Radyonun Sihirli Kapısından Türkiye Radyosunun Yok Edilmiş Arşivlerinin Hikayesine

Radyonun Sihirli Kapısı, Meltem Ahıska tarafından yazılmış Türkiye’nin ulusal kimlik inşası ve modernleşme sürecini erken cumhuriyet döneminin radyo yayınları üzerinden okumayı öneren etkileyici bir kitabının adı. Kitabın alt başlığı “Garbiyatçılık ve Politik Öznellik”. Kitabın adı esin kaynağını 1942’de Kemal Tözem’in Radyo Dergisi’nde yayınlanan “Temsil Kolunun Sihirli Kapısı” başlıklı yazısından alıyor.

Hayatınızda bir defa bile olsa bir radyo tiyatrosu dinlediyseniz o kapının sesini mutlaka siz de duymuşsunuzdur. Menteşeleri gıcırdayarak açılırken, yavaşça veya sertçe kapatılırken, heyecanla yumruklanırken ve hafifçe tıklatılırken. Kapı sesinin, nefes nefese konuşan insanların, suyun şırıltısının, araba gürültüsünün, kısaca radyoda duyacağınız her türden sesin ima ettiği bir hayal olmalı. Milli kimlik inşa politikalarının izlerini bu seslerde aramak ilgi çekici bir fikir. Ayrıca sosyal bilimlerde dönemin eğilimlerine bakıldığında kitabın amacı daha geniş ve anlaşılır bir bağlama oturuyor. Benedict Anderson’un 1991 yılında yayınlanan Hayali Cemaatler adlı kitabı modern bir icat olan ‘millet’in kurgusal bir kimlik olduğuna işaret ediyor ve 18. yy. sonu Amerikan kolonilerinden 20. yy.’ın genç devletlerine kadar milli kimliklerin inşa süreçlerinden örnekler veriyordu. Alanında çok etkili olmuş bu kitabın pek çok ardılı yazıldı, mimarlık alanındaki en bilinen örneği ise Sibel Bozdoğan’ın yazdığı Modernizm ve Ulusun İnşası (2001, Türkçesi 2002) olsa gerek. Tabii bir de 70’lerin sonunda başlayan ve büyük bir dalgaya dönüşen Said’in Şarkiyatçılık tartışması var. Ve onun asimetrik kardeşi olarak sahneye sürülen Garbiyatçılık.

Ahıska’nın kitabı her ne kadar bu tartışma eksenleri üzerinde ilerlese de kitapta benim ilgimi daha çok çeken konu görece tali bir sürpriz olmuştu: Türkiye Radyosu’nun yok edilmiş arşivlerinin hikayesi. Araştırmaya TRT Kütüphanesi’nden başlayan Ahıska kısa süre içinde TRT içinde bir arşiv tutulmadığını, kütüphane görevlisinin radyo tarihine ilişkin bir araştırma yapma düşüncesini bile lüzumsuz bulduğunu şaşırarak fark etmişti. Görüştüğü ismini vermek istemeyen üst düzey bir görevli durumu olağan bir süreç olarak şu şekilde özetliyordu: “Bu kurum, sesli olsun, yazılı olsun, düzenli bir arşiv tutmaz; eski malzemelerin çoğu ya ihmal ya da yeni gelen yöneticilerin temizlik merakı nedeniyle yok olmuştur; yeni yönetici gelir, temizleyin burayı, kaldırın bunları der, bütün eski plaklar, arşivler atılır.” Arşivlerin nasıl yok edildiğine ilişkin farklı kişilerden duyduğu hikayeler konuyu daha dramatik hale getiriyor: sandıklara sığmadığı için iki parçaya ayrılıp sığdırılan taş plaklar, yıl başı hediyesi olarak çalışanlara hediye edilen eski plaklar, askeri darbeden sonra göreve atanan komutanın teftişlerinde raflarda düzensiz durdukları için atılması emredilen kayıtlar, başka bir müdürün yeniden kullanılması için eski programların metinlerini topluca SEKA’ya göndermesi… Bu ve benzeri pek çok yöntemle neredeyse kesintisiz bir çaba sonucunda arşivlerden “kurtulmuştuk”. 1990’lara gelindiğinde TRT Kütüphanesi’nde 1927-50 dönemi radyo yayınlarına ilişkin birkaç genel geçer tarihçe dışında hiçbir belge kalmamıştı. Sadece önemli devlet adamların konuşma kayıtları vardı, ancak bu kayıtlar da ileride tekrar kullanılması için arşiv düzenine uymadan saklanıyordu. Bir de gözden kaçtığı için yok edilememiş, kütüphane görevlisinin bile varlığını unuttuğu ve rafların arkasındaki kutularda düzensiz bir şekilde yığılmış malzemeler vardı, ama bunlar için arşiv demek doğru olmazdı. Daha çok düzenli temizlikten bir şekilde kurtulmuş öte beri idi. Ahıska’nın kütüphane memurunu ikna ederek kimsenin varlığından haberdar olmadığı kayıtları eski çalışanlardan birinin kağıda çiziktirdiği bir krokiye bakarak bir kutunun içinde bulmasının hikayesini mutlaka okumak gerek. Bugünlerde çeşitli vesilelerle sıkça duyduğumuz şekliyle “son 20 yılda aşındırılan” kurumlarımızın önceden de kendi özerk tarihlerini oluşturma konusunda bugünden pek de farklı olmadıklarına işaret ediyor bu tanıklık.

Bu arşiv temizleme alışkanlığının basitçe cehalet veya iş bilmezlik ile açıklanamayacağını sezmesi ve bu tavrın arkasındaki mekanizmayı anlamaya çalışması bana kalırsa Ahıska’nın kitabının en parlak kısmıdır.

Garbiyatçılık üzerine yürütülen geniş tartışma ve işletilen ağır kuramsal tertibatın aradan geçen 180 yıla denk 18 yılda (kitap 2005’te yayınlanmış) hala canlı ve çarpıcı olduğunu söylemek mümkün mü, bilemiyorum, ama arşivin yok ediliş hikayesini anlama çabası son derece parlak, benzersiz ve canlı. Kurum gibi görünen bir yapının düzenli olarak kendi arşivini yok etmesinin nedenleri ve sonuçları neydi? Akılsızca görünen bu silme işleminin idari mekanizmaların işleyişi açısından pratik nedenleri ve sonuçları olmalıydı. Kuşaklar boyunca onca sayıda yönetici ve bürokratın sadece Weberyen soyut bürokratik aygıtın çalışma biçimine yabancı oldukları için bu davranışı sergilediklerini söylemek tek başına yeterli bir açıklama olamaz.

Eski çalışanlarla yapılan mülakatlar ve onlar tarafından yazılan anılar tarandığında şu ilginç sonuçlar çıkıyordu (Ahıska kitabında numaralandırmamış olsa da biz o şekilde ilerleyelim):

1. Pek çok örnekte yeni kuşaklar profesyonel radyoculuğun kendileri ile başladığını, öncesinde Türkiye’de radyoculuğun amatör bir uğraş olduğunu düşünüyordu. Kurumun tarihini de yok sayan bu “küçümseme dolu” ilgisizliğin nedenlerinden biri sürekliliği sağlayacak bir birikimin, demek ki kurumun tarihinin teşekkül edememesi idi. Büyük Tarih bugünden bağımsız bir anlatının alanıydı ama bundan bağımsız bir şimdi yeni kuşağın benzersiz çabası ve türlü zorluklara rağmen gösterdiği fedakarlık vardı. Bu açıdan ilkinin bir menkıbeyi andıran hareketine eşlik eden ikincil ve çok daha kişileşmiş bir tarih/hikaye daha vardı. Sonradan sözlü tarih anlatılarını şenlendirecek, çoğu zaman yanıltıcı, genel manzaraya hakim olmayı imkansız kılan bu mikro anlatıların talep ettiği hürmet ve samimiyet önemlidir.
2. Amirlerin koridorlarda bile hissedilen “korkunç disiplini.” Bir mülakatta eski bir kanun sanatçısının söyledikleri dikkat çekici: “Müdür beyin merdivenlerinden çıkamazdık, koridorda elimizde sigara dolaşamazdık, gene de memnunduk. Disiplin olan yerde memnuniyet olması lazım.”
3. Hikmetinden sual olunmaz o kurum içi sert hiyerarşi ve disipline eşlik eden de pek tabii ki çocuksuluk olmalı. Radyocuların samimi anılarında okuduğumuz teknik aksaklıkların ve bulunan anlık pratik çözümlerin yatılı lise öğrencilerinin hikayelerini andırması o kadar sık bir tema ki bunun gözden kaçması imkansız.

Arşivlere yönelik bu kasıtlı tavrı daha iyi anlamak için bu hikayenin devamına, Ahıska’nın 1930’larda 2. Dünya Savaşı arifesinde Türkiye’de Türkçe yayına başlayan BBC’nin Londra’daki arşivlerinde “belki birkaç sayfa not bulurum” düşüncesiyle gittiğinde karşılaştığı manzaraya bakmak lazım. “Eğer Türkiye Radyosu kendisi ile ilgili bu kadar az bilgi saklıyorsa, BBC, ne diye Türkiye radyolarıyla ilgili bilgilere sahip olsun?” Fakat BBC arşivi çok düzenli tutulmuştu ve içerik açısından büyük bir çeşitliliğe sahipti. Üstelik araştırmacılara açıktı. Öyle ki BBC’nin Türkiye’ye dair raporlarında kimi zaman devletler arası ikili ilişkiler açısından “tehlikeli” öznel görüşleri ihtiva eden kısımlara bile ulaşabiliyordunuz. Bunun yanı sıra Türkiye’de radyoculuğun o günkü durumuna ilişkin ayrıntılı raporlara da erişmek mümkündü. İki farklı tavır arasındaki büyük tezat yeni soruyu önümüze koyuyor, Ahıska’nın ifadesiyle: “Türkiye’de arşivler geçmişle ilgili istenmeyen tehlikeli bilgiler içerdiği için yok ediliyorsa, neden BBC bu denli açıkça politik içerikli belgeleri arşivinde tutuyor?”

Ahıska tabii ki Britanya’nın modern kurumlarının üstünlüğü ve “tarafsızlığı” gibi ilk akla gelebilecek yüzeysel açıklamalara itibar etmediği için arşive yönelik tutumda apaçık ortada duran bu büyük farkın iki farklı iktidar türüne işaret ettiğini gayet sarih bir akıl yürütmeyle izah ediyor. BBC arşivi Foucault’nun modern iktidar tekniklerini teşhis ettiği ünlü çalışmalarında anlatılanlara benzer bir kayıt mantığına dayanıyordu. Oysa Türkiye’deki kurumların iktidar pratikleri ise farklı bir türdeydi. Ahıska’nın bu tartışmayı milli kimlik inşasının farklı yöntemleri bağlamında tartışması bizi tam olarak ikna etmeyebilir, zira bu kayıt bırakmama ve kayıtları silme yöntemi modern Cumhuriyetin milli kimlik inşasından öncesi için de geçerlidir.

Sözgelimi Uğur Tanyeli 6-20 Şubat depremlerinin ardından Kıraathane İstanbul’da yaptığı Tarihyazımı, Deprem ve İstanbul başlıklı konuşmasında (ilgilenenler için: link) bu alışkanlığın geçmişine yönelik ibretlik bir tarih panoraması sunuyor. Şimdi hepsine değinemeyeceğim kadar çok sayıdaki yazılı ve görsel kayıt bırakmama tavrının belki de en çarpıcı örneği 1755 yılındaki Lizbon depremi ile 1766’da benzer tahribat bırakmış İstanbul depremi arasındaki karşılaştırma. Biri için çok sayıda ayrıntılı görsel ve yazılı kayıt bulunabilirken diğeri için bulabileceğimiz görsel kayıt neredeyse yoktur, yazılı kayıtlar ise son derece genel geçer notlardan ibarettir. Bu etkileyici sunuşun temel mesajının “ne kadar geri kalmışız” türünden bir yazıklanma olmadığını akılda tutmak gerekir. Tanyeli bu tavrın kasıtlı olarak inşa edilmiş bir “cahillik” olarak değerlendirilmesi gerektiği konusunda bizi uyarıyor: her türlü masalın ve palavranın anlatılabilir ve inanılır hale geldiği bir tür bilmeme ve görmeme tercihine bağlıyor bu tavrı.

Milli kimlik inşası gibi daha geniş kuramsal bağlamı bir kenara bırakalım ve bir an için şu basit ve pratik soruyu düşünelim: kayıt bırakmamanın ve var olan kayıtları düzenli olarak silmenin er veya geç idari mekanizmayı felç edeceği ortada iken idareciler yüzyıllardır neden bu tavrı tercih ediyor olabilirler? Bu ülkenin idarecileri bunu bilemeyecek kadar saf ve öngörüsüz olabilir mi? Sorun sadece şu veya bu idarecinin liyakatsizliği ile açıklanabilir mi?

Bir defasında Adana’nın kentsel gelişim sürecine ilişkin okuduğum bir makalede şehrin 1957 yılında onaylanan imar planının orijinal paftasının belediyede bulunamadığı, bu nedenle planın bir kitaptaki baskısının referans olarak kullanıldığı yazıyordu.

Piri Reis haritasının ve ondan yüzyıllar sonra Pervitich Haritalarının bulunma hikayelerindeki benzerlikler, aradaki zamansal ve kurumsal farkları göz önünde bulundurduğumuzda bize başka bir gerçeği işaret ediyor olmalı.

Modern bürokratik sistemin kara mizahını yaptığı söylenen Kafka’da aslında ikinci bir bürokrasi ve iktidar modelinin hikayesi de bazen gün yüzüne çıkar. Çin Seddinin İnşası gibi hikayeler modern bürokrasinin korkutucu ve komik mekanizmasının henüz ufukta görünmediği başka bir iktidar modelini gösterir. Ceza Kolonisi gibi hikayelerde de iki modelin karışımına tanık oluruz.

Haddimi aşma pahasına burada temel güdünün pratik bir iktidar kurma stratejisinin parçası olduğunu söylemek zorundayım. Ahıska’nın radyo çalışanları ile yaptığı mülakatlarda başarıyla izini sürdüğü “tavizsiz iktidar” ve sizi karşısında haylaz bir çocuk olmaya mahkûm eden pozisyonu kuran tam da bu tarihsizlik, arşivsizlik ve kayıtsızlıktır. Tarihin katmanlı bir panorama olmaktan çıkıp kişiselleşmesi, çocukluğa mahkum edilenlerin çaresizce kurumun hikayesini kişisel anıların içine katmaları, sınırları belirsiz bir samimiyet hali, bütün bir iktidar rejimini farklı eksenlerde çalıştıran aktörlerin yatırımları olarak karşımıza çıkıyor. Bir idari mercinin karşısına çıktığınızda sizi kravatı gevşek bağlanmış haylaz bir liseli, karşınızdaki amiri ise en iyi ihtimalle şakacı bir okul müdürü rolüne sokan da aynı yapısal modelin tezahürüdür.

Yurttaşı eşitsiz bir mücadelede çaresiz bırakan, idarecinin pozisyonu değişse de yaklaşımın değişmediği en pratik ve doğrudan, neredeyse etinizde ve kemiklerinizde hissettiğiniz iktidarın mekanizması budur. Britanya’da iktidarın kuşatıcı ve inceltilmiş teknikler icat etmek zorunda kalmasının nedeni ise makamlara gelen o kişilerin yüce gönüllüğünden değil, buna mecbur kalmalarından dolayıdır. BBC o arşivi orada tutmak ve arşivin açıklığı ile işleyişini sürdürmek zorundadır. Kurumsal idarenin şiddeti her koşulda kuşatıcı ve ezici olsa da muhatabını ciddiye almalı, en azından onu bitimsiz bir çocukluğa mahkum edemeyeceğini bilmelidir.

Tabii ki bu hesabı sorulamayan yerli kurumsal iktidarın yapay da olsa, kimseye inandırıcı gelmese de ihdas etmesi gereken kurullar, bilim insanları ve onların erişilmez statüleri olması elzemdir. Hiçbir kaydı olmayan, tutanağı yayınlanmayan toplantıların, zevahiri kurtarma kabilinden istişare mekanizmalarının basit ve apaçık gerçeği değiştirmediğini söylememiz lazım.

Bir konuşmada yeni idare literatürümüze girmiş olan bilim kurullarının veya farklı adlardaki kurulların işlevsizliğine değindiğimde itirazla karşılaşmıştım. Son yıllardaki pandemi sürecinde bilim kurulunun başarısına değiniliyor ve pandemiyi ülke olarak pek de kötü idare etmediğimiz söylenmişti. Kendimize soralım: gerçekten de biz pandemi sürecini “iyi” atlattık mı? Benim bu konuda bir cevabım yok, zira yıllara göre ölüm istatistiklerinin bile rutinin dışında birkaç yıl sonra ancak açıklandığı bir süreç hakkında nasıl bir hüküm vereceğimi bilemiyorum.

Ülkenin imar koşullarını belirleyen yine aynı idari mekanizmadır. Deprem şehirlerimizi harabeye çevirdikten sonra bir sorumlu aramaya çalıştığımızda onca imza ve onay belgelerine rağmen herhangi bir sorumlu bulamıyor olmamızın ve sonuçta dönüp bütün bir halkı sanık sandalyesine oturtmamızın nedeni de aynıdır. Bu iktidar sahnesinin hüküm sahipleri, aktörleri, her biri iyi niyetli ve fedakar oyuncuları tuhaf bir şekilde birbirine karışır. Sonu felaketle biten şu dere ıslahı, bu imar kararının sorumlusunu aramaya çıktığımızda bizi tatmin edecek bir adalet duygusuna asla ulaşamıyor olmamızın nedenleri olmalı. Bütün bir halkın toplu olarak sanık sandalyesine oturtulduğu bir mahkeme sahnesini Kafka bile hayal etmemişti.

Mevzuat ve kurallarımız gevşek, denetleyici bilgisiz, otorite yeterince güçlü olmadığı için değil bu felaketlerin nedeni. Kamu idaresini yurttaşların açık müzakeresini yürütebileceği, işleyişini açıkça takip edebildiğimiz bir zemin olarak düşünmüyor olmamız belki daha genel bir cevaptır. Ya da tersinden söylersek kamu idaresini daha çok erişilmesi gereken ama hep dar koridorlardan ilerlenen kapı olarak düşünüyor olmamız.

Ancak her felaketin ardından merkezi güç odağının daha çok güçlendirilmesi, kapılara daha aşılmaz kilitler konması, daha da tavizsiz olması talep ediliyor. Yasanın sorgu sualle vakit kaybetmeye tahammülü olmayan bir olağanüstü hal hissiyatı içinde hükmünü vermesi bizi huzura eriştirecek bir çare olarak konuşulabiliyor.

Şimdi deprem bölgelerindeki şehirlerin yeniden imarı için eski bildik formüllerin daha fütursuz versiyonları uygulamada. Yapıldığı söylenen planlama ve tasarım çalışmalarının paylaşılmadığı, çalışmaların bir samimiyet temelinde davetlilerle yapılan toplantılarda tartışılmaktan çok tebliğ edildiği bir sürecin nasıl değerlendirilmesi gerekir?

Sözgelimi herkesin kadim Antakya’dan bahsettiği bolca duygusal içerikli, konusu dağınık toplantılarda yapılan paylaşımlar bize nasıl bir manzara sunuyor? Halkın bir tutam bilgi almak için kıvrandığı, güvencesiz bir halde inançsızlığa sürüklendiği ve nihayetinde öfkeyle kahredici bir boş vermişlik arasında bocaladığı bu planlama süreci için ne demek gerekir? Bir şehri ayağa kaldırmanın “tasarım becerisi” meselesi olmadığını, öncelikle o şehrin asıl aktörlerinin birer yetişkin olarak görülmeleri ve buna uygun bir yaklaşımı hakkettikleri galiba söylenmesi gereken ilk sözdür.

Peki ama nasıl yapmalı? Çok yönlü ve kompleks bir problemin bütün ciddiyetini taraflarla paylaşan katmanlı bir kurumsal organizasyonun oluşturulması ilk iş olmalı. Problemin büyüklüğü ve kompleks niteliğine uygun olarak farklı seviyelerdeki konuların o bağlamda açık verilerle nasıl konuşulacağının yöntemlerini geliştirerek ve her görüşmeyi kayıt altına alarak işe başlamak gerekir.

Toplantıların tarafsızlığı ve şeffaflığı mutlaka sağlanmalıdır. Müzakerenin tarafları devlet ve şehirli değildir. Aksine her biri yetkin insanlar olan, şehri nihayetinde bizzat ayağa kaldıracak ve yaşatacak olan o insanlardır. Kamu idaresi müzakerenin zeminini ve sağlıklı işleyişini kurmakla yükümlüdür.

Ve son olarak, artık kayıt imkanları çok gelişti, eskisi gibi kayıt tekeli belli merkezlerle sınırlı değil. Erişilmez arşiv odaları unutuldu. Toplum geçmişte hiç olmadığı kadar kayıt ve belge oluşturma imkanına sahip. Yürüyemeyecek olan bir sistemde ısrar etmenin sancımızı daha da artırmaktan başka bir işe yaramayacağını ne kadar erken kabullenirsek o kadar iyi olur.

Etiketler

Bir yanıt yazın