“Sinan’a nasıl bakıyorsak, bizi idare eden kişilere de öyle bakıyoruz.”

Jale Erzen, Kalebodur’la Mimarlar Konuşuyor dizisinin konuğu olarak sanat-mimarlık dünyası hakkındaki görüşlerini dile getirirken, sosyal değerleri, eğitimi ve politikayı kapsayan geniş bir yelpazeyi de ele alıyor.

Lise eğitimini Robert Koleji’nde, üniversite eğitimini ise İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde tamamlayan Jale Erzen, Amerika’da Art Center College of Design’da Resim eğitimini bitirdiğinde ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne gireceğini zaten biliyor. Kendisinin bu fakülteyi tercih etmesinin ana sebeplerinden biri de sanat alanında yeni bir şey kazanamayacağını düşünmesi. Amerika’da olduğu dönemde tanıştığı önemli sanat tarihçisi Leo Steinberg, onun Mimar Sinan üzerine doktora yapmasını tavsiye ediyor. Erzen de Doğan Kuban’ın danışmanlığında başladığı doktora çalışmalarında Mimar Sinan’ın cephelerini inceliyor.

Şöyle yeni bir politik sosyal bir yaklaşım çıktı her şeyde: Bu çok fazla sivrilmiş, çok fazla incelenmiş, çok fazla yüksek bir bilimsel açıdan dünyaya bakan şeyi elitist olarak görmek ve dışlamak ve ne olursa olsun herkese en kolay şekilde mal etmeye çalışmak.

Jale Erzen bunu hem olumlu hem de olumsuz bir durum olarak nitelendiriyor. Konuyu ise eskiden sınırlı sayıda yabancı turistle birlikte gezdiği Sinan camilerine şimdilerde otobüslerle gidilmesi üzerinden açıklıyor. Sinan yapılarının bir değer olduğunun farkında olunmasını olumlu bulurken, bu değerlerin yalnızca orada kalıyor olmasını eleştiriyor. Sanat, mimarlık ve tıp gibi alanların bütün insanlık tarihinde köklendiğini düşünen Erzen, bu köklenmiş bilgiden yararlanılmasının önemini vurguluyor.

Yani Sinan’a nasıl bakıyorsak, bizi idare eden kişilere de öyle bakıyoruz. Yani onların dışa vuran bir takım çarpıcı özelliklerinden etkileniyoruz, ondan sonra da hiçbir şeyi sorgulamıyoruz.

Dünyayı idare eden insanların tercihlerinin sığ olduğundan söz edip, tüm bu tercihlerin mimariyi de şekillendiren bir unsur olmasından duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. Kendisi mimarinin bir ekonomik kazanç yolu olarak ele alınmasından büyük ölçüde rahatsız. Bu noktada da konu ister istemez kentsel dönüşüm hikayesine geliyor.


Suni bir yaşam ve düşünce şekli için bir mimarlık ortaya çıkıyor ve kendisi de anlamadığımız biçimler ortaya koyuyor.

Erzen, ekonomik çıkarlar üzerinden şekillenen mimarlıktan söz ederken İtalyan mimar Manfredo Tafuri’nin tezini referans gösteriyor. Bu gibi bir mimarlığın ütopyasının da haliyle yok olduğunu belirtiyor. Yaşamına Ankara’da devam eden bir vatandaş olarak, Çukurambar Mahallesi’ndeki mimarlık örnekleri onun tüylerini diken diken ediyor. Bu üzüntünün benzerini New York’daki yüksek tekil yapılar örneğinde de yaşıyor. Ayrıca ona göre ütopya yalnızca mimarın kaleminden çıkan bir şey değil. Bütün bir toplumun kültürel değerlerinden ve de o kültürel değerleri en yüksek düzeyde temsil ettiğini düşündüğümüz bir kesimden de etkileniyor.

Eğitimin ne kadar kalitesi iyi olmasa da dünyanın medeni dediğimiz yerlerinde insanlar sokaktan bir şeyler öğreniyorlar.

Eğitim hayatına çok önem veren birisi olarak, toplumun eğitimi üzerindeki bir mimarlık eğitiminin pek mümkün görünmediğini belirtiyor. Eğitimle ilgili bu acıklı durumun ise anaokullarına dayanan bir eğitim süreci olduğunu düşünüyor. Evden çıkmadan havuza gitme vaatleriyle çizilen suni yaşam tarzından yakınırken, Türkiye’deki sokakların vahşi ortamında eğitim potansiyelinin yok olduğunu vurguluyor. Erzen’e göre halk yürümeyi, trafiği yönetmeyi ve başka bir insanla en basit ilişki kurmayı dahi bilmiyorken sokaktan alınan bir eğitim maalesef olamıyor. Bu durum da mimarinin düzgün işlemesini engelleyen temel noktalardan.

Dünyada çok müthiş bir direniş var, her açıdan.

Söyleşi sırasında negatif konuşmaktan duyduğu rahatsızlığı sık sık dile getirirken, Türkiye üzerinden konuştuklarını dünya üzerinden örneklerle desteklemeye çalışması dikkat çekiyor. Konuşmasını da Prof. Dr. Celal Abdi Güzer’in sorusu üzerine, umut vadeden bir şekilde bitirmeye gayret ediyor. Manişeizm adındaki düalist dine dayandırarak açıkladığı direniş kavramını, iyilik ve kötülüğün egemenliğine benzetiyor. Sosyal bütünlüğü her şeyin üzerinde gören ve çevre için duyarlılık gösteren bir sürü insanla iyilik kutbunu betimlerken, bir zıt kutbu da “ses çıkarsa işini elinden alanlar” olarak açıklıyor. Sanat tarihi araştırmacısı Jale Erzen, umudun yaşaması için elimizden gelen çabayı göstermemiz gerektiğini belirterek, göz boyayıcı güçlere kendimizi kaptırmamamızı öğütlüyor.

Ek olarak, konuşması sırasında Türkiye’de dernek kurmanın zorluklarına da değinen araştırmacı, SANART Estetik ve Görsel Kültür Derneği’nin kurucusu. Dernek çatısı altında “Kimlik, Marjinallik, Mekan”, “Sanat ve Tabular”, “Sanat ve Bilim” gibi pek çok konu çerçevesinde uluslararası sempozyumlar düzenledi. Şu anda da sanatı, söylemi ve yazıyı bir araya getiren uluslararası bir etkinlik olarak estetikle ilgili misyonu doğrultusunda çalışmalarına devam etmekte.

Etiketler

Bir yanıt yazın