Kanıksanmış Üretim Süreçlerinin Alternatifi Nedir?

IABA Uluslararası Mimarlık Bienali'nin açılış gününde Bienal küratörü Celal Abdi Güzer ile şablon kavramına ve mimarlık üretimine dair çok özel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Mimarlığın Şablonu / Şablonun Mimarlığı işlerini gezdikten sonra küratör Prof.Dr.Celal Abdi Güzer’i alanda yakaladık. Temanın güncel ile olan ilişkisini ve mimarlık ile olan ince kuramsal bağlantılarını Abdi Güzer bizler için yorumladı.

Derya Gürsel: Serginin genelinde sanki mimarlık üretimini saf dışı bırakma, kullanıcının katılımcılıktan da öte mimarlığı tahrip dürtüsünü test etme isteği öne çıkıyor gibi?

Celal Abdi Güzer: Bu sergi için çok doğru bir tespit. Zaten sergiyi bir araya getiren tema da: bir tür geleneksel ve kanıksanmış üretim süreçlerinin alternatifinin ne olacağı sorusuydu. Ama o soru aynı sistematik ve metodik bir alternatiflerle değil de bir tür belirsizlikle tesadüfi veya zaman içinde bir kaç katman olarak üst üste eklemlemeleriyle çözülüyor gibi.

Hepsine bakıp, tek bir şey söylemek mümkün değil ama en ortak bölen olarak gördüğüm şey bu. Ama özel olarak baktığımda şu ilgimi çok çekti: imar grafiğinin üzerinde yığılan küpleri (Şehir Yap işinden söz ediyor) müdahalelerle değiştirmek ve oradan yeni kent temsiliyetleri elde etmek düşüncesi çok enteresan. Buradaki her şey fiziksel referanslarla gelişmemiş. Turizme referans veren bir çalışma var, tüketim kültürünün mekanda somutlaşmış halini sorgulayan bir çalışma var. Dolayısıyla işin hep farklı tarafından tutan yaklaşımlar var. Ama çıkış noktasında bu kalıplaşmış, şablonlaşmış üretimin sürecinin bir şekilde sorgulanması ve onla rekabet halinde olacak alternatif durumların sınanması. Çünkü mutlaka karşılığında bir üretim süreci olmak zorunda değil, bazen kendiliğinden çıkan ve gelişmiş olan bir durum da şablonun alternatifi olabilir. Örneğin gecekondunun sevilmesi gibi veya kendiliğinden oluşmuş eklektik bir durumun belleğimizde çok iz bırakan bir kentsel düzen olması gibi.


Şehir Yap, İki Kere Bir Mimarlık tarafından tasarlandı.

İstanbul böyle şeylerle dolu. Antalya Kaleiçi de dolu aslında. Baktığın zaman bir düzen, planlama ya da tasarımdan hareketle değil de zaman içinde yığılmakla ilgili eylemin onu dönüştürmesiyle ilgili bir kentsel doku var. Ve hoşumuza gidiyor aslında.

DG: O zaman genel olarak mimari pratik dışında da bir şablon üretimi var. Bunun yanı sıra bu üretimin etkisinde kalan mimarlığın 21. yy’da “mimarsızlık” doğrultusunda yeni bir arayış içerisinde olduğunu da söylemek mümkün mü?

CAG: Kesinlikle. Hatta ‘sistematik değil’ yerine mimarın geleneksel eğitim sürecini dışlayan demek daha doğru aslında.

Bir tasarım varsa diplomalı ya da diplomasız bir mimar vardır. Böyle bakmak mümkün ama burada benim asıl üstünde durmak istediğim şu: bizim tasarladığımız tekil objelerden ziyade onların bir araya gelerek bir üst ölçekte oluşturduğu durum ya da birbirleri üzerindeki etkisi çok önemli. Kentsel klasik ada parsel düzeni tamamen o etkiyi izole etmek üzerine kurulu. Yani sana bir tanımlı parça veriliyor sen onun içinde davranıyorsun. Sonra başka biri geliyor, onun yanındaki parça içinde davranıyor. Ve onlar bir araya geldiğinde bir şey oluşturuyorlar ama birbirleri üzerinde etkileri yok. Sadece o parçalar değil, o parçaların birbirleri üzerindeki etkilerini de bir tartışma konusu oluyor.


Rooftop, ONZ Architects tarafından tasarlandı.

Hep ayrıcalıklı çevre olarak deneyimlediğimiz şeyler de bu bir aradalığın yığılmasıyla ilgili. İşin içine eylemi katan, zamanı katan, bir miktar eklektiği, bir aradalığı katan bir beraberlik. Öbür türlü objeye dönmeye başlıyor iş. Obje tasarımıyla, mimari tasarım birbirine yaklaşan şeyler haline geliyor. Dolayısıyla kent olgusu yok olmaya başlıyor. Ben bugün çağdaş mimarlık olarak öne çıkarılan mimarilerin daha çok obje tasarımına yaklaştığını düşünüyorum. Yakışıklı cepheler, müthiş mükemmel bitmiş detaylar, harika ve pahalı malzemeler… Ama bu öyle bir şey ki paket halinde oradan alıp taşınabilen koltuk gibi konabilir. Nitekim bir çok yerde bir çok defa tekrar ediyor, şablon haline geliyor. Sabah konuşmamda elitist, seçkin, özgün bir şeyin de şablon haline dönüşebileceğinden kastım bu. Bu kötü bir şey mi? Bilmiyorum. Ama en önemli iki eleştirim şu; bağlam ve hayatla ilişkisinde bir sorun var. Dolayısıyla bu kendiliğinden gelişen belki de o ilişkinin ya sonucu ya da bir araç gibi ele alınabilir. Çok da teorize etmek istemiyorum.

Kenti Düşünmekle, Mimariyi Düşünmek Hem Aynı Şey, Hem Aynı Şey Değil!

DG: Sabahki konuşmanızda tartışmaları, tesadüfi kent oluşumlarından, nesneye indirgeyemediğimizden bahsettiniz. Tektipleşmeyi mimari pratik bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugün Rem Koolhaas dahil çoğu ünlü mimar yeni bir şeyler yapmanın mümkün olmayacağını, pratiğin bir tür tekrara düştüğünü ama bunun bir tür “olağan” olduğunu belirtiyor. Sorun mimari pratikte mi, yoksa kent mi bunu mimarlığa dayatıyor?

CAG: Burada aslında mimarlığı hangi sınırlar içinde tanımladığın ve kabul ettiğinle ilgili bir sorunsal var. Yani tekil yapı meselesi olarak görüp, bina elde etme meselesi olarak ele alıyorsan bu dediğin her şey doğru.

Sonuç itibariyle burada denenebilen her şey denenmiş, bir sınıra varılmış durumda. Daha doğrusu yeni ve alternatif olarak sunduğun şeyler biçimsel, malzeme, strüktür bakımından alternatif olsa bile ideolojik olarak yeni bir şey söylemiyor. Bir kabuk var, kabuğun şekli değişiyor, değişen şekillere göre isim veriliyor. Çok yalın diyebiliyoruz, karmaşık diyoruz, bir şeylere dayandırarak tanımlamaya çalışıyoruz. Bu bazen tarih oluyor, felsefe oluyor, başka bir şey oluyor. Ama bu obje ölçeğinde yapılan bir şey. Bizim burada konuştuğumuz aslında hayatında içinde kenti ve olayları algılama biçimimiz tekil objelerin biraradalığından doğan enteresan ve her zaman mekansal olarak tanımlanmayacak bir garip sinerji.


3+1, Kerem Piker tarafından tasarlandı.

Kale bölgesinde geziyorsun ve üst ölçekte bir imaj oluşuyor kafanızda. Hiç bir zaman “sol tarafta duvar şöyle bitiyor, köşede şu mimarın yaptığı bina var,” diye algılamıyorsun, bütünün ve çevrenin deneyimi olarak algılıyorsun. O zaman o deneyim bunu kolay tarif edilebilir olmaktan çıkarıyor. Tanımlanamayan bir şeyin de tipolojisini elde etmek hiç kolay değil. Bir şeyin tipleşmesi için mutlaka kuralları ve tanımları olması lazım. Onun için bir şeyin objeleşmesi yani tekil yapı ölçeğine indirgemek tipleştirmek için kaçınılmaz bir araç. Halbuki onu kent ölçeğine yaymaya başladığın zaman işler değişiyor.

Kenti düşünmekle, mimariyi düşünmek hem aynı şey, hem aynı şey değil. Yani bir çok şeyi karışık konuşuyoruz. Hem kent üzerinden hem mimarlık üzerinden konuşuyoruz ama literatürümüz ve tasarım sistematiğimiz yapı ölçeğine dair. Eğitimimiz de böyle. Sana bir anaokulu konusu veriliyor, sınırları belirlenmiş bir arsa veriliyor, biraz etrafında neler olduğuna dair bilgiler veriliyor sen de ona referans vermeye çalışıyorsun; yönü, biçimi… Tamam bağlam, ama bir yerde yetersiz kalıyor. Bağlam ölçekle büyüyen bir şey. Yani bir şeyi şablondan, tipten çıkarabilmen için ölçek sınırlaması getirmek lazım. Ölçeği açtıkça onu tanımlamak zorlaşıyor. Senin algın, yaşama biçimin, gördüğün böyle bir şey. Sana ’12. ada 103. parselde şu kadar metrekarede, şu koşullar altında bina yapabilirsin.’ denildiği zaman pek çok şey izole edilmiş oluyor ki bu paketlenebilir olmayı getiriyor. Yaratıcılık dediğimiz, deneysellik dediğimiz, araştırmacılık dediğimiz enerjiler obje ölçeğindeki bir dil ve anlatıma sıkışıyor. Biz artık ne kadar güzel bir bina yapıp yapmadığımızı tartışıyoruz. Halbuki mimarlığı kente dair yapan ölçekle ilgili bir şey.

O da böyle sağındaki solundaki binayla ya da 1/500’de yolla arasına park koymakla bitecek bir şey değil, kolay değil. Ve de tek bir disiplin olmaktan çıkıyor, mimar dışındaki meslek insanları, hayatın başka faktörleri…

Benim söylediğim çok pragmatik bir öneri değil, “mimarlık böyle yapılmalıdır” demiyorum. Bütün bu söylediklerim var olanı anlamakla ilgili. Aksi takdirde şöyle bir yanılgıya düşebiliyoruz. Elbette şimdi olduğu gibi gidecek her şey, yapılacak, en azından çok uzun bir süre. Ama şöyle bir aldatmaca olmamalı: bunun içindeki sınırlardaki oynamalardan medyatik önceliklerle öne çıkarılan bir takım şeyleri çok radikal alternatiflermiş gibi görmek, bunları kahramanca, mimarlığın yıldızları gibi kabul etmek bana garip geliyor.


Decor, İlker Özorhon ve Güliz Özorhon tarafından tasarlandı.

Zorlu ne kadar yakışıklı olursa olsun, İstanbul içinde sorunlu bir şeydir. Binanın ne kadar iyi tasarlandığı, güzel olduğu, mükemmel detayları olması sorunu çözmüyor.

Gerçekten hiç alışılmadık bir binayı kente lank diye koyabilirsin, zaten konuluyor. Ama o zaman asıl dert: ne kadar temiz, pak, yakışıklı olacağı kentin içinde ne söyleyeceği ve kentle nasıl yeni ilişki kuracağı olmalı. Bütün iyi olan şeyleri büyüttüğün zaman yeni bir büyük iyiyi elde etmiyorsun.

DG: Kilit nokta burası o zaman. Yenileri büyüterek “İyi bir yeni ürettiğini sanmak”.

CAG: Şablonun kent dokuları içinde devinimi var. Çok ustaca çok şıkır şıkır binalar da var.

“Bienal Yapıyorum Dediğin Anda Bir Şablonun İçine Girmiş Oluyorsun!”

DG: Bienal özelinde konuşursak… Kendi temasına yönelik, “sergi şablonun içinde iyi ama şablonun dışında bir şey yaptık” der misiniz?

CAG: Şablonu konuşurken şablondan kaçınalım gibi bir derdimiz olmadı. Bienalin de kendine özgü bir formatı var. Zaten bienal yapıyorum dediğin anda bir şablonun içine girmiş oluyorsun. 3-5 tane sergi oluyor, bir kaç tartışma oluyor. Bunlar bir araya geldiğinde temayla ilgili bir şey söylüyorlar. Bu çok güçlü bir şablon. Bienal dediğin zaman insanın aklına gelen şey bu. Bu temel dert bu şablon içinde bir temayı tartışmak. Şablon da tesadüfi bir konu burada bana sorarsan. Dolayısıyla bienalin kendisinin şablonu kırmak gibi bir derdi yok.

DG: Teşekkür ederiz, ellerine sağlık.

CAG: Biz teşekkür ederiz. Burada genç gruplar var. Onların olmasından dolayı ben çok mutluyum. Asıl benim söylediklerim çok onların ne söylediği çok önemli.

Etiketler

Bir yanıt yazın