İstanbul Projeleri (3): Arkeoloji Parkı

İhsan Bilgin, İstanbul Projeleri başlıklı yazısına Arkeoloji Parkı ile devam ediyor.

Önce Metro ve liman/rıhtım dönüşümü, sonra da Kanal, Taksim, camiler, köprü gibi Zihni Sinir procelerini teker teker ele almıştım. Nihayet daha iyi bir İstanbul hayalinin proje ve tasavvurlarına sıra geldi. Parklarla başlamak istiyorum, önce arkeoloji: Murat Belge adını kültür ve tarih parkı koyarak bir arkeoloji parkı tasvir etmişti; sınırları Sultanahmet’ten taşırılıp, hatta Topkapı Ayasofya’dan başlatılıp Beyazıt üzerinden Yenikapı’ya oradan da sahilden ve içeriden Yedikule’ye kadar uzatılabilecek bu parkurun malzemesi. Başta Hipodrom’un Cankurtaran’a bakan sapasağlam Sphendon duvarı ve surlar olmak üzere, yeni kazılarla keşfedilecek başka mekân kalıntıları ve müzelerdeki İstanbul kökenli parçalarla, çağdaş iletişim teknolojilerinin her türlü enformasyon aracından oluşabilir.

Tamam da bu parkur neyin nesidir ve niye İstanbul’un acil projeleri arasında olsun? Öncelikle rekreatif kapasitesiyle kentin yaşam konforuna olağanüstü katkı yapar. Tıpkı Boğaz’ın gemi trafiği işlevi yanında esas olarak rekreatif işleviyle kentin yaşam kalitesine katkıda bulunması gibi. Bunlara Kâğıthane kent parkı projesiyle de döneceğiz ama önce arkeoloji parkı, ayrıca bu parkın İstanbul’la sınırlı olmayan evrensel bir işlevi de olabilir, geleceğiz.

Roma ve İstanbul

Bugün Roma hâlâ dünyanın en güzel şehirlerinden biri, iki şeye borçlu cazibesini: İlki, İtalya’nın köylerine kadar yayılmış, yörelerin toprak rengi ile tonlanıp, nüanslarla binaların tümüne yayılan sıvanın harcı. Dolayısıyla, tüm dünyayı çekim alanına sokan ülkenin ve kentin cazibesi sadece sanatın ve rönesansın ayrıcalığı ile değil, belki daha da yaygını sıvacı marifetiyle yapılarak, nüanslarıyla yan yana dizilmiş binaların bütünlüğü ve uyumu ile mümkün olmuş. Roma da vurgu farklarıyla köylere kadar yayılmış bu toprak renkli sıvadan kırmızının tonları ile nasiplenmiş. Bütün şehir zevkli ve usta bir projenin ürünü gibi yekparelik içinde; farklar, olup-olmama sınırlarında, ressamın fırça darbeleri gibi duran tonların nüanslarında. Üstelik de bunlar, kentin üç parçasından sadece birine ait, yani Antik Roma ardından Papalığın taşınmasından sonra kurulan ve bugünkü kentin merkezini oluşturan Barok dönemi Roma’sında. İkincisi ise, yan yana dizilmiş Foro Romano ve Fori İmperiali arkeolojik parklarının Antik Roma’sı. Merkezdeki Barok Roma kısmen antik kentin üzerine kurulduğundan Arkeoloji Parkı ile yan yana duruyor ve Pantheon’da olduğu gibi zaman zaman Antik Roma izlerinin yukarı taşmasına izin veriyor, üçüncüsü de kenti kuşaklar hâlinde saran ve gevşek yerleşme dokusu ve yoksul mahalleleriyle de Sica’nın metropolitan Roma’sı. Bu mahalleler Barok merkeze ve Arkeoloji Parkı’na metro ile bağlandığından parkla birlikte kent merkezi, kentin tamamı ve nehrin karşı yakası Trastevere’den ulaşılır ve kullanılır hâldeler ki Roma’yı tamamen turistlerden oluşan Venedik gibi kentlerden ayıran canlılığın ve kozmopolitanlığın kaynağı tam da farklı kent parçalarının birbirine açıklığında. Cazibenin ikinci kaynağı da bu açıklık zaten. Canlı ve işlek bir metropolün tam ortasında kaldığı için dolmak ve kımıldanmak, şehir olduğunu hatırlamak için turiste ihtiyacı yok. Turist gelince hatırlamıyor şehir olduğunu. Turistler zaten işleyen bir şehre geliyorlar; Arkeolojik Park da büyük-şehrin her yerinden kolay ulaşılır mesafede olduğundan rekreatif işlevini sadece turistlere değil Romalılara da sunuyor. İstanbul’a Topkapı- Yenikapı- Yedikule arasına yapılacak bir arkeoloji parkının, özellikle de metrodan sonra kentin, Boğaz kadar rağbet gören rekreasyon bölgesi olması hiç de hayal değil. Zannedilebileceği gibi arkeolojik parka gitmek ne kültür ister, ne de kültür aşılar; tersine kent kültürüne ve mekânın derinliklerine âşinalaştırır. Kanıt mı, en azından emâre: Turistsiz bir mevsimde Antik Roma Parkı’nın kalabalık ve canlılığının, Roma kenar mahallelilerinin akınından kaynaklandığı aşikâr olsa gerek. Nasıl ki Boğaz’la sadece kaptanlar ve balıkçılar ilgilenmiyor tüm kentliler rekreasyon için kullanıyorsa bu parka ilgi de sadece arkeolog ve koleksiyoncularla sınırlı olmayacak, herkes kullanacaktır.

Arkeoloji parkının kente katacağı konforu test etmek için Roma’ya gitmek de şart değil Topkapı ve Aya İrini’nin arasındaki Arkeoloji Müzesi bahçesinde ağaçların gölgesi ve binadan artan taşların arasında bir çay içmek dahi yeter. Ne Boğaz ne, Salacak ne de Eyüp veya Moda, hepsinden çekici ve lezzetli…

Bu parkı tüm İstanbul’a yaklaştırıp tam ortasına koyacak olan ise pek çok hattın düğüm ve transfer noktası olarak Yenikapı’yı İstanbul’un tam merkezine taşıyacak metro/marmaray ağı olacak. Böylece park, kentin her yerinden 10-20 dk. mesafeye taşınmış olacak ki, imkânsız bir hayal olan herkesin kültürlü olması yerine, 15-20 dk. yetecek herkesin arkeolojiyle ve antik kentle buluşması için…

İstanbul’un Arkeoloji Parkı’ndan beklenebilecekler İstanbul’la ve rekreasyonla sınırlı da değil…

*

Gazete yazısı alışkanlık eksikliği olsa gerek, yine sığamadım. Parkın evrensel işlevi ile İstanbul’un paradigmatik/tarihsel kapasitesi yine sonraya kaldı yarın koymaya çalışacaklar; olmazsa; haftaya “Kent Parkı” ile devam..

Etiketler

Bir yanıt yazın