya insanın kendi çıkarlarına göre değişir. Çalıştığım ofislerde de gördüğüm kadarıyla bir projede savunduğunuz fikir, sadece o proje bazında savunulursa, sosyal bir yapı olarak belki mantıklı geliyor fakat başka bir alanda yapılan projede ona olumsuzluk getirebiliyor. O projeye geçince ötekini unutuyorsunuz, sosyal yapı diye bir şey kalmıyor. Çünkü o projenin kendi kazançları oluyor. Böyle olunca totalde sosyal yapıyı düşünmemiş oluyorsunuz.

OE: Bu konuda tasarım ve yapı ölçeğinde değil de düşünce olarak bir şeyler söylenebilir. Ozan’ın dediği gibi, özel bir iş, mesela residance geldiğinde oradaki sosyal yaşama bir şey tasarlıyorsunuz. Ama bir kamu yapısı geldiğinde herkesin ulaşabileceği ve kendi içinde algılanabilir, çok yabancılaşmayan bir şey tasarlamak gibi öngörüleriniz oluyor tasarımda, her sosyal kesimden insanın gelip kullanacağı şekilde sınırlarını belirlemeye çalışıyorsunuz. Ama mimarın bunu proje üzerinden değiştirme ya da sınırları belirtme şansı her zaman olmuyor. Özellikle özel sektörde iş yapıyorsanız, o sosyal yaşantının ne olduğunu bile bilmediğiniz zaman danışmanlar size gelip anlatıyor. Residance’ta insanlar bizim gibi yaşamıyorlar(mış). İki oda bir salonda yaşayıp evde yemek yemiyorlar. Ama bu yaşantı da bir yerde bitecek. Bu kapalı siteler, gated community denilen alanlar o kadar çoğaldı ki… Bunlar moda, trend gibi kavramların peşinde giden insanlar için. Moda değişince onların içi de boşalacak. Biz ancak bunları söyleyebiliriz. Bizim bir konutta tanımladığımız şeyler doğayla ilişkiye geçmek, komşuluk ilişkileri vs. Bunlar yok artık bitti. Siz öyle bir tasarım yaptığınızda burada öyle bir yaşam yok diyor. Gerek kurumsal gerek bireysel olarak mimarların, hatta şehircilerin, birtakım entellektüel insanların mümkün olduğunca konuşması ve tartışması lazım. Ancak öyle değişebilecek. Sadece mimarlık yaparak değiştirebileceğimiz bir şey değil.

GK: Çok keyifli bir söyleşi oldu, teşekkür ederim.

OE: Ben ekibim ve kendi adıma Arkitera Mimarlık Merkezi’ne teşekkür ediyorum. Düşündüklerimi söyleme fırsatı verdiği ve Türkiye’deki mimarlık adına da çok ulaşılabilir ve tartışılabilir bir ortam sunduğu için.

Etiketler

Bir yanıt yazın