Mimarlık Gibi, Değil Gibi [12]: Düşük Teknoloji

Mimarlık Gibi, Değil Gibi yazı serisini yazmaya tam iki senelik bir ara vermişim. Bir süredir aklımda dolananları yazıya dökmek için sonunda fırsat buldum, bu on ikinci yazı olacak, vay be. Bu yazıyı yazdığım akşam gökyüzünde Perseid meteor yağmuru var. İzlemek için hevesli birçok kişi; dışarı çıkıyorlar, gece etrafta ışık olmadan karanlıkta daha iyi görebilmek için kendilerine yer ayarlıyorlar. Gerçek bir olaya tanık olmak istiyor insan bu yüzyılda. Gerçekten gökyüzünde meteorun ışık saçarak ilerlemesine şahit olmak istiyor. Bu olayın fotoğraflarına, videolarına bakabilir, bu konu hakkında çekilmiş filmler izleyebiliriz, Instagram’da yıldız kayması efektleri kullanabiliriz; ama artık olayların orijinalini görmek istiyoruz doğada var olduğu haliyle. Perseid meteor yağmuru her sene ağustos ayının ortalarında oluyor. Doğa olaylarının birçoğunda olduğu gibi, bu da bir döngü şeklinde tekrarlanıyor. Her sene ne zaman olacağı belli olan, yine de heyecanla görmek için beklediğimiz olaylar. Aslında benim gibi her dolunayda, her yeni ayda heyecanlanan biri için oldukça uzun bir süre bir sene, bir olayın tekrar olmasını beklemek için. Bir şeyin nadir olması, onu iyice değerli kılıyor. Yukarıya bakıyorum, yıldızlara bakmak için iyi bir bahane bu akşam. Gökyüzüne bakarken göktaşlarının gelip de kafamıza düşmesini büyük ölçüde engelleyen atmosfer katmanları iyi ki var diye düşünüyorum.

Resim 1: Perseid meteor yağmuru

Urla’da yaşadığım köyde, evin bahçesinde kumrular çam ağacına yuva yapmış. Bu kuşların ötüşleri bana çocukluğumu, büyükbabamın yazlığında sabahları uyanıp sakince perdeden süzülen güneş ışığını izlediğim odayı hatırlatıyor. Şehir hayatında denk gelmemişim herhalde sonra gürültüden. Zaten yatakta durup duvarları, tavanı izleyecek vaktim hiç olmadı şehirde yaşarken. Sonra bir daha burada, köyde denk geldim bu kuşa. Bir kuşun sesi insana huzur verir mi, veriyor işte. Önümüzdeki ay bir yaşına girecek kızım da perdenin üzerine vuran ağaç yaprağı gölgelerini izlemeyi seviyor akşamüstleri. Oldukça meditatif bir şey. Tabii ağacın boyundan daha aşağıda olmanız gerek böyle bir şeyi deneyimlemek için. Şehirde, 8-10 katlı bir apartmanın üst katlarında oturuyorsanız, pek de mümkün değil ne yazık ki. Belki balkonunuza bitki koyarsanız, bir ihtimal.

Resim 2: Sesine şehirlerde pek duyamadığımız kumru

İnsanlara ait tüm bu icatlar var olmadan önce yaşıyor olsaydım neye ihtiyacım olurdu, ne iş yapardım, nasıl yaşamımı sürdürürdüm diye düşünüyorum sık sık. Her gün yemeye ihtiyacım olurdu, yemek arardım, neyi yiyip neyi yiyemeyeceğimi anlamak için epey denemem gerekirdi. Korunacak bir yere ihtiyacım olurdu, bir barınak oluşturmak için uğraşırdım, ya da kuytu bir yere girerdim. Etrafta bir su kaynağı olması gerekirdi içmek için. Hasta olduğumda iyi gelecek bir şeyler yapmak için uğraşırdım; bitkiler, karışımlar. Bolca yürümem gerekirdi. Gökyüzüne bakardım, parlayan ışıkları anlamlandırmaya çalışırdım. İnsanlar astronomi ile uğraşmış, gökyüzündeki olayların döngüsünü biraz çözmüşler. Zamanın döngüsünü anlamışlar; günleri, ayları, mevsimleri, yılları isimlendirmişler etrafta olan bitene bakıp. Hâlâ döngü halinde olan ama henüz bu tekrarın farkına varamadığımız olaylar var mıdır acaba diye hep merak ediyorum.

Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar”ından yola çıkarak “insan ne için yaşar” sorusunu kendime düzenli aralıklarla sorarken buluyorum kendimi. Herkesin yaşamak için motivasyonu farklı sanırım. Balık Tutma Dersi adıyla Emilie Bravo’nun çizgi roman haline getirdiği Heinrich Böll’ün Anekdote zur Senkung der Arbeitsmoral (İş ahlakının azalışı üzerine bir anekdot) adlı kısa anekdotu da bunu sorgulatıyor biraz. Sahil kasabasına giden bir turist ile bir balıkçı arasındaki diyaloğu konu alıyor kitap. Teknesinde uyuyan bir balıkçı, onun fotoğraflarını çeken bir turist. Turist tam bir beyaz yakalı; balıkçının neden gündüz vakti dinlendiğini anlamlandıramıyor. Neden daha çok balık tutup, daha iyi tekneler alıp, işi büyütüp fabrikalar açıp zengin olmuyorsun diyor. Sonra da emekli olur, burada rahatça yatıp keyif sürersin. Balıkçı da zaten burada istediğim gibi yatıyorum şu anda diyor. Yalnızca ihtiyacı karşılayacak kadar çalışarak yaşamak mümkün mü? Hedeflediğimiz şeyler nasıl oluyor da bizim hedefimiz haline geliyor? Bize empoze edilenleri mi hedefliyoruz, yoksa gerçekten ihtiyacımız olanları mı? Bu konu mimarlık yaparken de kafamı kurcalıyor. İhtiyaç kadar yapılaşma mümkün mü? Bugünlerde imar durumunda verilen hakkın bir metrekare aşağısını kullanmak isteyen bir işveren bulabilmek bile kolay değil. 2013’te kendi evimin yapı ruhsatını almaya gittiğimde, hakkım olanın yarısını inşa edecek şekilde bir proje çizdiğimi gören belediye imar müdürlüğü çalışanları epey şaşırmıştı bu gibi durumlara sık rastlamadıkları için.

Resim 3: Balık Tutma Dersi çizgi romanından

Benzer şekilde, ihtiyaç kadar teknoloji kullanmak da bence aslında hayatı daha keyifli hale getiriyor. Bazen ‘şey’lerin en ilkel haline ihtiyaç duyuyoruz. Geçenlerde kabuğu ayıklanmış ay çekirdeği aldım (evet, yaşadığım yerde çekirdeğe çiğdem diyorlar ama bunun konumuzla pek ilgisi yok). Kesinlikle kabuğu ile çitlemekle aynı tadı ve keyfi vermiyor. Çekirdek çitlemek başlı başına bir aktivite. İçinden çıkandan bağımsız olarak. Vakti ilkel bir biçimde bir şeyi ayıklayarak geçirmek belki de yüzyıllardır -teknolojisiz biçimde- yapageldiğimiz bir eylem, neredeyse bir içgüdü. Bu ilkel eylemi sürdürmek hoşuma gidiyor.

Resim 4: Kabuğu ayıklanmış ay çekirdeği

Koşuşturmanın içinde kendimize bir dingin alan sağlayabileceğimiz düşük teknolojili -low tech- etkinlikler ve ilkel bir biçimde doğal olanı gerçekleştirme sayesinde insan ölçeğine geri dönüş imkânsız değil. Ultra teknolojik çamaşır makinelerinin yerini aldığı su kenarında çamaşır çitileme eyleminin getirdiği sosyalliğin günlük hayattaki yerinin tamamen yok olmuş olması, trafik gürültüsünün ve mağazalardan dışarı taşan hoparlörlü fon müziklerinin doğaya dair herhangi bir sesi bastırarak kentlilere kuş sesini bile unutturmuş olması, yediğimiz meyve sebzenin aslında kaynak olarak nereden geldiğini hiçbir zaman göremememiz, şehirlerde tamamen yok olmuş tembellik hakkı; tüm bunların bizim ortalama 80 yıl sürecek ömrümüzde ilkel doğayı deneyimlememizi tamamen imkansız kılması eksik bir hayat deneyimi oluşturuyor. Şehirlerde baskın olarak gündelik hayata dahil olan yüksek teknoloji ürünlerin insan ölçeğinin dışında bir alan oluşturması ve hayatı kolaylaştırmaları beklenirken tam aksi bir etki yaratarak koşuşturmayı kışkırtmasının önüne geçecek bir hayat anlayışı, özellikle Türk Rivierası’nda mümkün olabilir. Hayatı yavaşlatmak, aslında bize dayatılmasa ihtiyacımız olmayan gelişmiş teknolojileri devre dışı bırakmak, daha ilkel ama tam da işlevine uygun teknolojileri yeniden günlük hayatımıza dahil etmek, geleneksel kültürleri yeniden canlandırmak ve bu sayede insanın yaşamdan keyif alabileceği yeni alanlar oluşturmak, ülkemizdeki tarihi ve kültürü zengin kentler için potansiyel bir çözüm sağlayabilir. Buralar için aklımda hep ‘altyapılı kasabalılık’ olarak kurguladığım bir hayal var.

Tüm bu içine doğduğumuz hayat, kanıksadığımız meslek grupları ve kurumlar, düşündüğümüz kadar eski değil. Bugün iş olarak yaptığımız bazı şeyler, birkaç yüzyıl öncesinde yoktu bile. Hatta bizim jenerasyonumuz çocukluğunda bilgisayar, internet ve cep telefonunun olmadığı, şu anda ise bunların yokluğunun hayal bile edilemediği bir geçiş dönemine denk geldi. Biraz daha eskiye gidersek, bugün en standart kabul ettiğimiz kurumların bile aslında insanlık tarihi içerisinde oldukça yeni olduğunu görebiliriz. Örneğin restoranlar. Dışarı çıkınca sosyalleşmek ve karnını doyurmak için bir restorana ya da lokantaya gitmek oldukça sıradan, alışılmış bir şey bizim için. Ama bu bile oldukça yeni bir durum, tarihe bakınca. Sıradan insanların dışarıda yemek yiyebilecekleri, bugün bildiğimiz anlamda bir restoran 18. yüzyıla kadar yokmuş. Yolculuk yapanlar için hanlar varmış yine tabii, ya da sosyal statüsü yüksek kişiler evlerinde aşçılar çalıştırıp onlara yemek yaptırırmış, ama restoranlar yokmuş işte, düşünebiliyor musunuz? Tamam hani bilgisayar mühendisliği ya da sinema sektörü açıkça yoktu belki eskiden; ama restoranlar hep vardır gibi geliyordu bana. ‘Restoran fikri’ bile aslında bir tasarım düşününce. Farklı malzemeleri bir araya getirip pişirerek yemek hazırlayıp, insanların yan yana masalarda oturabileceği bir düzen oluşturup, onlara hem yemeği hem de orada bulunma ve sosyalleşme deneyimini satmak. Çok yaratıcı bir fikir düşününce. Kurgusal olarak yakın tarihlerde geçen ve benzer bir şekilde bir restoranın oluşumunu ele alan Délicieux filmini izlemenizi tavsiye ederim, bu süreci güzel bir biçimde anlatıyor.

Resim 5: İlk restoranı anlatan kurgusal Delicieux filminin afişi

Geceleri sokakların durumu da bugünkünden hem fiziksel hem de sosyal olarak oldukça farklıymış. Fiziksel olarak en büyük fark, eskiden elektriğin olmamasından dolayı sokak lambalarının farklı şekillerde çalışıyor olmaları ve insanların etrafı farklı şekillerde aydınlatmaya çalışmaları. Elektrik öncesinde sokaklarda gaz lambaları ile aydınlık sağlıyorlarmış. Ondan öncesinde ise kandiller yakılıyormuş. Bunun için ‘lamba yakıcılık’ diye bir meslek bile varmış. Meslekler de ihtiyaçlara göre doğuyor veya ölüyor. Son yüzyıldan beri mesela astronotluk diye bir meslek var. Uzaya gidiyorsun iş olarak. Oldukça yeni sayılır bu meslek de. Bazen uzaylılar dünyaya gelse ne olur diye düşünüyorum. Bir iki kez iletişim kurmaya çalışırız büyük ihtimalle tabii gelenlerle. Sonra dünya üzerindeki diğer canlılarla ve hayvanlarla bile doğru düzgün iletişim kurmayı becerememiş insanoğlu, onlarla da anlaşamaz, sonra çiftlikler kurup uzaylı eti satmaya başlar bence. Umarım yanılırım.

Resim 6: Elektriğin keşfinden önce sokak lambaları

Etiketler

Bir yanıt yazın