“Mimarlığın Keyifli Kısmında Kalmak İstiyorum, Büyük Patron Olmayı Hedeflemiyorum”

Yeni ofis açan genç mimarların derdini dinlemeyi hedefleyen "Buralarda Yenisiniz Galiba?" serisinin ikinci durağı Gülnar Ocakdan Architecture.

Mahal Mimarlık ile taze mimarların deneyimlerini konuştuğumuz keyifli sohbetin ardından, yeni ofis açan genç mimarların sorunlarına eğilen bir seri başlatmak istedik ve sıradaki durağımız GOA oldu. 2013’te Gülnar Ocakdan tarafından kurulan GOA, kollektif bir ofis yapısına sahip. Yaşadığı tüm zorluklara rağmen kendi ofisine sahip olmayı bir özgürlük alanı olarak değerlendiren Gülnar, yurtdışında edindiği iş tecrübelerinin altyapısıyla yoluna devam etmek istiyor. Şimdi dilerseniz GOA’nın kuruluş sürecinde ve sonrasında Gülnar Ocakdan’ın deneyimlerine kulak kesilelim.

Bahar Bayhan: Öncelikle biraz seni tanıyalım mı?

Gülnar Ocakdan: 2007 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nden mezun oldum. Sonra İTÜ’de iç mimarlık üzerine yüksek lisansa başladım. Okuduğum bölüm (IMIAD – International Masters in Interior Architectural Design) uluslararası bir bölümdü, ve bu süreçte eğitimin bir kısmı Avrupa’da anlaşmalı okullarda sürdürülüyordu. Ben de bu süreci Stuttgart’ta Fachochschule für Technik’de geçirdim. O sırada Mete Arat’la ASP Architekten’de staj yapma fırsatı buldum. Sonra onlardan gelen bir iş teklifiyle orada gerçek anlamda çalışma hayatına başladım ve yaklaşık üç sene orada kaldım. Bir anda kendimi uluslararası büyük ölçekli çalışmaların içinde buldum. 3 sene sonra hayatıma nerede devam etmek istediğimle ilgili bir eşiğe geldim. Artık bir yol haritası çizmem gerek kendime diye düşündüm ve bu işe Türkiye’de devam etmek istediğime karar verdim. Bu birikimlerimi, tecrübelerimi Türkiye’de kullanmalıyım dedim. Fakat meslek hayatıma Almanya’da başladığımdan, Türkiye’deki çalışma şartlarını çok iyi bilmiyordum. Burada da işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmeli ve piyasayı tanımalıyım diye 2,5 sene kadar da burada çalıştım. Mezun olduğumdan beri hep kendi ofisimi kurmak kafamın bir kenarında vardı ve 6 senelik bir tecrübe sonunda 2013’te GOA’yı kurdum.

“Almanya’da kimse sizi ne kadar çok iş yaptığınızla ilgili takdir etmiyor, yaptığınız işin niceliği değil niteliği önemli.”

Almanya’daki deneyimlerinin sana katkısı neler oldu?

Orada işe büyük projelerle başlamak bana çok şey kattı. Çok fazla insanla irtibatta olma şansım oldu, aynı zamanda uluslararası yarışmalar da çok yapıyorduk; Polonya’da İkinci Dünya Savaşı Müzesi, Kiev’de stadyum, Çin’de kentsel dönüşüm projesi gibi projeler yapıyorduk. Almanya’da birçok iş yarışmalar aracılığıyla veriliyor, bu anlamda daha adil bir mimarlık ortamından söz etmek mümkün.Benim de ilk gerçekleşen projem yine bir yarışma sonucu kazandığımız Coburg’da bir spor kompleksi oldu. Genç yaşta bir mimar olarak yabancı bir ülkede bir projenizin hayata geçirilmesi çok motive edici. Ofisimiz yaklaşık 40 kişilik bir ofisti ama projelerimize dahil olan statik mühendisinden peyzaj mimarına kadar hepsi çok donanımlı, yaratıcı insanlardı. Çok etkileşimli ve uluslarası bir ortamdı, hatta oradayken Türkiye ile de iş yapıyorduk. Türk Telekom Arena stadı da bunların arasında en önemlisidir. O yüzden benim için okul gibi bir ortam oldu. Almanya’yla hem iş yapış şekli hem de mimarlık kültürü anlamında çok farklıyız. Buraya döndüğümde önce biraz bocaladım. Burada gerçekten çok yetenekli insanlar var fakat Almanya’da disiplin, koordinasyon ve doğru zamanlama çok çok önemli. Bu prensiplere sadık kalındığında ürettiğiniz tasarımın sonucunu da iyi alıyorsunuz. Bizde bu biraz eksik, süreçler ve sonuçlar çok bilinmeyenli denklemlere dönüşüyor. Almanya’da kimse sizi ne kadar çok iş yaptığınızla ilgili takdir etmiyor, yaptığınız işin niceliği değil niteliği önemli. Ama burada rekabet ortamı bunun üzerinden gidiyor bana göre, ne kadar çok iş yaptığınla orantılı, ofisden tam mesai bitiminde çıktın diye iş arkadaşlarının baskısı bile olabiliyor bazen.

Türkiye’ye döndükten sonra nerelerde çalıştın?

Türkiye’ye döndükten sonra bi süre arkadaşlarımla beraber yarışmalar yaptım. Daha o zamanlar kendi işini yapma konusunda uğraşlarımız vardı, kazandığımız ödüller de oldu fakat her zaman ilk girişimleriniz sonuç vermeyebiliyor. Sürekliliği sağlamak ve kendini finanse edebilmek zor. Ben de bi süre daha bir ofisde çalışmaya karar verdim ve 2,5 yıl kadar B‐Design’da çalıştım. Orada çalışırken de yine büyük ölçekli ve uluslararası işlerde yer aldım. Türkiye’de, Irak’da, Arabistan’da projeler yaptık. Almanya’da spor yapıları konusunda çok fazla tecrübe edinmiştim. B Design’da Özyeğin Üniversitesi Çekmeköy Kampüsü’nü yapıyorduk. Spor yapıları konusunda deneyimli olduğum için de Üniversite’nin spor kompleksi projesinin tasarımını ve yürütücülüğünü yaptım ArkiPARC’13’te ve International Property Awards’ta güzel ödüller de alan bir proje oldu, benim için çok önemli projelerden biridir bu anlamda.

Seni kendi ofisini açmanda ne tetikledi?

Özgür olmak mimarlık yaparken benim için en önemli motivasyonlardan biri. Çalıştığımız ofislerde bu özgürlük görece zor ulaşılabilen bir durum. Ofis hayatı bir süre sonra kısır döngüye giriyor ve tatmin etmememeye başlıyor. Yani bir kariyer hedefiniz, koyabileceğiniz bir üst nokta yok. Bunun bir üst noktası kendi işletmenizi kurmak. Tabii sonra da müşteri gibi başka etmenler giriyor özgürlüğünüzü etkileyen ama… (gülüyor) Diyorsunuz ki en azından bu benim maçım; zorluklarına da ben göğüs gereceğim, kabullenişiniz oluyor, çünkü meyvesini toplayacağınız umudu taşıyorsunuz.

“Ofisimi açma sürecinde bir akıl hocam olsun isterdim.”

Ofisini açma sürecinde neler yaşadın? Seni destekleyenler oldu mu?

Manevi desteğin dışında bir destek almadım açıkçası. Desteğe çok ihtiyacım oldu doğrusu. Sadece kendi isteğim,hevesim, inancım ve bu yönde biriktirdiğim deneyimler vardı. Bu anlamda bir akıl hocam olsun isterdim açıkçası. Çünkü mimarlık ofisi açtığınızda sadece mimarlık yapabileceğinizi zannediyorsunuz ama öyle bir şey yok! Finans bilginiz olması gerekiyor, yöneticilik bilmeniz gerekiyor, PR işin en önemli kısmı, yeri geliyor insan kaynakları… Yani büyük şirketlerde olan departmanları sizin küçük küçük kendi bünyenizde taşıyor olmanız gerekiyor. Tek kişilik şirketlerde bu role “superstar” deniyormuş, sonradan öğrendim (gülüyor). Ama bizde böyle bir nosyon olmadığı için veya eğitimimizden de böyle bir altyapı gelmediği için biraz deneme yanılma yöntemiyle öğreniyoruz. Biraz girişimci ruhu taşımanız gerekiyor. O anlamda zorluklar yaşadım, sürekli arkadaşlarıma sorarak, düşe kalka, hata yapa yapa öğrendim, hala da öğreniyorum.

Odaların bu yönde bir katkısı olmuyor mu?

Maalesef. Hep kendi çevremdekilerden öğrendim. O anlamda arayışlarım oldu, dernek vakıf vs. gibi kapısını aşındırabileceğim, beslenebileceğim kurumlar ama ben bulamadım açıkçası. Herkes kendi çevresinden öğrenmeye çalışıyor. Böyle bir şeyin eksikliği var bence. Sadece Mimarlar Odası değil, SMD’lerin ve üniversitelerin de katkısı olabilir bu anlamda.

“Kendi ofisinizde daha çok sorumluluğunuz var ama çocuğunuz gibi olduğu için sıkıntıları göğüslemek daha kolay oluyor.”

Başka birinin ofisinde çalışmakla kendi ofisinde çalışmak arasında nasıl farklar var sana göre?

Başka birinin ofisinde çalışmak, daha önce de bahsettiğim gibi özgürlüğünüzü biraz kısıtlayan bir durum. Karar mercii olabilme, olamama durumu söz konusu; projenizde ne kadar söz sahibisiniz, ne kadar hakimsiniz. Değerlerinizin de o ofisle örtüşmesi çok önemli. Bir de karşılığını alıp alamama durumu var. Yani yaptığınız projeler ofise bir değer katıyorsa, geri dönüşleri çok iyi oluyorsa bunun karşılığını motivasyon anlamında almalı çalışanlar. Bir kariyer planı olması gerekiyor ama mimarlık ofisleri genelde daha butik ölçekte ofisler olduğu için böyle bir şey de vadedemiyorlar. Türkiye’de kurumsal olabilen mimarlık ofisleri çok az sayıda. Dolayısıyla bir süre sonra yetmemeye başlıyor, sizi tatmin etmemeye başlıyor yaptığınız iş. “Ben bunu zaten yapabiliyorum, o zaman kendim yaparım” diyorsunuz. Kendi ofisinizde daha çok sorumluluğunuz var ama kendi çocuğunuz gibi olduğu için sıkıntıları göğüslemek daha kolay oluyor. Daha çok sabrediyorsunuz. Bir de zamanınızı istediğiniz gibi kullanma özgürlüğü de bence çok güzel.

“Mimarlık yapan insan sorumluluk almak istiyor, tasarım yapmak istiyor, söz sahibi olmak istiyor…”

Peki, “özgürce tasarım yapmak” derken neyi kastediyorsun?

Bir mimarlık ofisinde çalışarak da özgür tasarım yapılabilir ama bu o ofisin yapısında ve değerlerinde, olması gereken bir şey. Kabul etmek gerekir ki mimarlık bir ekip işi. Her ne kadar bunu bilsek de egoların yüksek olduğu bir mesleğimiz olduğundan çalışma ortamları kişiler arası çatışmalara döndüğü zaman o özgürlük ortamı kalmıyor; benim sözüm önemli senin sözün önemsiz gibi durumlar yaşandığında iş kişiselleşmiş oluyor. Egosuz ofis de gördüm, egolu ofis de gördüm; işleyiş olarak egosuz bir ofisin çok daha verimli olduğunu söyleyebilirim. Plazalarda, büyük şirketlerde bir hiyerarşi var ama mimarlıkta çok da hiyerarşiden söz etmek mümkün değil çünkü zaten asıl o hiyerarşi bozuyor çalışma ortamlarını.

O noktada en önemli şey çalışanların moral motivasyonunun yüksek olması, mimarlık yapan insanların sadece maddiyatla beklentilerini karşılayamıyorsunuz. Mimarlık yapan insan sorumluluk almak istiyor, tasarım yapmak istiyor, söz sahibi olmak istiyor. O yetkileri verdiğiniz zaman daha çok verim alıyorsunuz bence.

Burada yapmaya çalıştığın mimarlığı nasıl anlatmak istersin?

Ben mimarlığın biraz daha keyifli bir kısmında kalmak istiyorum; biraz da romantik ve idealist buluyorum kendimi. Büyük patron olayım, emrimde 100 tane çalışan olsun değil de yaptığım iş butik bir iş de olsa gökdelen de olsa içinde bir karakter olması, bir yaraya parmak basması, belki bir yenilik getirmesi, öncü olması,benim için önemli. Beni tatmin eden, mesleki tatminimi sağlayan şeylerden biri bu. O anlamda projeyi ölçek veya konu olarak değil de nitelik olarak ayırmaya çalışıyorum. Tabii yeni açılan ofislerde çok fazla “ben bu projeyi istemem, o projeyi çizmem” deme şansınız olmuyor. Ama hedeflediğim nokta, geçici değil kalıcı ve insana değer veren bir mimarlık yapmak.

Bugüne kadar nasıl çalışmalar yürüttün?

GOA’yı kurduktan sonra yaptığım işler arasında konut, restoran, klinik, hastane bölümleri gibi çalışmalar var. Onun dışında mimari yarışmalar da yapmaya çalışıyoruz. Zaten kolektif bir ofis ortamımız var, başka ofislerle, başka arkadaşlarımla da işbirliği yapabildiğim ortamlar kuruyorum. Başka iş ortaklarıyla çalışmak vizyonumu da geliştiriyor. Yeni kurulan bir ofisin kendini yürütme gibi kaygıları çok olduğu için sadece yarışmalara odaklanamıyoruz, bir taraftan da iş peşinde koşmamız gerekiyor açıkçası.

İş alma sürecini nasıl ilerletiyorsun?

Benim için hala deneysel bir konu (gülüşmeler). Tabii bizde en önemli olan şey referans, yaptığınız işler beğenildiği zaman işler geliyor. Onun dışında bizim piyasamıza yakın, gayrimenkul piyasası gibi, iyi kontaklar edinmeye çalışıyorum. Bir şekilde o networku oluşturuyorsunuz. Çevrenizdeki insan ağı potansiyeli çok önemli bir faktör ve sıfırdan bir iş çevresi yapıyorsanız insanların güvenini kazanmak için daha çok uğraşmanız gerekiyor. Yani yaptığımız işlerle ilerliyoruz. Başka yapacak bir şeyimiz yok mimar olarak. “Ben çok iyi mimarım” diyerek iş alamazsınız, yaptığınız işleri göstererek iş alabilirsiniz. Bu anlamda yurtdışı tecrübelerimin ve bu nosyonumu sürdürmenin de faydalarını görüyorum.

Uygulamaya geçirdiğin projelerin var mı?

Evet uygulamaya geçen projelerim oldu, birçoğu da iç mimari projelerdi. İç mimari projelerin güzel yanı, uygulamaya çabuk geçmeleri. Sonuç ürüne çabuk ulaşabildiğiniz için tatmin edici bir yanı var. Bursa’da bir villa projesi yaptım, diş hekimi kliniği, balık restoranı gibi projelerim gerçekleşti. Bir hastanede iki farklı bölümün iç dekorasyonunu yaptım. O da kendi vakasında farklı bir durum aslında. Çünkü bir üniversite hastanesi idi, bilirsiniz devlet hastanelerinde bütçe sıkıntıları oldukça fazladır. Orada bazı renovasyonlar yaptık. Benim de, onların da özveride bulunduğu bir proje idi. Benim için şöyle eğitici bir tarafı oldu, orada çalışan insanların motivasyonlarının, ruh hallerinin, iş verimliliklerinin ne kadar değiştiğini gözlemleme şansım oldu. Küçük bütçelerle de mekan tasarlanabileceğini göstermiş olduk. O anlamda benim için küçük ama hastane için büyük bir iş oldu (gülüşmeler).

Koop Mimarlık’la beraber yapmış olduğumuz bir de cami projesi var İzmit, Kandıra’da. Şu anda da piyasada bilinen bir inşaat firması için yapmakta olduğumuz bir otel ve bir de rezidans konsepti gerçekleşme aşamasında. Bu da bittiğinde güzel bir iş olacak.

“Müşteriler ‘yap ta bir görelim’ diyorlar, sonra proje bedelini ödemek istemiyorlar.”

Peki, şimdiye kadar müşterilerinle veya diğer aktörlerle ilişkilerinde nasıl deneyimler edindin?

Benim en çok deneyimlediğim şey, “önce bir yap ta görelim” kısmı. Kimse başta bu işin adını koymak istemiyor, önce projeyi yapıyorsunuz, ondan sonra beğenirlerse işi yapma fırsatı buluyorsunuz. Ama siz ona bir emek harcıyorsunuz, yeri geliyor para harcıyorsunuz sonra da biz vazgeçtik veya başkasına yaptırdık dendiğinde bu büyük bir haksızlık oluyor. Ama artık yapmamaya çalışıyorum bu tip şeyleri, yeni başlayanlara da yapmamalarını tavsiye ediyorum. Mesela bir müşterimle şöyle bir durum oldu, yine “yap ta bir görelim” le başladık projeye. Ben de bir konsept tasarladım, bizzat kendim sundum, çok beğendiler, “sen bunu gönder biz bir düşünelim” dediler. Ben de “gönderirsem bedelini almak zorundayım” dedim.”Ama başka mimarlık ofisleri gönderiyor” dediler. Ben de “onların da göndermemesi lazım çünkü siz bir hizmet satın alıyorsunuz ve bunun bedelini ödemeniz lazım” dedim. Bunun üzerine “ama size ödersek bu sefer diğerlerine haksızlık olur” dediler (gülüşmeler). Yani o kadar etik düşünüyorlar ki… Hepimize haksızlık yaptıklarının farkında değiller. Saygınlık kazanmak için baya bi uğraşmanız gerekiyor. Yaptığınız şeyin hobiniz değil, para kazandığınız işiniz olduğunun insanlar çok farkında değil. Bu biraz duruşla ilgili, iş ve para odaklı ilerlediğiniz zaman biraz mimarlıktan ve karakterinizden ödün vermeniz gerekiyor. Ama biraz sabredip kendi tavrınızı koyup ilerlerseniz insanlar o şekilde size gelmeye başlıyor.

Belki genç olduğun, belki kadın olduğun için farklı muamelelerle karşılaştığın oldu mu?

Tabii ki zaman zaman hissettirildiği durumlar oluyor. Kadın olmaktan çok gençlikle ilgili sorunlarla karşılaştım. Sizin yaptığınız işlerin niteliğine değil de ne kadar uzun süredir bu işi yaptığınıza bakıyorlar. Örneğin müşterinin üretim ekibi ’30 senedir bu işin içindeyim diyerek’ sizin mimarlığınızı ezip müşteriyle birebir ilişki kurmaya çalışıyor. O pahalı olur, böyle yaparsak sizin için daha uygun olur gibi müdahalelerle yaptığınız işi bozmaya çalışabiliyor. Bu da işin profesyonelliğine zarar veriyor. Dolayısıyla biraz gençlikle ilgili sorunlar söz konusu. Sanki belli bir yaş var, herkes o yaşta iş yapıyor gibi düşünüyorlar, ortalama 40, onları ciddiye alıyorlar gibi bir durum var. O noktada da ne kadar sağlam durduğunuz önemli oluyor. İnşaat sektörü erkek egemen bir sektör ama kadın girişimcileri takip ediyor ve onları örnek almaya çalışıyorum. Sadece mimarlık alanında değil Türkiye’de gerçekten taşı sıkıp suyunu çıkaran kadınlar var. Onları gördükçe ben de kendimi güçlü hissediyorum.

Tek başına mı çalışıyorsun?

Benim dışımda şu anda sabit bir çalışanım var ve dönemsel stajyerlerim oluyor. Genelde proje bazlı büyüyüp küçülmeyi tercih ediyorum çünkü sabit eleman çalıştırmak çok makul olmuyor. Hem proje akışını bilemiyorsunuz, bir an çok iş olabiliyor bir an hiç iş olmayabiliyor. O yüzden esnek tutmak biraz daha mantıklı geliyor. Birçok ofis öyle yapıyor, dışarıdan destek alıyorlar.

“Kendi ofisinizi açtığınızda kısa sürede çok fazla şey öğrenmeye başlıyorsunuz.”

Şimdiye kadar geldiğin nokta seni tatmin ediyor mu? Mesela iyi ki kendi ofisimi açmışım mı diyorsun yoksa biraz daha pişmiş olmam gerek diye mi düşünürsün?

İyi ki kendi ofisimi açmışım diyorum çünkü dediğim gibi Almanya’da ve Türkiye’de, birçok deneyim kazandım ve ne kadar deneyim biriktirirsem o kadar değerli diye düşünürdüm. Ama işin içine girince çok kısa sürede çok daha fazla şey öğrenmeye başlıyorsunuz. Teknik anlamda söylemiyorum ama ofis yürütebilmek, işlerin gidişatı, durumun yönetilebilmesi, müşteriyle ilişkiye girebilmek… Bunları çok daha hızlı öğrenebiliyorsunuz. Ben yeni ofis açanları da destekliyorum. Zor bir şey, cesaretli olmak gerekiyor belki de başaramayacaksınız ama yapmak isteyenler de bence desteklenmeli. Mesela yeni açılacak ofislere destek olabilecek birileri, kurumlar, deneyim paylaşım platformları, workshoplar vs. olsa çok güzel olurdu.

“Müşteriler ‘farklı bir şey olsun diye yabancı mimarla çalıştık’ diyorlar ama aynı inisiyatifler Türk mimarlara tanınmıyor.”

Türkiye’deki sektörü olumlu‐olumsuz nasıl değerlendirirsin?

Hepimizin de izlediği gibi son yılllarda inşaat sektörü ekonominin lokomotifi. Bu anlamda biz mimarlara çok fazla iş imkanı doğdu ama ne kadarı nitelikli, tartışılır. Mesela Almanya’da 3 senede yaptığımız projeyi burada 1 senede yapıyorlar. Dolayısıyla işin niteliği de, sürdürülebilirliği de ona göre değişiyor. Bu da çok fazla prototip proje yapılması sonuçları doğuruyor. Birbirini tekrar eden konutlar, hastaneler, oteller görüyoruz. Çünkü çok kısa sürelerde çok büyük işleri bitirmeniz bekleniyor. Zaten yönetmelikler çok sınırlı. Bazı müşterileri görüyorum mesela, “farklı bir şey olsun diye yabancı mimarla çalıştık” diyorlar. Yabancı mimara gelince inisiyatifler artıyor, ama Türk mimara gelince zaman kısıtlı, para kısıtlı. Rekabet ortamlarını destekliyorum ama haksız rekabete dönüşmemeli, aynı şartlarda rekabet olmalı. Yani yurt dışından gelen bir konsept projeye sınırsız bütçeler ayırıp sonra Türkiye’deki uygulama ofisine aynı şekilde davranmamak şartları dengesizleştiriyor.

Türkiye’de örnek aldığın mimarlar var mı?

Ben mimari projelerin ölçeğinden çok çevresine sağladığı katma değeri önemsiyorum. Yani “100 tane çalışanım var, bunların parasını nasıl ödeyeceğim?” gibi düşünerek mimarlıktan soyutlanmış bir patron şeklinde değil de her daim bilfiil içinde kalarak mimarlık yaparak ofis yürütmek benim hayalim. O noktada da Nevzat Sayın, Can Çinici, Han Tümertekin gibi piyasayı domine etmeyen ama marka değeri olan mimarları ve ofislerini beğeniyorum.

“Kolektif çalışma ortamları geleceğe dönük ofis profilleri bence.”

Projelerinde kriterlerin neler?

Müşterilerle gerekirse kıran kırana mücadele ediyorum. Çünkü projenin yüzde yüze yakınının gerçekleşmesi benim için çok önemli. Bu konuda biraz fazla özverili davranıyorum, detaylarıyla çok uğraşıyorum, işi şansa bırakmak, ustanın ya da sürecin kaderine bırakmak istemiyorum. Bence mimarların hepsinin bu titizlikte proje yapıyor olması lazım. “Kabuğunu ben tasarladım gerisini başkası tasarlasın” değil, bir projenin mimari, iç mimari hatta peyzaj projesi bile aynı ekipten çıkmalı bence. Çünkü hepsi bir bütünsellik içeriyor. Son takılan kapısını, serilen halısını da görmek isterim yani. Şimdiye kadar içinde yer aldığım projeler hep böyle oldu. Mümkün olduğunca başından sonuna kadar projenin içinde bulunmak istiyorum.

Geleceğe dair planların neler?

Şu an kolektif atölye ortamları çok ünlü, biliyorsun. Bizim ofis ortamımız da aynen bu kollektif yapıda 6 ofisden/ mimardan oluşan bir ortam. Herkes mimar, fakat uzmanlık alanlarımız farklı ve birbirimizden öğrenebiliyor, ortak projeler gerçekleştirebiliyoruz. Keşke daha da çok büyüse. Bunu sürdürmek isterim çünkü birbirinden beslenen atölye ortamlarının olduğu, dayanışmanın olduğu ofis ortamı geleceğe dönük bir ortam. Herkes tek başına var olmaya çalışıyor ama bu çok zor, bu durumda bazen müşterek ilişkiler kurmanız gerekiyor. Dolayısıyla kolektif çalışma ortamları geleceğe dönük ofis profilleri bence. Bu anlamda doğru bir şey kurduk diye düşünüyorum.

Etiketler

Bir yanıt yazın