“Mekân Oluşturmak, Zekâ Oluşturmakla Aynı İşleve Sahip”

20 Eylül’de Mixer’de açılacak o+oma+a sergisinde* yer alan sanatçılardan biri olan Oğuz Emre Bal ile sanatı ile mimarlık geçmişi arasındaki ilişkiyi ve güncel sanatın teknoloji ile ilişkisini konuştuk.

2017, İçlek projesiyle, ArtBizTech’in düzenlediği bang. Art Innovation Prix’ye layık görülen Oğuz Emre Bal, 2012’de İTÜ İç Mimarlık Bölümünden mezun oldu. 2015 yılında İTÜ Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’nı tamamladı. 2015 – 2017 yılları arasında GAD | Global Architectural Development ofisinde iç mimar olarak çalıştıktan sonra UN10 Design şirketini kurdu. Aşağıdaki söyleşiye konu olan İçlek projesi ve dijital sanat üzerine olan çalışmaları ile yine 2017’de İTÜ Çekirdek Erken Aşama Kuluçka Merkezi’ne kabul aldı.

GAD’da çalışan bir iç mimarken, yolunu ve kariyerini sanata doğru çevirdiğin bir hikayen var. Bu süreçten biraz bahseder misin?

Öncelikle bu süreç GAD’dan çok daha önce başladı ama GAD’da Akmerkez Wepublic gibi deneysel projelerde düşüncelerimi deneme fırsatım oldu. Genel olarak evrimleşebilen mimari yapılar hakkında bazı araştırmalarım ve öngörülerim var. Çünkü iç mekanlar, anne karnındaki cenin gibi yapılar. Mekanlarla insanlar kurdukları bağlarla birbirlerini geliştiriyorlar. Ben bu araştırmaları yaparken bir süre sonra, mimari mekanların bütünü kavramam için iyi bir referans noktası olabileceğini ama bütünü kavramak için daha büyük ölçekten bakmak gerektiğini, hatta mümkünse soyut, somut, duygusal, akılcı, rasyonel, irrasyonel bütün ilişkilerin konuya dahil edilmesi gerektiğini fark ettim. Sanat bu aşamada yardımıma koştu. Sanatın özgür bakış açısı, cevabını aradığım sorulara daha geniş ölçekten bakmamı sağladı. Hatta henüz cevabını ararken yeni soruların gelişmesine bile olanak sağladı.

İçlek çalışması bu soruların içinden türedi ve asıl şeklini geçtiğimiz 8 ayda aldı. İçlek beni, insanlar için tasarlanan mimari mekanlardan, her şey için tasarlanan mekanların fikirsel altyapısına geçmeme yardımcı oldu. Başka bir deyişle, mimarinin bir işlevi olan “mekân tasarımı” görevine, “neden mekân tasarlarız?” sorusuyla, daha geniş bir ölçekten bakmak istedim. “Her şeyin mekânı” dememin sebebi de bu.

“Bilginin kaynağını değiştirerek, bedensel deneyimi farklılaştırmayı ve çeşitlendirmeyi amaçladık.”

Mimarlık geçmişinin, sanatını ve İçlek’i nasıl etkilediğini düşünüyorsun?

Yaptığımız işlerde geçmişimizin daima izleri oluyor. Ben bir mimarım ve her şeye mekân ve onun oluşumu üzerinden bakıyorum. Belki makine mühendisliğine devam ediyor olsaydım, evrimleşebilen, yapay zekaya sahip makinalar yapmaya uğraşıyor olabilirdim ama ben mimariyi seçtim ve her şeye mekân ve onun oluşumu üzerinden bakıyorum. Varoluş ve evrimi mimari tasarımdan elde ettiğim bilgi ile yorumluyorum.

Lisansımı iç mimarlık üzerine yaptığım için “iç” ve “dış” arasındaki ilişki benim için her zaman önemli oldu. İçlek kelimesi de buradan geliyor. Dışı olan her şeyin bir içi olduğunu; iç ve dışın birbirlerini etkileyerek değiştirdiğini ve evrimleştirdiğini düşünüyorum. Hayat da bu iç ve dış arasındaki boyutlarda şekilleniyor. Örneğin bebek olarak doğduğumuz dünyada, o günden bugüne yediğimiz ve içtiğimiz soluduğumuz her şey bizi bu günkü bedenimize evrimleştiriyor. Biz dönüştükçe, dünya da bizim etkimizle yeniden şekilleniyor ve kendini yeniliyor. Aynı şey mimari mekanlar için de geçerli. Mesela ilk defa bir mekâna giriyorsanız oradan asla aynı insan olarak dışarı çıkamıyorsunuz. Siz mekândan bir şeyler almış, mekâna da bir şeyler vermiş oluyorsunuz. Dolayısı ile mekândan çıktığınızda artık siz de dışı içten edindiğiniz bilgi ile değiştiriyorsunuz. İç ve dış arasındaki bu etkileşim temel olarak evrimi oluşturuyor.  Evrimin miktarı oluşan etkileşim ve harcadığınız zamanla doğru orantılı değişiyor.

Bu duruma çok daha soyut olarak bakarsak, aslında herhangi bir şeyi dışarısı ile ilişkisini koparmadan kapattığınızda, kapattığınız ortam dışarının fiziksel ortamı ile aynı ama dışarıdan izole edilmiş bir yapı oluşturuyor. Bu fiziksel ortam dış dünyadan bağımsız dış dünyanın simüle edilebileceği bir alandır artık. Bu sayede yarı-izole bir ortamda dış dünyanın geleceğini ne yönde evrimleşeceğini simüle edebilirsiniz. Bu da demek oluyor ki eğer bedeniniz varsa zekanın oluşması kaçınılmazdır. Yani, mekân oluşturmak aslında zekâ oluşturmanın ilk parçalarından biri olabilir. Mekânın içiyle dışındaki ilişkiler karmaşıklaştıkça aynı zamanda zekâ da o derecede daha iyi evrimleşebilecektir. Kısacası temel olarak mekân oluşturmak, zekâ oluşturmakla aynı işleve sahiptir diyebiliriz.

Durum böyleyken bana göre mimarlığın ne ifade ettiği bütün sanatımı da etkiliyor. Bana göre mimarlık kültürü özünde “insanlar için mekân oluşturma” fikrinden yola çıkmaktadır. Bunu da insanların o mekânda yaşaması planlanan deneyimleri şekillendiriyor. Bu durumda kişisel/bedensel deneyimler, mimari mekân tasarımında ve mekânın bilişsel dünyamızda kurulmasında anahtar rol oynuyor. Yani mekân, var olan tasarımına paralel olarak, aynı zamanda kullanıcısının bedeninde o mekânı her an yeni bir bilgi olarak evrimleştirip yeniden kuruyor. Merleau-Ponty’nin de dediği gibi, mekanların kendi tasarımının yanında, insan bedeni, mekânın asıl kurulduğu yer oluyor. Başka deyişle, mekândan edindiğimiz deneyimler, bedenimizde yorumladıktan sonra o mekânın bizdeki anlamının kurulmasını sağlıyor.

İçlek çalışması bu bağlamlarda ürettiğim bir çalışma. Bedensel bilginin kaynağını değiştirerek, bedensel deneyimi farklılaştırmayı ve çeşitlendirmeyi amaçladık. Bunu sağlamak içinse yeni nesil medyayı ve teknolojileri kullandık çünkü yeni nesil medya imkanları ile gerçekliği istediğimiz kadar esnetebiliyoruz. Dahası bütün gerçekliği yeniden programlayabiliyoruz. Bu da bedensel imkanların yeni bir boyuta geçmesini sağlıyor.

Eserler üç gerçeklik katmanından oluşuyor. Birinci gerçeklik katmanı, eserlerin fiziksel özelliklerini deneyimlenebildiğimiz bu dünyaya ait. İkinci gerçeklikte artırılmış gerçeklik kullanıyoruz; gerçek ve sanal dünya arasındaki köprüleri kuruyoruz. Üçüncü gerçeklik katmanında ise fiziksel dünyanın sınırlarından tamamen kopup kendi ürettiğimiz gerçekliğin içinde yeni bedensel deneyimler üretiyoruz.

Yeni nesil teknolojilerle başka bedensel imkanları simüle etme şansı da mevcut. Gelecekte -Avatar filmindeki gibi- bir bedenden diğer bedene girebiliyor olacağız. Bu projede biraz bu durumun getireceği mekân deneyimi kurgulandı. Buna göre, bedensel imkanların değiştirilmesi ile mekânsal deneyimin farklılaştırılması amaçlandı. Örneğin İçlek – Wormholes temasında, bir elma kurdunun bir elmaya işlemesi bu metaforlardan biridir. Kurt elmayı yedikçe elma içinde kendi mekanını oluşturur ve yaptığı hareket deneyimi mekanının kurulmasına yardımcı olur. Kurdun elmaya girmeden önceki hali ile elmadan çıktığı hali asla aynı değildir. Aynı durum elma için de geçerlidir. İçi ve dışı kurt yardımı ile etkileşime geçmiştir ve artık kurtlu elmadır. Wormholes çalışmasında sanal gerçeklik yardımı ile artık o kurt siz olursunuz ve mekânınız da evren oluyor.

Mimarlık geçmişin, yeni teknolojilere dair ilgin ve sanat edimini sergilemeye başlaman İTÜ’deki kuluçka süreciyle tam olarak bir araya gelmiş gibi duruyor. Bir sanat veya tasarımcı için biraz sıra dışı sayılabilecek bu ortamda yaptığın çalışmalardan bahsedebilir misin?

İTÜ Çekirdek’de bulunduğum ortam mühendislik ağırlıklı bir oluşum. Avantajlı yanı, yeni nesil teknolojilere çok hızlı bir biçimde ulaşabiliyorsunuz; dezavantajlı yanı ise her şeyin bir işlevi olduğu rasyonelliğinde, doğrusal bir bakışa sahip ortamda çalışıyor olmanız. Oysa ki, dünya yalnızca sayılardan ve kodlardan oluşmuyor. Özellikle insanın böyle bir şey olduğunu hiç düşünmüyorum. İnsan için gelişme bilimin ötesinde, insan olma durumu ile alakalı…

Bu açıdan baktığımızda, insanlar için yeni bir değer ve fayda üretmeyi amaçladığımız bu ortamda, benim İTÜ Çekirdek’ten, İTÜ Çekirdek’in de benim gibi düşünen birinin varlığından karşılıklı fayda sağladığını düşünüyorum. Çünkü “nasıl yaparız?” kadar, “neden yaparız?” da  değerli bir soru. Maalesef İTÜ’de daha çok “nasıl yaparız” üzerine güçlü bir eğilim var ama “neden yaparız” üzerine çok durulmuyor.

İTÜ Çekirdek, 8 hafta boyunca, dünyaca ünlü bir girişimcilik eğitim sisteminin Türkiye koşullarına uygulanmış versiyonunu bize gösterdi. Bu eğitim, İçlek Projesi’ne daha önce baktığım mimarlık ve sanat açılarından çok daha farklı bir bakış açısı ile bakmam için bir fırsat sağladı. Her zaman olguları, onu oluşturan durumlarla bütünsel olarak ele alınması gerektiğini düşünürüm ve kendimi bazı sınırlar (sanat, mimarlık, tasarım) çerçevesinde bu olgulardan soyutlamak yerine adapte etmenin doğru olduğuna inanıyorum. Bu çerçeveden düşündüğümüzde, eğitim sayesinde projenin ileride var olabilmesi için sürdürülebilir stratejiler geliştirdiğimize inanıyorum.

“Gelecekte, kendi karmaşık dünyamızı anlamak ve anlatmak için daha çok sanat eseri alacağımızı ve paylaşacağımızı düşünüyorum.”

Yaptığın sanat eserlerinin paylaşımı, sergilenmesi ve değerlendirilmesi konusunda ilerici ve deneysel bazı fikirlerin var. Bunlardan bahsedebilir misin?

Evet, arkasında bu kadar dinamik bir yapıyı, evrimi ve düşünceyi temsil eden bir eserin daimî bir şekilde kendini yenilemesi, olmazsa olmaz özelliklerinden biriydi. Bu amaçla eserlerin sürdürülebilir bir anlayışla kurgulanması, özellikle gerçekleştirmek istediğimiz amaçladığımızdan biriydi. Buna göre heykeller, eserlere paralel mobil uygulama yolu ile içeriğini devamlı yenileyebilen bir kurguya sahip. Siz bir kere eser satın aldığınızda, ben sanatçı olarak size her ay aldığınız eserin deneyimini yenileyeceğimi taahhüt ediyorum. Bir anlamd,a ben kendimi yeniledikçe eserim de kendini ve içeriğini yeniliyor. Bu bağlamda ürettiğim eserler, geleneksel sanat parçalarından biraz farklı. Picasso tablosu gibi, alıp duvarınıza astığınızda yıllarca aynı şeye bakmıyorsunuz. Bir süreç içinde o projenin gelişimini de görüyorsunuz. Bu noktada eserler yenilenebilir dijital sanat -renewable digital art- sınıfına giriyor diyebiliriz.

Aynı zamanda bu dinamik ve evrimleşebilen yapı, şu an içinde bulunduğumuz fiziksel ortamda üretemediğimiz bazı çözülmez noktalara sahipti. Örneğin katı fiziksel bir model, kendini devamlı yenileyecek bir malzemeye sahip değil veya her formun konvansiyonel kalıp yöntemleri ile üretilmesi mümkün değil. Özellikle “iç ve dış”ın bu kadar önemli olduğu bu projede, heykelleri el ile tek parça üretmek neredeyse imkânsız. Bu sebepten formlarımızı 3B baskı yöntemi ile ürettik. Aynı zamanda, fiziksel malzemelerin formlarını güncelleştirememesi durumunu da bir engel olarak görmedik ve yapmak istediğimiz mimarlığı, bilgisayarın ürettiği sanal ortamda simüle ettik. Aynı zamanda bedenle beraber her an etkileşebilmesi için mobil cihazlarda kullanılmasına önem verdik. Bu yüzden eserler 3B baskı ile üretildi ve üzerinde kendi gerçekliğimizi kurabileceğimiz farklı teknolojiler içeriyor.

Eserlerin değerlenmesi konusunda ise yine sanat marketindeki konvansiyonel yöntemler aşırı arkaik kalıyordu. İnternet ve mobil uygulamaların çağını yaşadığımız bu dönemde artık eski kuralların da değişmesi gerekiyor. Bu durum her alanda kendini hissettirmeye başladı. Bu biraz geç de olsa sanat piyasasına da yansımaya başladı ama tam anlamıyla değil. Türkiye’de çok yüksek olmasa da dünyada internet üzerinden sanat eseri satışlarında gitgide yükselen bir trend var. Özellikle 2015 yılında genel sanat piyasası gerilerken, internet üzerinden satılan eserler üzerinde bir artış var ve gelecekte bu sıçramada Y kuşağının büyük bir payı olacak. Geleceğin sanat ortamı mobil uygulamalar olacak diyebiliriz.

Bu alanda ileride yapmayı planladığımız yenilikler, mobil uygulamalar ve kullanıcıları arasındaki ilişkinin doğası ile yeniden şekilleniyor. Bu yeniliklerden birincisi sanat eseri ve onun alıcısı arasında ömür boyu sürecek bir bağ kurmaktan geçiyor. Çünkü sanat eseri internet alışveriş sitelerinde satılan herhangi bir ürün değil. Sanatçı ile esere bakan arasında bir köprü ve bir anahtar rolü var. Sanatsever kendi gözü ile sanatçının dünyasına bu eserler sayesinde giriyor. Bu durum çok özel bir bağ ve bu bağı güçlendirmeyi aradaki etkileşimi arttırmayı planlıyoruz.

İkinci durum ise yeni sanatçıların kendi hayatını sürdürülebilir bir biçimde devam ettirebilmesi durumu. Çünkü yeni nesil sanatçılar, girdikleri piyasada tanınmadıkları için çok yeni veya çok değerli bir eser yapmış olsalar bile piyasanın onlara biçtiği değer aralığına itiliyorlar genelde. Fakat, daha sonra eserleri kendilerinin değil başka kimselerin ellerinde değerlenip ilk alındığı gündeki değerlerinden çok farklı fiyatlara satılabiliyor. Bu değerlenme esnasında eserin ilk sahibi olan sanatçı, kendi reklamı dışında herhangi bir yeni kazanım elde edemiyor. Bizim oluşturduğumuz sistemde yeni nesil sanatçıların başarılı olmaları durumda yeniden kazanç elde edebileceği kısımlar da bulunuyor.

Üçüncü durum ise eserlerin kişiye özel olarak mobil uygulama aracılığı ile eşlenmesi. Bu sayede sisteme üye olan bütün kullanıcılar kendi aralarında eserleri mobil sistem aracılığı ile değiştirebiliyorlar, satabiliyorlar veya paylaşabiliyorlar. Gelecekte, kendi karmaşık dünyamızı anlamak ve anlatmak için daha çok sanat eseri alacağımızı ve paylaşacağımızı düşünüyorum.

Sanat eserinin güncellenebilir olması ve onun özgünlüğü/tekilliği arasındaki asimetri gelecekte nasıl bir sanat ortamına işaret ediyor sence?

Bu konu hakkında öngörüde bulunmak gerçekten çok kolay değil ama kavramlar üzerinden tartışacak olursak, bir gerçek var ki kavramlar üretildikten sonra bir daha kaybolmuyorlar. Devamlı yeni kavramlar üretiyorlar veya kendilerini yeni durumlara göre adapte edip rolünü değiştiriyorlar. Özgünlük ve tekilliği de bu çerçevede alabiliriz. Dijital dünya her ne kadar kopyalanır görünse de o da kendini farklılıklar üzerinden şifrelemenin peşinde. Çok değişik kriptolama yöntemleri var. Hatta bunlardan bir tanesi UU-ID (Universally Unique Identifier) ve Türkçesi Evrensel Tekil Tanımlayıcı. Uzun uzun şifreleme ile alakalı konuşmayacağım ama her şeyin 1’ler ve 0’lardan oluştuğu bilgisayar dilinde bile iki olayı birbirinden ayırmak için evrensel tekilliğe sahip tanımlayıcı numaralar kullanıyorlar. Yani kısacası her şeyin kopyalanabilir olması kavramının içinde bile tekilliği sağlamanın bazı yolları var.

Bu noktada gelecekteki sanatsal tekillik ve özgünlük ise “sanat eseri”, “sanatçı”, “sanat eseri sahibi” ve “zaman” arasında kurulan benzersiz eşleme ile gerçekleşecek. Buna göre bir eser, o andaki parametrelerin değerlerinin algoritma üzerinde oluşturduğu sonucun eseri olmak durumunda olacak. Yani eserler de ileride canlılar gibi kendi algoritmasına göre anlık olarak görüntülere sahip olacak ama onlardan farklı olarak kendi dünyasında aynı zamanda herhangi bir zamandaki anlık görüntüsüne de erişim sağlayabileceğiz. Bu kendi kurduğumuz dünyada zamanı kontrol edebileceğimiz çok boyutlu sanat ve tasarım dünyasının da kapısını açacak. Bu yüzden gelecekteki sanat kaygılarımızın, şu anki kaygılarımızdan çok daha farklı olacağını düşünüyorum.

* Sergi 20 Eylül- 21 Ekim 2017 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

Etiketler

1 Yorum

  • faruk-ozgokce says:

    “Birileri “Nasıl mimar olup da muhafazakar olursun” dedi. Diğerleri “Nasıl muhafazakar olup da bağımsız fikir sahibi bir mimar olursun”… Ancak zannedersem her iki tarafın da anlaştıkları nokta şuydu: Cansever’i dışlamak! Evet, onlar ayrı dünyanın insanlarıydı, ama bir konuda çok iyi anlaşıyorlardı!”

    Turgut Cansever’i betimlerken kullanılabilecek en ayırt edici özelliği. Güzel değinmişsiniz.

Bir yanıt yazın