“İstanbul bir tasarım bienali için hazır mı?”

Emre Arolat Architects'in 2012 senesi için hazırladığı ve yeni yıl hediyesi olarak verdiği ajanda oldukça şık bir tasarıma sahip.

Kapağını ofisin gerçekleşmemiş bir projesi olan Sütlüce’de Müze’nin eskizinin süslediği ajandanın içinde iki ön yazı var. Biri ofisin idari işler direktörü Zeynep Uşşaklı diğeri ise Emre Arolat tarafından kaleme alınmış. Emre Arolat tarafından kaleme alınan bu yazı küratörlüğünü yaptığı İstanbul Tasarım Bienali ile ilgili.

Zeynep Uşşaklı’nın Yazısı

“Geçen yıl ajandamızın içine eklediğimiz yazıya geldiği hızla giden bir yıl daha..’ cümlesi ile başlamıştık. Yaptığımız işlerden, bizi onurlandıran Aga Khan Ödülü’nden ve onun vesile olduğu EAAB Bursu’ndan söz etmiştik.

‘İki bin on bir’ bir öncekinden hiç de farklı olmayan bir hızla geçti. Burs için seçilen beş öğrenci bu kapsamda Tokyo, Mexico City, New York, Pekin, Londra, Berlin, Paris, Amsterdam ve Rotterdam’da inceleme ve anlama gezilerini gerçekleştirdi. Yaptıkları çalışmalar ‘iki bin on iki’ yılında MSGSÜ’de sergilenecek ve mimari ortamlarda yayınlanarak tartışılacak.

‘İki bin on iki’ yılında gerçekleşecek olan bir başka etkinlik ise İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen 1. Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali. Emre Arolat, Joseph Grima ile birlikte Bienal’in eş küratörü olarak görevlendirildi. Bu yıl da onun tarafından İKSV Danışma Kurulu’na hitaben yazılan metnin bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedik.

‘İki bin on iki’nin barış, sağlık ve iyiliklerle geçmesini diliyoruz.”

İstanbul Tasarım Bienali,
Gösteri Dünyasında Özgül Bir Seçenek ve Belki de Bir Umut Fidesi Olarak…

Sıkı bir Katalan Modernist olan Josep Puig i Cadafalch, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın ilk yarısında Barcelona’da pek çok önemli yapı tasarladı. Bizim buralarda çağdaşı Gaudi kadar parlak bir tanınırlığı olmasa da yaşadığı coğrafyada bugün adı hala sıklıkla anılıyor.

Kısaca WAF diye bilinen Dünya Mimarlık Festivali -World Architecture Festival- için Gaudi’lerin, Cadafalch’ların, Ferrater’lerin bu mimarlık müzesi tadındaki kentindeyiz. Bürodan hayli kalabalık bir ekip olarak katıldık bu yıl. Kısa listeye seçilmiş projelerde önemli görevler üstlenmiş olan arkadaşlarım bunlar. Sunuş yapacak olanların heyecandan karınları ağrımaya başlamış iyiden iyiye.

Diagonal’in denizle birleştiği noktada, yol boyunca defileye çıkmış yapıların sonuncusu, üçgen planlı Forum Binası bu capcanlı kentle inatlaşırcasına derin bir sessizlik içinde. Bir şeyler kızdırmış olmalı onu. Etrafına, hayata küsmüs, bulunduğu yerden kopartmış kendisini. Barcelonalılar da ona küsmüs sanki. O pek havalı Yves Klein mavisi de, tuhaf süngerimsi dış cephe yüzeyi de yetmemiş bu ağır hüznü dağıtmaya. Birkaç yılda sanki yüz yıl birden yaşlanmış. İrkiliyorum…

Hemen yanındaki dev kongre yapısı da ürpertiyor insanı. Meydan yönünde koca bir saçağı var. Tam oraya açılacak gibi yapıyor ama açılmıyor. Ana girişe de fuayeye de ulaşılamıyor bu cepheden. Üçüncü defa gireceğim bu yapıya ve her defasında bir daha yaşıyorum aynı şaşkınlığı. Bomboş bir platform, düpedüz bir artık alan burası. Ölçeksiz, tanımsız. Bırakın herhangi bir etkinliğe rastlamayı, durup soluklananı bile görmedim bu koca alanda şimdiye dek. Boşluğun tasarımı ne kadar da önemli, sadece boş bırakmakla, sadece zeminde güzel bir kaplama yapıp üç tane pısırık ağaç dikmekle oluşmuyor, kağıtta ya da ekranda çizildiği gibi yaşamıyor hakiki kamusal mekan.

O garip saçağın altından hızlı adımlarla yürüyoruz deniz tarafındaki kapıya ulaşabilmek için. İçerisi başka bir alem. Kalabalık olmaya kalabalık, ama yine de tuhaf bir ıssızlık hissiyatı oluşturuyor bu tansiyon yüklü koca salonlar. “Tam olarak ne işe yarıyor acaba burada olmak?” diye sormadan edemiyorum kendime. Mimarlık dünyasının önemli isimleriyle tanışmanın, starlarla birlikte görünmenin hesabını mı yapıyor bu insanlar? Yoksa sadece bir merak mı yüzlerce kişiyi buraya dolduran?

Kesif bir koku sinmiş her köşeye. Gösteri’nin -spectacle- kokusu olmalı bu. Panolara asılı fiyakalı mimarlık nesnelerinin afili fotograflardan oluşan proje bulamaçına ulaşmak için sponsor firmaların fuar standlarının arasından geçmek gerekiyor. “Meta panayırı” diye adlandırılan bu muydu acaba? Teşhir edilen birkaç musluk ve tezgahlı lavaboyu neredeyse yararak varıyorum panoların yanına.

Eski bir halat fabrikasının restorasyonu ile dönüştürülen iki katlı hiperlüks konut grubu ile kırk katlı bir rezidans aynı kategoride sergileniyor. Bırakın sergilenmeyi, bir de birbirleri ile yarıştırılıyor. Üstelik her iki projeyi tasarlayan da aynı mimari ekip. Bir kilise kentsel ve toplumsal yapılar grubundayken bir cami kültür yapısı olarak değerlendiriliyor. Geçen yıl tamamlanmış bir tren garı ulaşım projeleri arasında yer alırken proje halindeki bir havalimanı terminali, içinde otel ve alişveriş merkezi projelerinin de bulunduğu ticari yapılar kategorisinde yarışıyor.

Onar dakikalık proje sunuşları yapılıyor ardı arkasına. Jürinin bu on dakika içinde oturduğu yerden ilk defa gördüğü bu projeleri kavraması, birkaç seçilmiş fotograftan üzerinden tektonik, bağlamsal veya her nasılsa bir kanaldan sağlıklı bir değerlendirme yapması, projenin tüm kalite ve potansiyellerini ayrıştırması ve derin bir irdeleme ile karar alarak bir projeye ödül vermesi bekleniyor. Bir tür açık büfe yani. Hani her şeyden azar azar alıp karnımızı şişirdiğimiz. Tanrım bu tam bir festival. Adı üzerinde. Önemli bir eksiği var öte yandan. Cazip değil. Hele eğlenceli, hiç değil.

Yine kaçıyorum. Midem yanıyor…

Els Quatre Gats’ta alıyoruz akşam soluğu. Gündüz yemek zorunda kaldığımız mimarlık salatasının kekremsi tadı henüz ağzımızda. Festival’deki enformasyon bombardımanı ağır geldi besbelli. Zihinler hafif de olsa koruyor bulanıklığını.

12 Haziran 1897 tarihinde açılmış bu lokanta. Cadafalch, Catalunya meydanına iki dakika mesafede olan yapının her noktasını titizlikle tasarlamış. Girişteki büyük ahşap camekandan merdivenin tutamağına, yerdeki mozaik deseninden duvar kenarındaki pervazlara kadar okunaklı bir tutarlılıkla hem de. Picasso 17 yaşlarında ilk dönem sergilerini buradaki büyük holde açarmış. Şimdilerde kentin en karakterli mekanlarından biri olarak koruma altında.

Yerin ruhu ve tasarımın tılsımı ile ilgili yeniden umutlar yeşeriyor yüreğimde. Gündüz maruz kaldığım fırtınanın etkisi giderek hafifliyor. Bir tür güven tazelemesi bu. Yaşlı ve nemrut garsonların kaba saba servisleri bile hoşuma gidiyor. Bir Rioja kırmızısı ağzımın tadını yerine getiriyor. Kafamda binbir düşünce, duvardaki büyük resme bakarak dalıyorum derinlere.

“İstanbul bir tasarım bienali için hazır mı sizce gerçekten?” diye soruyor. Resme bakmayı sürdürüyorum. Gözlerimin gördüğü ile zihnimdeki imgelerin farklı şeyler olduklarını kavrıyorum birden. Neden sonra farkediyorum soruyu bana yönelttiğini. Oysa pek ciddiye alırım onu ve söylediklerini. Mimar da değildir tasarımcı da. Sosyoloji okumuş. Ama bir biçimde tüm benliğiyle tasarım dünyasının içindedir yıllardır. Düşünür, anlamaya çalışır. Belki de “meslekten” olmamanın avantajıdır çevresinde olan biten hakkındaki pürüzsüz kavrayışı. Yaşıtları kadar aceleci olmamasının onu yüzeysel olmaktan koruduğunu düşünmüşümdür sıklıkla.

“Böyle sorduğuna göre sen hazır olduğuna inanmıyorsun herhalde” diyorum. Beni daha da çok şaşırtan bir cevap veriyor bir çırpıda:

“Daha o kadar olmadık bence.”

O kadar olmamak…

Ne kadar olmamak? Sıkı bir tasarım bienali düzenleyebilmek için daha ne kadar olmalı? Hazır olmak için ne yapmalı? Bülent Eczacıbaşı İKSV’nin Yönetim Kurulu Başkanı. Dünyanın en ilham verici kentlerinden biri olarak tanımlıyor İstanbul’u. Hiç de haksız sayılmaz doğrusu. Danışma Kurulu Üyesi Deyan Sudjic ise önerdiği “imperfect” teması ile İstanbul arasında kurduğu ilişkiyi anlatırken şehrin kusursuzluktan çok uzak ama bir o kadar da hareketli ve enerji verici olduğunu vurguluyor.

Evet, İstanbul bir alem. Devinip, kılıktan kılığa girip duruyor bin yıldan fazladır. Oradan oraya koşuyor. Kuşkusuz bugünkü üretim mekanizmalarının ortalama saikleri tasarım dünyasının merkezine konumlandırmıyor bu delişmen metropolü. Evet ilham verici, enerji dolu, evet bugünlerde herkesin gözü buralarda. Ama o çok şaşaalı, parıltılı Anglo-Sakson kentlerle ya da Latin kökenli alımlı çalımlı öncülleriyle onu hala aynı kefede tartmıyor tasarım guruları. Hala biraz “ötekilik” çekiyor öyle değilmiş gibi yapsa da son onyılda. Bu bağlamda hayli dertli, bir o kadar da karmaşık bir ruh halinden, bir kavrayıştan söz edilebilir bu coğrafyada. Tıpkı şehrin kendi karmaşıklığı gibi. Çok katmanlı, capcanlı, ele avuca gelmez bir şehir İstanbul. Tam çözdüm, anladım, hakim oldum derken avucunun içinden kaçıp gidiveren. Rüzgarın ne zaman, nereden eseceği belli olmayan. Dizgine gelmez, kolay kolay, ayar tutmaz. Nev’i şahsına münhasır bir yer İstanbul. Bir Toronto değil, ya da bir Milano. Ne de şu anlı şanlı mimarlık festivaline ev sahipliği yapan Barcelona’ya benziyor dikkatle bakıldığında.

“İşte tam da bu nedenle, tam da damardan bir tasarım bienali yapılır İstanbul’da” diyerek kapatıyorum bu konuyu.

Asırlardır birbirine pek de benzemeyen uygarlıkları, büyük bir zengin gönüllülükle içeren bu şehir, son dönemde daha da büyük bir hızla oradan oraya kayıyor. Gelin şimdi biraz aralayalım bu kapıyı. Anlamaya çalışalım bu kabına sığamayan, başdöndürücü hali. Nedir bu şehri son yılların yükselen yıldızı olma konumuna taşıyan? Bir yandan Baudrillard’ların Levinas’ların, Zizek’lerin burada konuşulmasının, hatta hala hayatta olanlarının bizatihi konuşmasının, öte yandan çağdaş sanatın en fiyakalı temsilcileriyle şöhretli uluslararası mimarlık ofisi sahiplerinin ışıltılı Boğaziçi lokantalarında birlikte yiyip içmelerinin arkasında nasıl bir güdülenme var gerçekten? Anlı şanlı televizyon kanalları neden bu şehirle ve burada süregiden hayatlarla birden bire bu denli ilgilenir oldu? Bu kentte ne değişti de bundan sadece on beş yıl önce, değil birilerinin ilgisine mazhar olmak, yüzüne bile bakılmayan kentsel örüntünün buğulu fotoğrafları fiyakalı periyodiklerin baş sayfalarında yer almaya başladı? Kayda değer bir durum ya da hakiki bir evrim midir bu, yoksa “diğerlerinin” ekonomik krizler nedeniyle yaşadığı yoksunlukların bu şehir üzerindeki gelip geçici bir refleksiyonundan mı ibarettir her şey?

Her an yeni bir fikir ortaya atılıyor burada. Her gün bir yeni parlak proje. Çılgın projeler hatta. Büyük dönüşümler, hızla alınan ve uygulamaya koyulan kent ölçeğinde kararlar. Yeni tahayyüller , yeni ölçütler ve bunların tetiklediği yeni kanunlar. Yeni sayılar, yeni büyüklükler. Büyük, çok büyük adımlar. Yeni anlayışlar, kabuller, görüşler, pozisyonlar ve sorumluluklar. Hatta yeni yönetim modelleri, bakanlık çerçeveleri, görev alanları. Nedenleri şimdilik bir yana, bu coğrafyada bir tür arayıştan, bulunduğu yeri, durumu ve fiziksel çevreyi değiştirme temayülünden söz edilebilir kolaylıkla. Hatta arayış yerine hezeyan mı demeli buna? Hızlı, çok hızlı, hatta düpedüz acele bir dönüşüm olması istenen. Öyle olduğu için de fazla derinlere inmeyen, daha ziyade yüzeyi tarayan. Zamanın yitirilmesine neden olabilecek her türlü inceliği, her türlü spesifiklik arayışını anlamsız, yersiz ve beyhude bir çaba, hatta bir ayakbağı olarak gören. Kafayı nitelikten ziyade sayılarla bozmuş olan. Herhangi bir bütünsellik içermeyen, genellikle parçacıl bir anlayışla sürdürülen. Tıpkı internet dünyasının sörf hareketi gibi, oradan oraya salınan, tam bir yerlere tutunacakmış gibi yaparken kendisini gösteri dünyasının yeni ve kışkırtıcı rüzgârlarına umarsızca bırakıveren.

Hiç kuşku yok ki bu hareketin akıl almaz hızı eşi benzeri bulunmaz bir enerjiyi açığa çıkartıyor. Ama öte yandan bu öforik hamleler silsilesinin, tıpkı fragmanter delüsyonlar gibi şehre belki de tarihinin en tehlikeli dönemini yaşatıyor olduğu da su götürmez bir gerçek.

Feuerbach’ın “Çağımızın…” diye başlayan ve “…tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur…” şeklinde süren önermesinin üzerinden neredeyse iki asır geçti. (1) Ama gerek bu görüş gerekse aynı metinde, “Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.” derken ortaya koyduğu iddia, bugün geçerliliğini zihinlere belki de yazıldığı günden çok daha keskin bir biçimde kazımaktadır. Bir başka devrin, yirminci yüzyılın ikinci yarısının bir anlamda en önemli kahinlerinden olan Guy Debord’un “Gösteri Toplumu”2 adlı yapıtında dünyanın hali ve geleceği ile ilgili olarak ortaya koyduğu iddiaların omurgası, daha dünyevi kaynaklardan türüyor da olsa Feuerbach’ınkilerle neredeyse tıpatıp aynı kanallardan beslenir. Debord, kapitalist iktisadın ve meta dolaşımının tetikleyicisi olan gösteri egemenliğinin gittikçe yaygınlaşacağını, böylece tüm dünyanın tek bir pazara ve gösterinin sahnesine dönüşeceğini, tarihsel bilgiyi yok etmenin, özgünlük görünümü altında sansürü genelleştirmenin ve öznelliği silerek doğruyu bir yanlışlık anı yapmanın gösteri toplumunun söylemini oluşturacağını söylemiştir. Bugün merkezde bulunan ülkeler ve o ülkelerde bulunan metropoller gösteri toplumunun kendisini en fütursuz şekilde ortaya attığı ve görünür kıldığı yerlerdir. Debord’a göre gösteri kendini tartışılmaz ve erişilmez devasa bir olumluluk olarak sunar. “Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür” der, başka bir şey demez. Toplum tarafından meşrulaştırılan ve iyi olduğu varsayılan şeylerin, köşesine çekilip bu meşruiyetin tadını çıkarmak yerine kendisini göstermek ya da başkaları tarafından gösterilmek takıntısına sahip olması güncel ve yaygın bir yönelimdir. Bu yönelimin yoğunluğuna bakılırsa İstanbul’un da bu yolun cengaver bir yolcusu olduğu izlenimine kolaylıkla kapılınabilir.

İlk Venedik Bienali, on dokuzuncu yüzyılın hemen sonlarında düzenlenmişti. Yani Feuerbach’ın az önce sözünü ettiğim temel eseri “Hristiyanlığın Özü”nden yaklaşık yarım asır sonra. O günden bu yana sanat dünyasını manipüle eden cemaatin sürdürdüğü varoluşsal tartışma ortamı beslenerek gelişti. Bienallerin kimisi taze fikirler ve manifester yönelimlerle yeni sözler üretti, diğer bir bölümü ise bilerek ya da bilmeyerek de olsa çok daha işbirlikçi ve kabullenici bir tavırla dünya sisteminin semirmesine ve ana akıntının güçlenmesine aracılık etti. Bienallerin pek çoğunun başat karakteri olan çağdaş sanat, özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında Franfurt Okulu’nun önemli üyeleri Adorno ve Horkheimer’ın ortaya koyduğu “Kültür Endüstrisi” kuramıyla birlikte eleştirel bir mecranın içine girdi. Böylece bir yandan kendisinden kurtarıcı özerklik alanı olarak medet umulan, diğer yandan da piyasa ile ilişkileri bağlamında çok fazla dayak yiyen bir özneye dönüştü. Bugüne gelene dek günbegün etkinlik alanını genişlettiği yüz yılı aşkın süreçte, bir dönem Sitüasyonistlerin, sonrasında da temel ilkeler bağlamında onların izinden giden radikallerin hışmına uğradı. Fransız kuramcı Jean Baudrillard, 1996 yılında yayınladığı “Sanat Komplosu”3 başlıklı makalesinde “sanat bayağılığa, atıklara, vasatlığa değer ve ideoloji diye el koyuyor” diye yazarak çağdaş sanatın varlık nedeninin ortadan kalktığını iddia etti ve uluslararası sanat camiasında tam bir skandala yol açtı. Bugün de sanatın herhangi bir ticari işletme gibi olan algısının gittikçe artan bir şekilde yayıldığını iddia etmek zor değil. Bu algı onun günümüzde karlı yatırımlar ve gereğinden fazla yüceltilen tüketim nesneleri sunduğu ve bunun da bir tür kariyer fırsatına dönüştüğü fikrinden temelleniyor. Sanat artık her yerde, hayatımızın her noktasında. Vitrinlerde, sokaklarda, alışveriş merkezlerinin koridorlarında ve bina cephelerinde. Sadece bu gerçeklik bile onun özerklik alanının daraldığını ve sahip olduğu ayrıcalığın neredeyse tamamen eridiğini kanıtlıyor. İstanbul 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti sıfatıyla pek çok kültürel ve sanatsal etkinliğe ev sahipliği yaptı. Görünen o ki bundan sonrasında daha da artan bir taleple karşılaşacak. Bir yandan büyük projeler yapılır, farklı nitelik ve ölçeklerde yatırımlar sürerken öte yandan öncekilerden daha zihin açıcı bir tür düşünsel platformun tedariki olanaklı görünüyor. İşte tam da bu ortamda İstanbul Tasarım Bienali’nin alacağı pozisyon hem şehir hem de tasarım dünyasının farklı katmanlarındaki aktörler adına çok kritik bir durum oluşturuyor.

1 Ludwig Andreas Feuerbach, Hristiyanlığın Özü. (1839) İkinci Baskı’ya Önsöz

2 Guy Debord, Gösteri Toplumu. Çevirenler: Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent (Ayrıntı Yayınları, 1996)

3 Jean Baudrillard, Sanat Komplosu. Sunuş: Sylvere Lotringer, Çevirenler: Elçin Gen, Işık Ergüden (İletişim Yayınları, 2010)

Etiketler

2 yorum

Bir yanıt yazın