Karbon 0’lamak Mümkün müdür, Nasıl Yapılabilir?

ArkiPARC 2013'de sürdürülebilirlik danışmanımız Mimta EcoYapı şirketinin kurucusu Arda Moltay ile sürdürülebilirlik, karbon ayak izi ve karbon sıfırlama konuları üzerine bir söyleşi yaptık.

Derya Yazman: Son dönemde Türkiye’de gerçekleşen projelerin, mimari ve çevre ilişkileri bakımından sürdürülebilir olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu durumda ne tür kriterler önem arz etmektedir?

Arda Moltay: Bu, cevaplanması çok kolay bir soru değil. Bir yapı inşa etmeye başladığınız anda bir ekolojik ayak izini de göze alıyorsunuz demektir. Yapıda kullanacağınız malzemenin üretimi de, nakliyesi de, inşa ettiğiniz yapıyı kullanacak olanları oraya getirip götürmenin de, yapıyı işletmenin de ekolojik maliyetleri söz konusu. En basitinden, betonarme yapıların temel bileşeni olan çimento en enerji yoğun üretim süreçlerinden birine sahip. Çimento endüstrisinin çok ciddi bir ekolojik ayak izi var, yapıda kullandığımız çimento ile biz de bu ayak izine ortak oluyoruz. Bu maliyetleri göze almak zorunda oluşumuzun nedeni ise sürekli gelişen insan ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olmamız. Ancak bu maliyetlere hangi ölçüde katlanmamız gerektiğine dair de bir takım referanslara ihtiyacımız var. Sürdürülebilirlik pratiği bizim bu referansları oluşturmamızı sağlıyor. Bekleneceği gibi, her yeni oluşan referans da bir öncekini geçersiz kılarak çıtayı yükseltmekle yükümlü. Yani sürdürülebilirlik, bir nihai noktası olmadan, insan ihtiyaçlarının ekolojik ayak izlerini azaltmak konusundaki çabasını sürekli yenilemek zorunda olma yaklaşımını içeriyor. Bir projenin de sürdürülebilirliğine bu açılardan bakmak lazım. Karşıladığı ihtiyaç nedir? İçindeki sürdürülebilirlik çabası ne kadardır? Sonuç olarak ne büyüklükte bir ekolojik ayak izi ortaya çıkması beklenmektedir?

Türkiye’deki yapı sektörünün son yıllardaki baş döndürücü ivmesine baktığımızda bu gelişimin neden olduğu çok büyük bir ekolojik ayak izi ortaya çıktığının da farkında olmamız şart. Bir yandan şanslıyız; yapı stoğu yenilendikçe daha az tüketen cihazlar, daha yüksek izolasyon kabiliyetine sahip yapı malzemeleri, hatta binalarda yenilenebilir kaynaklardan enerji üreten cihazları kullanma imkanlarımız artıyor. Ancak bütüncül bir yaklaşımla yapıları sürdürülebilirlik bakış açısı ile analiz etme disiplinini oturtmuş değiliz, enerji kimlik belgesi sistemi dahi henüz işler halde değil. Daha da önemlisi, yapı sektörünün büyümesini mümkün kılan mekanizmanın şehir kıyılarında ya da çevrelerinde görece düşük maliyetli arazi yaratımından besleniyor olması. Bu arazilerin bir çoğunun ekolojik denge üzerinde olumlu etkileri olan bakir araziler oldukları düşünülürse, örneğin İstanbul’un kuzeyi ile ilgili durumu hatırlayabiliriz. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak adına nelerden vazgeçiyor olduğumuzu derinlemesine değerlendiriyor olduğumuzu düşünmüyorum. Binalar ölçeğindeki sürdürülebilirlik çabaları, politik ölçekte ilave kararlar ile desteklenmedikçe ne yazık ki Türk yapı sektörünün ekolojik ayak izi konusunda olumlu şeyler söylemek mümkün değil.

DY: LEED, Bream gibi sertifika sistemlerini almak bir projenin sürdürülebilir olduğunu kesin ve net bir şekilde kanıtlar mı?

AM: LEED ve BREEAM gibi sertifika sistemleri biraz önce ifade etmeye çalıştığım büyük fotoğrafın bir bölümü ile ilgililer. Bir yapıyı inşa ederken alınması gereken kararlara sürdürülebilirlik bakış açısı ile yaklaşmamızı ve ölçülebilir ya da izlenebilir sonuçlar elde etmemizi sağlıyorlar. Örneğin yapınızı inşa edeceğiniz yer toplu ulaşım kullanımını desteklemeye imkan veriyor mu? Eğer veriyorsa bununla ilgili kriterden puan kazanabiliyorsunuz. Yapıyı yoğun bir bölgede mi inşa ediyorsunuz? Bölgenin yoğunluğunun belirli bir miktar üzerine mi çıkıyorsunuz? Bunlardan da puan almanız mümkün, böylelikle şehirlerin mevcut sınırlarının ötesine daha da büyümesini önlemiş oluyorsunuz. Mimari tasarımınız ve altyapı sistemleri ne kadar enerji ve su tasarrufu imkanı yaratıyor? Bunu çeşitli matematiksel ve bilgisayar destekli yöntemlerle hesaplıyoruz ve tasarım sonucu ortaya çıkan tasarruf imkanına göre bu sistemler yapınıza belirli bir puan kazandırıyor. Seçtiğiniz malzemelerin ne kadar çevre ve yapı kullanıcısı dostu oldukları, şantiye uygulamaları, yapının konfor imkanları vb. de söz konusu sertifika sistemleri kapsamında değerlendiriliyor ve sonuçta ortaya biraz önce de ifade ettiğim gibi ölçülebilir ve izlenebilir bazı performans hedefleri çıkıyor.

Ölçülebilirliği ve izlenebilirliği özellikle vurgulamak istiyorum. Hedeflerin ölçülebilir ve izlenebilir olmaları yapının sürdürülebilirlik performansı açısından göz altında tutulacak bazı kontrol noktalarına sahip olmayı sağlıyor. Bu kontrol noktalarını izlemenin yapının işletme ömründe sağladığı ekonomik avantajlar söz konusu olabilir. Yapınız hedeflendiği kadar enerji tasarrufu sağlamıyor ise işletme süresi boyunca bir zarar kabullenilmek durumunda kalıyordur. Her işletmeci bunu azaltmak, hatta tasarrufu arttırmak ister, kayıbın nedenlerini araştırır. Bunlar sürdürülebilirlik yönünde atılan gönüllü adımlardır, gönüllü oldukları için de iki kat daha değerlidir çünkü örnek olma potansiyelleri vardır.

Bu nedenle ben sürdürülebilir yapı sertifikasyon sistemlerini işin başında atılmış çok önemli adımlar olarak görüyorum. Bir projenin tüm yaşam döngüsünü etkileyen bazı kararların sürdürülebilirlik lehine verilmesini sağlayacak bir bakış açısı oluşturmaya imkan veriyorlar. Yapı sahiplerinin ve inşaatçılarının, daha sonra da işletmecilerinin de bu sistemlere gerçek bir ilgi ile yaklaşmaları, gönüllülüğün gereği olarak çıtayı daha ne kadar yükseltebileceklerini araştırmalarını öneriyorum. Sürdürülebilirliğe yapılan yatırımların geri dönüşleri her zaman beklenenden daha fazla çünkü içinde yaşadığımız ekosistemin koşulları giderek zorlaşıyor.

DY: Karbon Ayak İzi konusu ülkemizde son zamanlarda dikkat çeken bir konu oldu. Hala da tam olarak önemi anlaşılmış değil aslında. Biraz bize önemini ve doğurduğu sonuçları aktarabilir misiniz?

AM: Sürdürülebilirlik düşüncesinin kaynağı küresel iklim değişikliği değil. Ancak küresel iklim değişikliğinin varlığının kabullenilmesi sürdürülebilirlik konusunun dünyanın geleceği konusunda somut bir rolü olduğunun fark edilmesine imkan veren en önemli unsurlardan bir tanesi.

Bildiğiniz gibi küresel iklim değişikliğinin kaynağı atmosferdeki sera gazları konsantrasyonunun artışı ve bu gazların başında da karbondioksit geliyor. Diğer gazların da sera etkisine olan katkılarını “karbondioksit eşdeğeri” cinsinden hesaplamayı tercih ediyoruz. Fosil yakıtlardan enerji üretimi ve ulaşım faaliyetleri başta olmak üzere çeşitli sera gazı kaynakları mevcut. Bunların çok büyük bir kısmı insan kaynaklı aktiviteler. Küresel iklim değişikliği inkarcıları ismi verilen bir grup bilim adamı iklimdeki değişimin doğal bir çevrimin parçası olduğu ya da doğal nedenlerden kaynaklandığı gibi savlarla fosil yakıt üretimini baskıdan uzak tutmaya çalışıyorlar ama haklı olmadıkları defalarca kez kanıtlandı, küresel iklim değişikliğini tetikleyen unsur insan aktiviteleri ve iklim değişikliğini en az zarara yol açacak şekilde yavaşlatmak da yine insanların elinde.

Şu anda atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu 397 ppm civarında. 1987’de bu 350 ppm’in biraz altında idi. Karbondioksit eşdeğeri cinsinden hesaplanmış sera gazlarının toplam konsantrasyonları ise şu anda 470 ppm’in üzerinde. İngiliz Meteoroloji Enstitüsü’nün çalışmalarına göre bu değerler ile 2050 senesinde ortalama 2 derecelik bir sıcaklık artışını engellememiz pek olası gözükmüyor, şu anda bunun 0,8 derecesi gerçekleşmiş durumda. Atmosferik doğa olaylarının artan şiddetini hepimiz gözlüyoruz, ortalama sıcaklık arttıkça bunların daha da şiddetlenecekleri, dünya iklim bölgelerinde çeşitli değişiklikler meydana geleceği de bekleniyor.

İnsanların yaptıkları her aktivite bir karbon ayak izine sahip. Araba ile seyahat etmek fosil yakıt tüketimine neden oluyor, içtiğiniz kahve belki de yağmur ormanları yok edilerek yaratılmış bir plantasyonda yetiştirildi, üzerinde yürüdüğünüz halı petrol ya da gaz türevi sentetik ürünler kullanılarak üretildi, en sevdiğiniz kişisel elektronik aletiniz dünyanın bir ucundan diğerine uçak ile taşındı.

Küresel iklim değişikliği sürecini kontrol altına alabilmek için karbon salımlarını 1990 öncesi seviyelere çekmemiz şart. Bunun da dünya ekonomisinin hızını gerileterek yapılamayacağı çok açık. Karbonsuz ekonomiye dönüşüm kavramı önem kazanmaya başlıyor. Fosil yakıtların yerini alternatif yakıtların aldığı, enerjinin yenilenebilir kaynaklardan üretildiği, üretim pratiklerinin gözden geçirildiği, insanların tüketici olarak uyguladıkları davranış kalıplarını analiz etmeleri gereken bir dönüşüm süreci bu.

DY: Karbon O’lamak mümkün müdür, nasıl yapılabilir?

AM: Yukarıda anlattığım şekli ile karbonsuz ekonomiye dönüşüm kavramı dahilinde planlamış bir gelecekte “0” karbon hedefine ulaşmak mümkün. Ancak bu ciddi bir politik liderlik ve değişim cesareti gerektiriyor ki Birleşmiş Milletler İklim Zirveleri’nin sonuçları bu yönde pek umut verici değil. Bir de ara çözüm olarak yaratılmış bir “karbon sıfırlama” mekanizması var. Kyoto Protokolü ilk defa devreye girdiğinde bazı ülkeler belirli azaltım karbon miktarları sözleri vermişlerdi ve ülke içindeki endüstrilere bu miktarları karbon kotaları olarak yansıttılar. Örneğin bir fabrikanın yılda 100 ton karbon salım hakkı vardı, daha fazlasını salma hakkı olmadığından yatırımlarla salımlarını azaltmak zorunda idi. Bu mekanizmanın gerektirdiği yatırımların finansal olarak işlerliğini temin etmek amacıyla da “karbon ticareti” sistemi yaratıldı. Yani bu sene 100 ton salım hakkınız var, yatırım yaptınız 80 tona düştünüz, aradaki 20 tonu hakkının üzerinde kalanlara satabiliyorsunuz. Ya da bir yenilenebilir enerji tesisi kurdunuz, karbonsuz enerji üretimi gerçekleştiriyorsunuz. Hesaplanan karbon tasarrufunuzu (karbon kredisi) karbon ticareti pazarında kotasının üzerinde kalanlara satabiliyorsunuz. Karbon kredileri aynı zamanda aktivitelerinin neden olduğu karbon ayak izlerini sıfırlamak isteyen birey ya da kurumlar tarafından da satın alınabiliyorlar Böylelikle başkası tarafından yapılmış bir karbonsuzlaştırma yatırımına finansal olarak ortak oluyorsunuz.

Bu sistem bir ara çözüm çünkü verilen kotalardan daha fazla karbonsuzlaştırmayı desteklemiyor. Kotalar da sıkılaştırılamıyor çünkü Kyoto tarafı olan hükümetlerin hiçbiri acı ilacı içmeyi kabul etmiyor. Konuyla ilgili okuyucularınız takip etmiştir, geçen haftanın sonunda Avrupa Parlamentosu bu konuda bir krize tanıklık etti. Karbon kredileri pazarındaki aşırı arz nedeni ile değersizleşen karbon kredilerinin miktarını kısmak için verilen bir teklif ufak bir oran farkıyla reddedildi. Bu, Avrupa Birliği’nin iklim değişikliği konusunda verdiği liderlik sözünü yerine getirmekten aciz olduğunun bir göstergesi olarak algılandı.

DY: Bildiğiniz üzere ArkiPARC fuar sonrası çıkan karbon miktarını sıfırlıyoruz. Türkiye’de de 0 karbon sloganıyla yapılan ilk fuarız sanırım. Dünya’da buna benzer örneklerden biraz bahsedebilir misiniz?

AM: ArkiPARC ile ilk tanıştığımızda zaten sürdürülebilir bir fuar olma yönünde önemli kararlar almış durumdaydı. Standlar her sene yeniden kullanılan malzemelerden inşa ediliyordu, yemek sunumlarında atılabilir tabak / bardak yerine porselen tercih ediliyordu, fuar materyalleri FSC sertifikalı kağıtlara basılıyordu. Bir yandan da şanslı bir fuardı, mevsim, ölçek ve fuar alanı ekolojik ayak izinin azaltılması konusunda yardımcı oldu. Örneğin binanın klima sistemlerini çalıştırma gereği ortaya çıkmadı, sergi holü doğal ışık ile aydınlatılabiliyordu.

İlk defa bu sene etkinlik öncesi, esnası ve sonrasında ortaya çıkan enerji tüketimlerini, ulaşım profili analizini vb. kullanarak bir karbon ayak izi hesaplıyoruz ve buradan çıkan sonuçla satın alacağımız karbon kredileri ile etkinliğin karbon ayak izini sıfırlamayı hedefliyoruz. Cam, kağıt gibi atıkların yanı sıra bu sene sergi salonunda zemin kaplama malzemesi olarak kullanılan halıyı da geri dönüştürme imkanı bulduk, böylelikle ArkiPARC’ı atığı çok azaltılmış bir etkinlik haline getirme imkanımız oldu.

Dünya’da da etkinlikleri bu şekilde sürdürülebilir hale getirmeye yönelik çabalar var. Örneğin Londra Olimpiyatları “BS8901 Sürdürülebilir Etkinlik Yönetimi” standartına uygun olarak yürütüldü, zaten standart da olimpiyatlar için geliştirildi ve şu anda ISO20121 adıyla da uluslararasılaştırılmış durumda. Ancak bu kadar büyük bir etkinlik için karbon ayak izini sıfırlamak gibi bir yola gitmeleri mümkün değildi. Dünya’da bir çok etkinlik kendileri için ölçülebilir sürdürülebilirlik metrikleri oluşturduktan sonra tespit ettikleri alanlardaki ekolojik ayak izlerini belirli hedefler doğrultusunda azaltma yoluna gidiyorlar, buna karbon ayak izi de dahil. Oracle’ın OpenWorld konferansı bu konuda güzel bir örnek, meraklıları internette yayınladıkları raporları inceleyebilir.

Etiketler

Bir yanıt yazın