İstanbul’da Kültürle Gezmek – 2

İstanbul kültürlerarası bir sistemin yoğunlaşmış kentlerinden biridir. Bu kültürlerarası etkileşim yaşamına yansımış doğasının bir parçası olmuştur.

Tarihi Yarımada’dan Boğaz’a, Haliç’ten Adalar’a, ormanlarından göllerine kadar yaratılan her mekanda karşımıza çıkmaktadır. Bu kültür sadece dinlerarası değil , farklı yaşamlar arası ve bölgeler arası şeklinde İstanbul’u kurgulamaktadır. 

Boğazlarda dolaşırken iki farklı durum söz konusu olmaktadır. Biri boğaz hattını içinden gezmek, diğeri ise boğaz hattını dışından gezmek. Yani biri denizin masmavi, kimi zaman yeşili andıran sularından, yaşamların dışına dokunarak gezmek ve gezerken o yaşamlar hakkında hayaller kurarak o anı yaşamaktır. Bu aslında boğazın içinden gezmek gibi dursa da aslında dışından – tam ortasından gezmektir. Koyların içinde süprizli mekanlara dokunurken tekneler, içinde olan bizler de o mekanların hatıralarını anlamaya, yalıları, apartmanları ve parkları izlemeye çalışırız. Yol kenarında yürüyen, balık tutan insanları görürüz, koşan köpekleri, yer yer denize atlayan çocukları ve içlerindeki neşeyi görürüz. Sahil bandı denilir boğaz hattına, bazen oturup denizi, karşı kıyıyı izleyenler de olur sahil hattında. Hele ki o küçük iskeleler, ahşaptan ve beyaz – mavi paspartulu. Onların bekleyiş ve varışları, onlara ulaşanlar ve onlardan ayrılanlar hepsi bir takvim gibidir iskelelerin varoluşunda. Bir bakarsınız bir kalabalık bekler o küçük iskelelerde, bir bakarsınız bir insan yağmuru iner iskelelere . Daha sonra bir süre tenhalaşır ve sessiz bekleyişe kavuşur o küçük mekanlar. Yalıları yaşam mekanı, yolları ulaşım dersek, iskeleler de bekleme ve toplanma mekanlarıdır. Ordaki kültür de denizle birliktelikten onu yaşamın her anında kullanmaktan geçer. Denizi koklamak, denizle ulaşmak, denizin yanında olmak. Boğaz’ın içinden, asıl tarihinden ve yaşamından gezmek bir başkadır. Kültürü biriktirir, farklı anları ve anıları yaşatır. Boğaziçi denir tüm sahil bandı içindeki genel yerleşmelere. Sarıyer, Beykoz, Bebek, Emirgan, Kanlıca, Çengelköy, Kuzguncuk, Ortaköy, Arnavutköy, Yeniköy… Böyle başlar ve ardı ardına geçer gider mekan isimleri. Aslında mekanı yaşatan ve yaratan isimleri değil içerdikleridir. Kiminde askeri alanlar fazla, kimi ormanlarla dolu, kiminde restaurantlar sahilde, kiminde yollar denizde, kiminde yalılar yan yana, kiminde surlar içiçe. Her bir yerleşim içinden ve çevresinden geçen yollarla bağlanır birbirine. Kimi sert bir yamaca kurulmuş, kiminde yaşam kendini korumuştur. Sinagogu, Kilisesi ve elbette çokça da camileri vardır. Kimileri sahilde kimileri ise yamaçların tepesinde. İçinden geçerken yaşanılan anılar hep farklıdır ve akılda kalır. 19.yy yapılarından bir sıra dizilir karşımıza, sonra araya uzun ağaçlarla dolu bahçeler gelir, bir bakarsınız betondan bogaza uymayan binalar gelir, sonra daha geniş cepheli taş duvarlı yapılar, ardından ise ahşaptan, denizi yalıyan yalılar gelir. Her birinde yaşam şekli, kültürü farklıdır. Semt parkları, meydanları da vardı, Boğaziçi’nde. Boğaz’ın tadını çıkartmanın biraz abartıldığı günümüzde az sayıda da olsa eğlence mekanları ve ticari alanlar da akmaya başlamıştır Boğaz’a. Sahil balıkçılarında meze yiyip içenlerden, gemide balık yiyenlere, gece klubunden kopruye seslenenlerden, deniz kıyısı cafelerine kadar her mekan farklı kültürleri yaşatır. Bir kıyı kahvehanesinin sabah kahvaltılarında her kesimden insanı ağırlaması ya da surların tarih kokan dibinden çay ve kahve kokuları gelmesi yaşayan yeni kültürün keşfedilmesini sağlamaktadır. Bir zamanlar Fatih Sultan Mehmet’in imzası şeklinde olan Rumeli Hisarı’nın surları günümüzde keyifli kahvaltıların köşesi haline gelen bir kültür mekanıdır. Kültürün tarihle buluşması böylesine deniz kokan bir yerde hiç de tesadüf değildir. Sadece kıyılarda ve kıyılara yakın yaşayanların değil, tüm İstanbul halkının dolaştığı bir yer haline gelen Boğaziçi sahilleri, tarihi boyunca yaşadıklarını yeni bir dille aktarmaktadır bu sefer insanlara. Sahil boyunca balık tutanlar, kimi zaman gece yarılarına kadar aynı yerde olta sallamaktadır bogazın eşsiz sularına, sulardaki özenli balıklara. Gelip geçen gemilere baktıkça insan, bazen korkarak bazen de sorgulayarak düşünür yaşamını.

Altın Boynuz’da yaşam daha ticari ve sanayi tadında kalmıştır günümüzde. İstanbul’a en önemli giriş kapısı olan Karaköy ile başlayan Haliç kıyıları, Eyüp’te son bulur ve Sirkeci’ye kadar yeniden uzanmaktadır. Tarihi Yarımada’yı doğal bir yolla kentten ayıran Haliç aslında tarihin ilk boğaz mekanıdır. Haliç Altın Boynuz sularında yalılarla, köşkler, küçük iskeleler, sandallar, tersaneler ile yaşam dolu tam bir sahil kültürü vardı. Bu kültüre ait birçok bina sahil şeridinde parklar – yeşil alanlar oluşturmak adına yıkılmıştı. Bir dönemin sanayi alanları olan, depoları olan mekanlar ise bugün kültürel anlamda, endüstriyel kültür alanına, müze alanına ve sergi alanlarına dönüşmektedir. Ayrıca Kadir Has ve Santral İstanbul da başta olmak üzere bir kısım alanlar ise üniversite alanlarına dönüşerek Haliç’in yeni kültür mekanını oluşturmaya çalışmaktadırlar. Eski Galata Köprüsü’nün parçaları ile oluşturulan sergi ve konferans alanları, Feshane, Miniatürk, Sütlüce Kültür Merkezi alanları ise Haliç’te oluşturulmaya çalışılan yeni yaşama katkı sağlatmak içindir. 

Adalar’da ise durum bunlardan daha farklıdır. Her bir ada diğerinden farklı bir yapıyı içinde barındırır. Kınalıada’nın yamaçlar üzerine kurulmuş dokusu içinde hiçbir ulaşım aracı yoktur, yürümek dışında kullanılan. Burgaz Adası küçük ve butik bir adadır, daha çok Yahudiler’in yaşadığı, herkesin birbirini tanıdığı ve yazları yaşamın yoğun olduğu bir adadır. Heybeliada ise doğanın korunabildiği, yamaçların içinde yerleşim alanlarına sahip, askeri okulun bulunduğu adadır. Büyükada yaz – kış oturulan ve turistler tarafından sıklıkla ziyaret edilen. Daha çoğunlukla Yahudiler’in yazları yaşamlarını sürdürdükleri bir ada iken günümüzde bu konu biraz değişmiştir. Yoğunlaşan Butik Otel nitelikli yapılar özellikle Büyükada’nın günübirlik konaklamalı bir ada olmasını yaratmıştır. Arap turistlerin akınına uğrayan adanın kendi içindeki çarşısı, esnafı ve kültürel yaşamı kimi zaman olumsuz da etkilenmektedir. Büyükada bütün adalardan daha büyük olmasının dışında daha yayınık bir yerleşme dokusuna sahiptir. Ada içinde birçok dönemin eserine rastlamak ve onunla farklı bir anı yaşamak mümkün olmaktadır. Dispanseri, okulları, camileri, kilise ve manastırı, sinagogu ve kulüpleri ile adalar arasında en çeşitli yaşamın potasıdır. Elbette adanın en keyifli alanları sahili ve sahilinde sıra sıra dizilmiş meze – balık – içki sunulan müzikli restaurantlarıdır. 

İstanbul’da kültürle çıkılan yolculuk her bölgede tadılan farklı bir lezzet gibidir. Tadı acı, tuzlu, tatlı veya ekşi de olsa, bir tutam güzellik kokusu, bir gram baharat kokusu onu öyle özel bir tarihe taşır ki içinde yapılan seyahatler keyif kazanır. Bizler bu çeşnili lezzetlerin içinde dolaştıkça kenti daha farklı tanıyacağız.

Etiketler

Bir yanıt yazın