Mimarlık Tarihi Söyleşileri: Burçak Özlüdil Altın

New Jersey Institute of Technology Albert Dorman Honors College’da dekan yardımcısı olarak görev alan Burçak Özlüdil Altın ile geç dönem Osmanlı döneminde akıl hastanelerini tartıştık. Bunun yanı sıra mimarlık tarihi eğitimi ve dijital beşeri bilimlerin mimarlık alanına eklemlenebilme potansiyeli üzerine konuştuk.

 

Mimar olarak eğitimini tamamladıktan sonra mimarlık tarihi alanında çalışmaya nasıl karar verdin?

Lisans eğitimimi Mimar Sinan Üniversitesi’nde tamamladım. Üniversite seçimlerinde tıp ve mimarlık bölümlerini yazmıştım, ikisi arasında kararsızdım ama sonuçta mimarlığa girdim. Daha sonra doktora tezimin konusunda da tekrar ortaya çıkacak tıbba olan bu ilgi zaten. Başından itibaren mimarların kendilerine atfettikleri aşırı önem ve her şeyi bilme iddiası, o profesyonel kimlik beni çok rahatsız etti. Mimarlık tarihinin daha eleştirel, tartışmaya açık ve kuramsal tarafı olan bir alan olduğunu düşündüğümden ayrı bir yer edindi kafamda. Mimar Sinan’dayken mimarlık tarihi derslerini Bülent Özer’den aldım. Onun daha klasik sayılabilecek yaklaşımına karşın derslerde satır aralarında hoşuma giden şeyler olurdu. O kocaman ve karanlık salonda herkes uyurken ben en önde oturup dersi dinlerdim.

Yüksek lisans eğitimine devam ederken aynı zamanda Arredamento Mimarlık dergisinde editör olarak çalıştın. Bize bu dönemdeki deneyimlerinden bahseder misin?

Lisans eğitimim bitince, muhteşem bir döneminde Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Mimarlık Tarihi ve Kuramı kürsüsünde yüksek lisans çalışmama başladım. O dönem Uğur Tanyeli ve Bülent Tanju’nun aralarında olduğu harika bir grup oradaydı. Kurtarılmış bölgeydi. Ayrıca hem yüksek lisans hem doktora yapan çok iyi bir öğrenci grubu da vardı. Çok keyifli yıllarımız geçti. Seçimim mimarlık ile ilişkisi bağlamında böyle gerçekleşti. İkinci söylenmesi gereken şey şu: Kendimi bildim bileli yazarım. Özellikle üniversiteye başladıktan sonra edebiyat ile sıkı ve ciddi bir ilişkim oldu. “Yine Hişt” dergisinde yıllarca düzenli olarak yazdım ve yayın kurulunda görev aldım. Sonrasında bu yazıları derleyip “Her şeyi” Unut adıyla yayınlanan bir kitaba çevirdim. Dolayısıyla mimarlık disiplini içinde yer alıp da yazabileceğim alanlardan bir tanesi olarak da mimarlık tarihi ön plana çıktı. Ama ilginç bir dersin ötesine geçip de gerçekten ciddiye binmesi Yıldız Mimarlık Tarihi ve Kuramı kürsüsünde oldu. Orada yüksek lisans yaparken “Arredamento Mimarlık” dergisinde çalışmaya başladım. O da ayrı bir ufuk açtı.

“Arredamento”da içeriği dolgun, ciddi ve kaliteli işler çıkıyordu. Örneğin “Arredamento Mimarlık” akademik olarak puan verdiği için akademik yazı çok gelirdi. Orada çok ciddi editörlük yaptım. Elimizden çok yazı geçerdi, hepsi kabul edilmezdi. Seçici bir yayın politikası vardı. Uğur Bey ile çalışmak çok keyifliydi. Hatta Türkiye’de doktoraya da başlamıştım, derslerimi bitirmiştim, sonrasında Amerika’da başka bir doktora programı için hem “Arredamento”dan hem de Yıldız’daki programdan ayrıldım. Bu programda Zeynep Çelik ile çalıştım.

Biraz tıp ve mimarlığın senin çalışman bağlamında kesişimine değinelim. Doktora tezin 1830 ile 1930 arasındaki yüz yıllık bir zaman diliminde akıl hastanelerini ele alıyor. Konu seçimin nasıl gerçekleşti?

Şimdi bakınca tesadüf diyemiyorum ancak o dönem birtakım tesadüfi diye nitelendirilebilecek olaylar neticesinde olduğunu düşünüyordum. Doktoradaki birinci yılımda kentlerin içinde ve dışında yer alan kurumlar üzerine bir araştırma metni yazmam gerekiyordu. Biliyordum ki akıl hastaneleri Amerika’da şehirlerin dışında yer alıyorlar. Foucault’nun yarattığı ve o zaman hala canlı olan akademik heyecanın bir sonucu olarak doğrusu biraz da kolay olacağını düşündüğüm için Amerika’daki akıl hastaneleri üzerine çalışayım dedim. Fakat şaşırarak gördüm ki birincil kaynakların bolluğu ve kolay erişilebilirliğine karşın ikincil kaynak çok az. Tabii ki deliliğin sosyal ve toplumsal tarihi Amerika bağlamında ciddi olarak çalışılmış ancak mimarlık ve sanat tarihi bağlamında çalışma pek yoktu. Dolayısıyla öncelikle Amerika bağlamında çalışmaya başladım. Nitekim sanat tarihçisi Carla Yanni’nin önce makalesi sonra kitabı (The Architecture of Madness: Insane Asylums in the United States) bundan birkaç sene sonra çıktı. Daha sonra mesela kolonyal yerleşimlerde veya batı Avrupa’da psikiyatri ve akıl hastaneleri tarihi üzerine doktora dersleri bağlamında araştırma metinleri hazırladım. “Türkiye’de nasıl?” sorusunu çokça alıp cevaplamak istediğimde fark ettim ki hiçbir fikrim yok. Bunun üzerine tıp tarihi literatürünü hızlıca taradığımda Türkiye’de deliliğin sosyal tarihi üzerine bile kapsamlı bir çalışma olmadığını gördüm. Daha yakın zamanda bu konuda bir iki ciddi yayın çıkmaya başladı. Konu üzerinde bu kadar az çalışılmış olması da bende merak yarattı. Önce Social Science Research Council’den aldığım bir yaz bursuyla Türkiye’de bir ön araştırma yaptım. Özellikle yeterli birincil kaynak bulunduğu için de bunun yapılabilir bir çalışma olduğuna kanaat getirdim. Genel anlamda, 19. yüzyıl psikiyatri ve mimarinin kesiştiği bir dönem olarak önemli. Bu dönemde, şimdi konuşurken akıl hastanesi diyoruz ama İngilizce’de asylum dedikleri, Türkçe’de bimarhane olarak geçen bina tipolojisinin, eğer doğru bir şekilde tasarlanıp inşa edilirse, kendisinin bizatihi tedaviye etki edebileceği ve insanları iyileştirebileceği dair bir inanç vardı. Bu çok 19. yüzyıla özgü bir düşünce. Bu sebeple akıl hastanelerini ele alan mimarlık tarihi çalışmalarının daha çok bu döneme yoğunlaştığını görüyoruz. 19. yüzyıl aynı zamanda psikiyatrinin bir alan olarak doğduğu zaman sayıldığından benim için biraz doğal bir seçimdi.

Akıl hastanelerini incelerken bir yandan da tıp tarihi ile içli dışlı olmak durumunda kaldın. Bir mimar ve mimarlık tarihçisi olarak aynı zamanda başka bir dalda çalışmak sınırlarını zorladı mı? Süreç nasıl gelişti?

Tıp ve özellikle psikiyatri tarihi o kadar ilginç ki, çoğu zaman kendimi durdurmam gerekti. Sanat ve mimarlık tarihi açısından yaklaşım daha sınırlı. Bence çok daha fazla potansiyeli var ama, mimarlık tarihi bu konuya şu ana kadar yazılageldiği şekliyle sadece belirli açılardan, kendi alışkanlıkları ve konvansiyonları içinden bakagelmiş. Bir de hiç lafını etmeden olmaz, Michel Foucault deliliğe ve akıl hastanelerine ilişkin büyük merakın en büyük müsebbibi. Çok büyük bir ilgi yaratıyor bu alanda ve dolayısıyla deliliğin sosyal tarihi yazılmaya başlanıyor. Mimarlık tarihinde bu alan üzerine odaklananların genel problemi ise Foucault’nun panopticon’unu fiziksel ve biçimsel bir tipoloji olarak algılayıp çalışmalarda benzer mimari biçimlenmeler aramak. Ayrıca sanat/mimarlık tarihi bağlamında tüm dünyada bu konuda uzmanlaşanların sayısı genel ilgiyle kıyaslandığında görece az. Çoğu araştırmacıyı tanıyorum, hatta ikisi benim komitemdeydi, öyle söyleyeyim.

Bir de tıp ile ilgili şunu söylemekte fayda var: Ailemdeki azımsanmayacak sayıda doktor nedeniyle tıp diline kulağım alışkın. Okuyana kadar fark etmemiştim ancak bana o dilin içerisine girmek o kadar zor gelmedi. “Konuyu niye seçtim?”in adını doktoranın sonlarına doğru koydum. Benim gibi ailesinin işi nedeniyle çocukluğunun önemli bölümünü hastanelerde, muayenehanelerde geçirmiş biri için biraz kendiliğinden gelişti. Hastaneleri farklı bir alanda ve düzeyde anladığımı düşünüyorum. Ne dışarıda ne de içeride olan biri olarak…

Tezinde 1830-1930 aralığını çalıştın. Neden bu zaman aralığı? Tarih literatüründe Osmanlı ile Cumhuriyet dönemleri arasındaki kopukluk diskuru, hala sorgulanan ve bazı durumlarda aksinin iddia edildiği bir konu. Senin bununla ilgili gözlemin nedir?

Ben önce 1870-1930 diye başlamıştım. 1870’lerde akıl hastaları Toptaşı Bimarhanesi’ne, 1930’dan birkaç yıl önce de Bakırköy Akıl Hastanesi’ne taşınıyorlar. Dolayısıyla bu iki büyük taşınma arasını çalışmaktı amacım. Toptaşı’na taşınmayı incelerken, Toptaşı’nda gerçekleşen şeylerin temelinin çoğunun, Osmanlı döneminde ilk kez “bimarhane” ismiyle anılan, bir önceki akıl hastanesi Süleymaniye Bimarhanesi’nde atıldığını fark ettim. Dolayısıyla biraz daha geriye gitmek gerektiğini düşündüm. 19. yüzyılda hep bir değişim söylemi var. Peki değişen ne? Pratik olarak tıbbi bir kurumun işleyişi nasıldı ve neye dönüştü? Daha önce delilik nasıl tanımlanıyordu, neye dönüştü? Bu soruların sonucunda 19. yüzyıl öncesinde neler olduğu üzerine de epey araştırma yaptım ve kafa yordum. Sanırım bu yaklaşım bu alanda tatmin edici bir izleğe dönüşebildi. Tez, bu sene BRAIS-De Gruyter 2019 Ödülü için finale kaldı (shortlisted) ve şu anda tezimi kitaba çevirmekle uğraşıyorum.

Toplumumuzda zaman zaman gördüğümüz bir durumdur, “mahallenin delisi” varsa ihtiyaçları mahalle sakinleri tarafından karşılanır. Bu galiba hâlâ da süregelen bir durum. Çalıştığın dönemde durum aynı mıydı, kimler bimarhaneye yatırılıyordu? Bu kişiler için ayrı bir isim kullanılıyor muydu?

Resmi olarak genellikle “mecnun” kullanılıyor Osmanlı’da. Tıpkı bimarhanenin akıl hastanesi manasına gelmesi gibi 19. Yüzyılda “mecnun” terimi de tıbbi bir anlam kazanıyor. Bugün akıl hastası dediğimiz hasta türü. Ancak dediğin mahalle içinde bakılan akıl hastaları da hep olmuş ve hâlâ var. Bu bimarhanelerin hasta kapasitesi nüfusa oranlayınca çok küçük. Eminim istisnaları vardır ama genel söylem şu şekilde: Kendine ve çevresindekilere zarar verebilecek ve bakacak kimsesi, aile desteği veya toplumsal desteği olmayanlar sonunda akıl hastanesinde, bimarhanelerde bakılmaya başlanıyorlar. Bazı nörolojik hastalıklar da akıl hastalığı kategorisine sokuluyor. Son dönemlerinde nörolojik bozukluk belirtileri gösterdiği için frengi hastaları, epilepsi hastaları bimarhanelerde tedavi ediliyor.

Biraz da mimarlık tarihinin eğitimdeki yerinden bahsedelim. NJIT bünyesinde akreditasyon ve dijital platform yürütücülüğü gibi birçok görevde yer aldın, şimdi de Albert Dorman Honors College’da dekan yardımcısı (associate dean) oldun. Aynı zamanda Türkiye’de de ders verdin. Uğur Tanyeli gibi mimarlık eğitimine kafa yoran bir akademisyen ile çalıştın. Bize daha yerinde bir perspektif sunabilirsin diye düşünüyorum. Mimarlık tarihi derslerinin ve eğitiminin mimarlık fakültesindeki yerini kendi deneyimin doğrultusunda anlatır mısın?

İlk olarak mimarlık tarihi derslerinin mimarlık ve tasarım okullarında yeri sorusunun stüdyo kültürünün bu kadar baskın olmasıyla ilgisi var. Bu neredeyse küresel bir durum. Hatta bazen bu derslere “stüdyo-dışı” dersler deniyor. Stüdyo ve stüdyo olmayan diye ikiye ayırınca dersleri tabii ki bir çeşit hiyerarşi yaratılıyor. İkincisi, Amerika’da mimarlık tarihi dersi verince şunu gözlemledim: Öğrenciler bu derslere pragmatik bilgi alacaklarını düşünerek yaklaşıyor. Bir detay göstereceğim örneğin, o detayı alacaklar uygulayacaklar gibi son derece doğrudan bir fayda beklentisi var. Mimarlık tarihinin işi o değil. Bence amacı çok daha temel ve genel bir bakış açısı ve dünya algısı vermek, mimarlığı bu algının içine oturtabilmek. Herhangi bir şekilde tanımlamak istemiyorum ancak en azından bunun olması lazım diyelim. Öğrencilerle bu konuda çok mücadele ettim. Örneğin, “Tarihleri ezberlemek zorunda mıyız?” sorusu çok sorulur. Hayır, tarihleri ezberlemek zorunda değilsiniz ama Birinci Dünya Savaşı diye bir şey var. Eğer bir bina, bir kent Birinci Dünya Savaşı, öncesi veya sonrası ile alakalıysa, bunun tarihsel bir anlamı var. Dolayısıyla onu anlamamız lazım.

Hâlâ birçok yerde tamamen lineer, önemli binalar üzerinden mimarlık tarihi anlatılıyor. Parantez içerisinde eklemek lazım ki tüm problemlerine karşın bazı açılardan faydalı çünkü biz genelde bu kanona karşı çıktığımız zaman, kanonu bilerek karşı çıkıyoruz. Hiçbir temeli olmayan öğrenciye kanonu dert edinmeyi anlatmak, evet, çok önemli ama bir o kadar da zor. Öte yandan “klasik” mimarlık tarihi derslerinin de kendine has problemleri var. Öğrenciler mimarlık tarihi eğitimine binaları, tarihleri ve onlarla ilgili bazı anahtar kelimeleri ezberleyeceğim diye yaklaşıyorlar. Dolayısıyla kuru hale geliyor. Bu durum biraz da mimarlık eğitiminin Amerika’da da, Türkiye’de de profesyonel bir eğitim olmasından kaynaklanıyor. Sonunda, lisanslı, iş yapan mimar yetiştirmek için eğitim vermek üzere yola çıkmış kurumlar bunlar. Mimarlık tarihi de herkesin içlerine işlemiş, çok yaygın bir görüş olan ‘tarihten bir şey öğreneceğiz’, ‘öğreneceğiz ki aynı hatayı yapmayacağız’ gibi pragmatik yaklaşımla kavramsallaştırılıyor. Dolayısıyla özellikle profesyonel bir eğitim içerisinde bu bence daha da vurgulanır hale geliyor. Başka profesyonel alanlarda da bu durum benzer. Tıp tarihinin bir ders olarak tıp fakültelerinde yeri de benzer örneğin.

Toptaşı Bimarhanesi’nde bir erkek hastalar koğuşu ve kadınlar kısmının avlusu. 3-boyutlu model imajları SpatioScholar’da üretildi. Fotoğraf kaynakları: Sağ üst: Ergin, Müessesat-ı Hayriye-yi Sıhhiye Müdiriyeti, 1911; sağ alt: Mazhar Osman, Sıhhat Almanakı, 1933.

Augustus Wendell ve Ulysee “Bo” Thompson ile kendi araştırman üzerinden dijital bir proje gerçekleştirdiniz. Bu birliktelik senin doktora tezin ile başladı. Proje, bir New York City Digital Humanities Graduate Student Digital Project Award’ına layık görüldü. Geleneksel mimarlık tarihi çalışmalarında pek görülmeyen bu disiplinlerarası, ortak çalışma nasıl başladı?

Önce problemin kaynağına inelim… Bu dijital proje nereden çıktı? Doktora tezimde önceden darüşşifa olan sonradan bimarhaneye dönüşen 16. yüzyıl klasik Osmanlı yapıları üzerine çalıştım. Yakından bakmaya başladıkça, öyle bir noktaya geldim ki, bu dışarıdan hâlâ klasik 16. yüzyıl yapısı gibi görünen yapılar 19. yüzyıl sonuna gelindiğinde basbayağı o dönemin çağdaş standartlarında akıl hastaneleri olarak işliyorlar. Fakat hiçbiri akıl hastanesi olarak inşa edilmemiş. Bunu nasıl anlatabilirdim? Mimarlık ve sanat tarihi alanında, özellikle akıl hastanesi işleviyle inşa edilmiş, mimari ve biçimsel olarak belirli özellikler gösteren binaları inceleyen, bunları gruplayan çalışmalar var. Benim yapmaya çalıştığım, başka bir amaç için inşa edilen binaların nasıl olup da başka bir işleve uygun hale getirildiklerine bakmaktı. Çeşitli birincil kaynaklardan bölük pörçük bilgileri bir araya getirip anlamak ve görselleştirmek için uğraşırken, önce NJIT Digital Design bölümünün koordinatörü Augustus, sonra Information Technologies bölümünde öğrenci olan, bilgisayar oyunu tasarlayan Bo katıldı gruba. Tartışmalardan sonra Unity kullanmaya karar verdik ve ne yapılabileceği üzerine kafa yormaya başladık.

Bu kısım ne kadar resmi gelişti?

Bu konuşmalar gayet informel ve gönüllü olarak başladı. Sonra bir üniversite içi bursa başvurduk. SpatioScholar adını verdiğimiz platformu bimarhane prototipi üzerinden kurgulamış olsak da, baştan itibaren kendi projelerini çözmek isteyen insanların da kullanabileceği bir platform olarak öngördük. Her zaman tartışma, “hızlı ancak bir defaya özgü bir cevap mı buluyoruz yoksa daha genel bir çözüm mü getirelim ki başka projeler de kullanabilsin” üzerine gelişti. Konu daha önce gösteremediğimiz veya göremediğimiz mekansal-zamansal bir projenin, akademik bilgi üretmek ve bunu başkalarıyla paylaşmak için nasıl kullanabileceği idi.

Örneğin SpatioScholar’ın olanaklı kıldıklarından biri, bir binanın (veya kentsel alanın) zaman içerisinde nasıl değiştiğini göstermek. İkincisi, bir oyun motorunda geliştirilmiş olduğundan simülasyon içinde birinci şahıs (first person) olarak dolaşılabiliyor. Benim en başından beri yapmak istediğim şeylerden bir tanesi, kabaca “yörünge takibi” (trajectory tracking) olarak çevrilebilecek mekan içindeki hareketi modelleme ve görselleştirme olanağı. Bir mekan içerisinde gündelik hayatı ve hareketi nasıl gösterebiliriz? Üçüncüsü, kullanılan birincil kaynakları simülasyon ile birleştirmek, dolayısıyla model oluşturulurken kullanılan kaynakları referans olarak modelle birlikte görme şansı sunmak (bu aynı zamanda daha varsayımsal olan kararlara ilişkin de bir fikir veriyor). Herhangi bir mekana tıklayınca, konu ile ilgili belgeleri zaman-mekanın belli bir anıyla birleştiriyor. Sonuncu olarak da, bu daha çok paylaşım kısmı, ilgilenen birisi girip simülasyon içinde yorum bırakabiliyor ve doğrudan üç boyutlu modele not ekleyebiliyor. O da aynı şekilde mekana bağlanıyor. Kısacası mekan bazlı bir veri yönetimi sistemi.

Proje dahilinde farklı disiplinden gelen kişiler konuyla ilgili birikimli olmak durumunda mı?

Hala genel pratik bu olsa da, bu projede ben tarihçi olarak işin teorik kısmını yapacağım, karşımdaki insan da işin teknik kısmını yapacak şeklinde gelişmedi durum. Gelişmemesi de güzel tarafı. Bu demek değil ki Augustus ve Bo akıl hastaneleri üzerine uzman haline geldiler. Ancak ben sürekli bunlardan bahsettiğim için onların da çok ciddi fikirleri olmuş oldu. Ben yıllardır dijital platformlarla çok yakından çalıştım; kodlamayı biraz biliyorum ve farklı yazılımlara dair epey birikimim var. Bilgisayar programcısı değilim ancak aynı dili konuşacak kadar ve hatta neyin mümkün neyin mümkün olmadığını bilecek kadar bilgim var. İkincisi, kendi alanınız dışında insanlarla çalışmanın harika bir yanı var. Bize aynı dünya içerisinde çok normal gelen konuşmalar, bambaşka şeyler ifade ediyor bir başkasına. Benim çok güzel bir örneğim var bu konuda: Projenin arka planında belgeleri, notları ve modeli simülasyon içinde bir araya getirmek için bir veri tabanı tasarladık. Tartışmalar sırasında ben elimde yazılı ve görsel kaynaklar olduğunu söyledim. Benim yazılı kaynak dediğim Osmanlı belgelerinin görüntüsü idi. Aslında yazılım bağlamında bakıldığında, teknik olarak bunların hepsi görsel dosya. Bu benim başka bir mimarlık tarihçisiyle hiçbir zaman yaşamayacağım harika bir andı. Onun dışında çok ilginç fikirler gelişti. Hâlâ bimarhane özelinde orijinal araştırmayı ben yaptığım için benim uzmanlık alanım ama dijital platform ondan başka bir noktaya vardı.

Peki bu proje teze nasıl katkı sağladı? Zaman içerisindeki diyaloglar seni başka şekilde düşünmeye sevk etti mi?

Biz bu projeye ben tezi bitirmeden iki sene önce başladık. Akıl hastanesi nasıl işliyor sorumun üzerine gitmeme, daha fazla kafa yormama çok faydası oldu. O şekilde bakabilmek teorik anlamda da çok fayda sağlıyor. Genellikle akıl hastaneleri, özellikle de Osmanlı, bağlamında hastalarla ilgili o kadar az şey biliyoruz ki, doğru düzgün kayıt yok. Amerika bağlamında birkaç hatırat çıkıyor, birkaç kişinin sesi duyuluyor ancak benim elimde böyle hiçbir şey yoktu. Dolayısıyla bu proje, hastalara ve onların gündelik hayatlarına dair pencere açıyor. Neredeler? Kaç kişiler? Virtual Reality’de (VR) de çalışıyor bimarhane artık. Odaların o dönemdeki boyutlarını, içinde kaç kişinin kaldığını görmek iyi bir fikir veriyor. Anlıyor muyuz hayatlarını, çektikleri acıları? Hayır. Yaşamlarının her alanıyla ilgili bilgi sahibi değiliz ama bundan önce hiçbir bilgimizin bulunmadığını düşünürsek, çeşitli ipuçları veriyor. Kısacası proje bahsettiğim bazı soruları cevaplamayı mümkün hale getirdi, bir yandan da o tarafa daha fazla yoğunlaşmama vesile oldu.

Mimarlık tarihinde bu tarz kolektif çalışmalar var mı?

Aslında sayıları giderek artıyor ama hala örneğin arkeoloji kadar yoğun kullanılmıyor. Klasiklerden Diana Favro ve Christopher Johanson’un “Death in Motion” projesi var Roma cenaze alayı ile ilgili. Bir de akla gelen Shelia Bonde ve ekibinin Saint-Jean-des-Vignes Manastırı’nı analiz eden “Virtual Monastery” projesi var, o da bizimkine benzer dertlerle yapılmış. Hiç yok değil ancak bizim bir araya getirdiğimiz şekilde kesinlikle yok. Aradaki büyük fark, tipik üretimler tek bir proje özelindeyken bizimkinin genel kullanıma yönelik bir platform olarak tahayyül edilmiş olması. Aslında ben bir platform yaratalım diye yola çıkmadım, mevcut bir şey bulup onu kullanacaktım. Ancak olmadığını görünce böyle bir yola girdik.

Bu projenin nasıl evrileceğini öngörüyorsunuz?

İlerliyor hâlâ. Başından öngördüğüm üzere platformu başka projeler için de kullanmak ve fotogrametrik modellerle uyumlu hala getirmek üzerine yoğunlaştık. Örneğin Bahar 2019 döneminde iki doktora öğrencisiyle kendi doktora tezlerinde SpatioScholar’ı kullanarak çalıştım. Biri Mısır’da kentsel bir park ve çevresi, diğeri Osmanlı’da konut iç mekanın evrimi üzerine çalışıyor. 2018 başında Getty Foundation ve Duke Üniversitesi’nin birlikte düzenlediği Digital Art History: 3D and (Geo) Spatial Networks adlı bir çalıştaya kabul aldık. Dünyanın çeşitli yerlerinden sekiz proje seçtiler, birisi de bizim projemiz. Bu açıdan öncü bir proje diyebiliriz. Bu bursla da platforma araştırmacı ve tarihçilerin kullanabileceği bir ajan tabanlı modelleme (agent-based modeling, ABM) sistemi ekliyoruz.

Aslında bizim alanlarımızda üç boyutlu modelleme kullanımı çok yaygın ancak genel ilgi yok olmuş bir binayı yeniden yaratmak üzerine. Mevcut projeler daha çok, gerçekçi bir şekilde binayı tekrar canlandırıyoruz türünde. Ancak benim derdim bu modelleri sanal rekonstrüksiyon ötesinde, bir sonuç ürün olarak değil, konularımız üzerine daha fazla bilgi edinmek için kullanabilmek. Mekanla ilgili de bilgi veriyoruz ama asıl cevaplanan sorular mimari detay değil de, o mekanın içindeki yaşam nasıldı, buradan biz o mekanla ilgili ne öğrenebiliriz gibi sorular. Arkasındaki ana dert de akademik bilgi üretmek için dijital platformun sağlayabileceği olanaklardan yararlanabilmek.

Rekonstrüksiyon projeleri yoruma el veriyor mu yoksa çok mu keskin sonuçlar veriyor?

O da nasıl yapıldığına bağlı. Pek çok çalışmada amaç genellikle bir binayı/kenti mümkün olduğunca orijinaline yakın foto-gerçekçi olarak canlandırmak. Bahsetmedik ancak benim çalıştığım binaların hepsi Mimar Sinan’a ait. Ancak Mimar Sinan binalarını bambaşka bir şekilde çalışıyorum. Bir kere, bu binalar hakkında bilgi edinmek çok güç. Sinan camilerini çalışmak istesem çok daha fazla kaynak var ancak imaret ve darüşşifa kısımları ile ilgili doğru düzgün bilgi yok. Benim yaptığım şey, o tarihi binayı alıp onun sadece “orijinali”nin -bu da sorunlu bir tanımlama aslında- değil, onun tarihselliğine odaklanarak, zaman içerisinde değişen kullanımının mimarlık tarihi açısından önemini vurgulamaya çalışmak.

2018 Bahar ve 2019 Güz dönemlerinde “Madness, Technology and the City” başlıklı, sadece mimarlık değil tüm bölümlerdeki öğrencilere açık bir ders yürüttün. Ders ile ilgili deneyimlerini aktarır mısın? Dijital Beşerî Bilimler’in (Digital Humanities) araştırmacılar için potansiyelleri nelerdir? Akademi dışında mimarlık tarihinin erişilebilirliğinin ve görünürlüğünün dijital tarih çalışmaları ile artacağını düşünüyor musun?

Bu aslında başta dijital beşerî bilimlere giriş şeklinde düşündüğüm bir dersti. Fakat bunu bir proje çevresinde ele aldım. Tarih, eleştirel düşünce ve dijital beşerî bilimler karışımı bir ders olarak düşündüm. Yarısı konu anlatımı, yarısı uygulama dersi. Delilik kavramı tarihsel pek çok şey üzerine konuşmaya izin veriyor. Erken modern dönemden başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar delilik üzerinden batı, batı-dışı, kolonyalizm, göç ve sürveyans konularını işledik. Spesifik olarak belirli hastaneler ve yerler üzerinden bakıldığı için öğrencilerin fazlasıyla ilgisini çekti. Amaç deliliğe ilişkin teknolojilerden binanın kendisine, akıl hastaları hakkında istatistik toplamak ve hasta kaydı tutmaktan veri biriktirmenin bugünkü “büyük veri”ye (big data) nasıl bağlandığına ve bunların hepsinin toplumsal kontrol ve sürveyans gibi günümüzle çok bağlantılı olan meselelerle nasıl ilişkilendirildiğini incelemekti. Dolayısıyla erken modern dönemden başlayıp bugünden çıktık ama böyle bir izlek üzerinde gittiğimiz için özellikle tartışma kısmı ilgi gördü.

Öğrencilerin tarihe bakış açısında ne tip bir değişiklik oluştu?

Bütün bu bahsettiklerim bir mekanda gelişiyor ama genelde unutuyoruz. İlk derste bunu söyleyerek başladım. Nasıl mimarlık tarihçileri mekanın boş olmadığını unutuyorsa, onun dışındaki pek çok alan da, olayların belli bir mekanda gerçekleştiğini unutuyor. Bir kopukluk var. Amaç her şeyi mekana bağlamaktı.

Şunu belirtmek gerekiyor ki bir mimarlık dersi değildi. Bütün üniversiteye açıktı. Dolayısıyla, mimarlığın yanı sıra mühendislik, biyoloji, bilişim teknolojileri ve bilgisayar bilimleri gibi bölümlerden son sınıf öğrencileri dersi aldı. Tartışmaların niteliği de farklı alanların katılımıyla biçimlendi. Çoğu özellikle kendi alanlarında tarih dersi almamıştı. Kendi alanları içinden bir konu seçip, bir şekilde dersle ilişkilendirip tarihine bakmaları konusunda cesaretlendirdim. Bu öğrencilerin hiçbiri tarihçi olmayacak veya akıl hastalığı üzerine de çalışmayacaklar. Ancak kendi alanlarından bakarak herhangi başka bir alana katkıda bulunabileceklerini fark ettiler.

Bir de tabii işin dijital beşerî bilimler kısmı var. Her hafta bir araç/yazılım işledik. Konumuz dahilinde nasıl kullanıldığını, ne işe yaradığını öğrendiler. Belirli bir konuda araştırma yapıp, bunu bir şekilde görselleştirmek çok işlerine yaradı. Dersin, ödevlerin olmazsa olmazlarından biri manipüle edilmiş görsellerdi ve bunlar bir problem çözümü, analitik düşüncenin temsiline dönüştü. Öğrenciler çok iyi ödevler çıkardılar ve zevk alarak yaptılar.

Mimarlık öğrencileriyle diğer alanlardan gelen öğrenciler arasındaki farklar nedir?

Sadece benim dersim dahilinde konuşabilirim ama mimarlık öğrencileri analiz kısmında diğer öğrencilere göre daha çok zorlandılar. Haritalama ve görselleştirme kısmını çok iyi yaptılar. Mekan okumak, mekanla ilişkilendirmek konularında harikaydılar ama analitik kısımda zorlandılar, pek çok şeyi daha biçimsel düşündüler. Bu da en başta konuştuğumuz stüdyo merkezli yapının başka bir görünümü diye düşünüyorum.

İlerleyen dönemlerde dersi değiştirmeyi düşünüyor musun yoksa daha organik mi ilerleyecek?

Dersi Türkiye’deki fen-edebiyat fakültesinin muadili olan birimden verdim, mimarlıktan açılmamıştı. Oradan kalıcı bir derse dönüştürme talebi var. Ben bunu lisansüstü seviyesinde de vermek istiyorum. Son sınıf lisans seviyesinde bence çok güzel oldu ama lisansüstü dersinin projeleri bambaşka çıkacaktır. Geçen dönem doktora öğrencileriyle yaptığım gibi lisansüstü öğrencileri kendi projeleri üzerine çalışırlarsa bence çok ufuk açıcı bir ders haline gelebilir.

Alt metinde bundan bahsettik ancak dijital beşerî bilimler araç/yazılımlarının akademik ortam dışında genel kitleye hitap etme potansiyeli nedir?

SpatioScholar’ı birbirinden farklı ortamlarda farkı gruplara sunmak bu konuda ufuk açıcı oldu. Mimarlık ve sanat tarihçilerinin bulunduğu bir ortamda sunarsam bunun alan açısından önemi nedir, neler yapılabilir, potansiyelleri nedir gibi sorular soruluyor. Fakat eğer sunduğum grup bu spesifik alan dışındaysa insanlar farklı bir ilgi gösteriyorlar ve deneyimlemek istiyorlar. Benim alan dışında aldığım dönüşler herkese hitap ettiği, özellikle de tarihsel bilgiyi genel topluma daha kolay erişilebilir hale getirebileceği yolunda.

Ayrıca bu tür kesişimler bilimsel bilgi veya eğitim dışı alanlarda da ilgi görüyor. Örneğin İstanbul Tasarım Bienali için “[AI]stanbul: Makineye Öğretmek” adlı Ersin Altın’ın fikir babalığını ve liderliğini yaptığı disiplinlerarası dijital bir iş tasarladık (ekibin ben ve Ersin dışındaki elemanları Augustus Wendell, Amy K. Hoover). [AI]stanbul, İstanbul’u öğrenmek için yapay zeka kullanan bir makine olarak kurguladık. Sergi katılımcılarının [AI]stanbul’un dokunmatik ekranına girdikleri İstanbulla ilgili veriler, işin ikinci bileşeni olan “Karatahta” tarafından analiz ediliyor ve görselleştiriliyor. Ekrana girilen gündelik alışkanlıklardan türetilmiş coğrafi konumlamaya dayalı veri, makinenin öğrenme algoritmalarınca değerlendirilerek bir İstanbul haritası üzerinde değişken modlara çevriliyor. Yapay zekâ, katılımcılarla gerçekleştirdiği diyaloglardan temel bileşen analizi ve Markov zinciri gibi yöntemler kullanarak yeni seyahat rehberleri, yeni rutinler ve yeni hikâyeler üretiyor. Bu iş Bienal’deki bir grup başka iş ile birlikte önce Fransa’da Luma Arles Sanat Merkezi’nde sergilendi. 2019 yazında da Belçika’da C-Mine’da gösterimdeydi.

Dijital teknolojiler tarih, mimarlık/sanat tarihi gibi alanlara görece yeni girdi. Fanatikleri olduğu kadar kritikleri de çok. Ben bu iki duruş arasında hala araştırılmayı ve denenmeyi bekleyen pek çok potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Benim çalışmalarım bu potansiyeli mimarlık/sanat/kent tarihi çalışmaları için faydalı hale getirmenin yollarını arıyor denebilir.

Burçak Özlüdil Altın’ın yayınlarına ve çalışmalarına kendi sitesinden ulaşabilirsiniz: https://burcakozludil.com/

Etiketler

Bir yanıt yazın