Mimarlığın Sonu (mu?): Winy Maas, MVRDV, Oliver’in Lambası

Hınca hınç dolu salon pür dikkat Winy Maas'ı ve MVRDV mimarisinin doruklarını izliyordu...

Yerinde duramıyordu. Üzerinde spor bir giysi ve ona uygun spor ayakkabılar vardı. Bir bölümü bitirince konuştuğu kürsüden hızla ayrılıp döşemeye iniyor, seyircilere doğru sahnenin ortasına hızla geliyor sözlerini orada tamamlıyordu. Tekrar kürsüye dönüyor, nefes almadan diğer konuya geçiyordu. Dur durak yoktu. Yeni bir bölüme geçmeden “What is next?” yani “Ya Sonra ” sorusu bir sonraki bölümü öncekine bağlıyordu. Aralara giren, hep tekrarladığı bu nakarat bütün sunuşun ritmiydi. Akıllara kazınıyordu. Bu uslup ve hız içinde görsellerine hiç ara vermeden devam etti. Anlattıkça anlattı, kendisini izlemeye gelenleri de etkiledi. Bunda da oldukça başarılıydı. Hınca hınç dolu salon pür dikkat Winy Maas’ı ve MVRDV mimarisinin doruklarını izliyordu, projeleri ve kitaplarından alıntılarla.

Winy Maas konuşmasına tarihin gelmiş geçmiş en çok katılımlı yarışması olan, geçenlerde ilk aşaması tamamlanan Helsinki Guggenheim projesiyle başladı. Yetmiş yedi ülkeden, 1715 projeye harcanan parayı, jürinin bir projeye harcıyacağı en minimim süre ile ortaya çıkan, 7 hafta, sabahtan akşama değerlendirmesi gereken zamanın altını çizdi. Bütün projeler için harcanan zaman ise Winy Maas’ın hesabına göre şapka uçuracak cinstendi. Kim bilir bu harcanan emekle bir bina yapmak yerine, bu dünya için gerçekten neler yapılırdı ve bundan oradaki insanlar neler kazanırdı. Bu bir anlamda yarışma kültürüne ve onun doğasına eleştiri idi. Mimarlıkta uçup giden, harcanan yazık olan emeklere çok haklı bir gönderiydi. Sonra kuzeyin sessizliğinden dem vurdu. Hatta gösterdiği ilk görsellerle bir önceki geldiğinde Fin Dünyasındaki hissettiklerini anlattı ve bir şekilde her neyse o zaman kendisine gelen eleştirileri de yanıtlamış oldu. Kuzey kentlerindeki hali anlatan soyut imajları ile yıllar öncekileri, yıllar sonra cevapladı. Konuşma ilerleyince laf arasında, hatta direkt olarak eleştirdiği kendi gibi ünlü meslekdaşları da vardı. Yaptığı kolajlarla adeta belediye başkanlarının gözdesi, her kente lazım köprüleri ile Calatrava ve sağa sola devrilen volümlerine kendine özgü yerçekim kuralları yaratan yada yerçekimine binaları ile başka bir yorum getiren, geçenlerdeki demeci ve el hareketi ile gündeme oturan Frank Gehry de bundan fazlasıyla, hem de çok fazlasıyla nasibini aldı. Winy bürosunun projelerin kopya edenleri de kara listeye almıştı. Bürolarının çalıntı fikirlerden örneklerini arda arda görseller ve karşılaştırmalar ile sıraladı. Altını çizdiği gibi uzak doğuda olanları pek umursamasa da Danimarka’dan yine silovari bir büro binası projelerini kopye eden birileri ile mahkemelik bile olmuşlardı.

Neler göstermedi neler. Hepsi tasarım adına ve uygulama adına birbiri ardına derslik bir kolleksiyondu. Endonezya’da yaptıkları proje, Peruri 88, apartmanlar, büro binaları ve konutlarda dahil karışık fonksiyonlu bir binanın video çalışmasında olduğu gibi, yukarıdan patır patır inen prizmatik volumlerin adeta dekonstriktivist havada, kendilerini toplayarak binaya dönüşmeleri farklı karekterdeki cephe ayrıntıları ile üst üste spontane gelmeleri, İngilterede Suffolk’taki Balancing Barn’da olduğu gibi, tahtirevalliye benzer salınımlarla hareketlenen, bir yarın kenarında yapılan konutun tasarlama aşamasında volümünün aşağı yukarı inip çıkarken yatayda durması ve bir ucu havada bir mekan haline gelmesi, bir kasabanın merkezideki mütevazi tuğla kaplı beşik çatılı uzunca bir volumün etrafının koruyucu bir camla çatılarla sarılması, yıllar önce Amsterdamda şahit olduğum yüksek üzeri kapalı resimlerle dolu dev sokak galerilerini andıran, iç avludaki dev bir rolo resmin sanki etrafını saran konutların içe bakanlarının gördüğü, pazar yerlerinin, satıcıların gelip geçenlerin olduğu dev rengarenk oval bir tünel geçit Roterdam Market Hall, Expo 2000’deki Hollanda Pavyonu, Delft’de fuayedeki oturma tribünü, öğrenci projelerinden seçtikleri, esnek, değişken vücuda bağlı akıcı mekanlar ve onları takip eden lego tipi yüksek gökdelenler, aralarında legoları alınmış yaşama birimlerinin çalışmaları bunlardan sadece bazıları idi. Maas ‘Burada oturmak, burada yaşamak istemez misiniz?’, ‘Döşemedeki camdan aşağısını görmek istemez misiniz?’, ‘Aşağıdaki marketi oradan geleni geçeni çocuğunuzun görmesini istemez misiniz?’ gibi benzeri cümlelerle bu yapıtlarda yaşayacak olanların nasıl memnunluk duyacağının altını da çiziyordu.

Yanımda oturan benim gibi Helsinki’de yaşayan bir mimar arkadaşım Oliver bir ara bana döndü. O da farklı mimari projeler için hatırı sayılır kalitede video ve görseller yapıyordu. “Müthiş” dedi. Gerçekten de binaların içini dışını gösteren hareketli görseller bir başkaydı. “Bunlar ne zaman almıştır” diye devam etti. Haklıydı da. Bu imaj dünyasında olağanüstü imajlardı. Bu işi çok ama çok iyi bilen bir takım olmadan yapılamazdı ve bu imajlarla kolay kolay da yarışılamazdı. Kısacası sarhoş edici bir dizi izledik. Ama eminim salonda kafası bütün bu hızlı sunuşun ardından karışan sadece ben değildim.

Laf aramızda biraz zaman geçip düşününce, bu dizi içinde, kendimi dünya jimnastik şampiyonasında hissettim Winy Maas’ın sundukları ile. Tam bir akrobasi haliydi hem sunumu hem de gösterdikleri ile. Başka başka yerlerde, ülkelerde, mimarlık adına parendeler atan bir mimarın, mimarların rengarenk yaratılarıydı, binalarıydı. Kafamın bir yanı bunları seviyor diğer yanı, seven yanı ile kavga ediyordu. Bunları seven tarafım tasarım, proje, bina üçlemesinde yıllarca yaşamış, bu üçlemenin hızarından geçmiş, mimarlık eğitimi almış ve hatta onun içime sinmiş hali ve bu sinme halinin uçarı tarafını destekleyen ve bu uçarılığı seven tarafıydı. O günün ana başlığı olan ‘Ütopyalar’ (Newtopias) * yaratan hatta bu ütopyaların gerçekleşen tarafıydı… Belki referansları kendilerine göre kuvvetliydi ama sonuçta pürüssüz, cilalı bir dünyanın, bazı projelerinde harcıalem gözükse de yine de ideal ve soyut dünyasının yaratılarının bire bir uygulanmış halleriydi. Yani MVRDV grubunun ve Winy Maas’ın gerçek olan ve dünyanın farklı ülkelerinin farklılıklarını pek göz önüne alıp almadıklarından emin olamasam da, bir çok farklı coğrafyada gördükleri rüyaları idi. Hatta bir çoğu rüyadan çıkıp gerçek olmuştu. Artık yaptıkları diğer benzer ustaların yaptıklarına benzer hatta eleştirdiği Calatrava ve Gehry gibi her yerdeydi bir marka gibi. Mühür gibi basıyorlardı tasarımlarını her yere hiç farketmeden.

Olmaz ama, olmasın ama, aklıma adeta mimari showlara hazırlanan, gittikçe ısınan, ısındırılan İstanbulun o yeni yapılan ya da yapılacak bir çok yerinin, her yerinin MVRDV tarafından yada benzer bir ofis tarafından yapıldığını hayal edince açıkçası korkuya kapıldım. Eski dünyam, yıllardır uzaktan izlediğim koca İstanbul, her yerde, her köşe başında, her dakika, günün 24 saati akrobatik hareketler yapan binaların olduğu bir dünyaya dönüştü. Daha başka ustaları, Alvara Siza’yı, Peter Zumthor’u ya da başkalarını, daha sakin tasarımcı ve tasarımları bu jimnastik gösterilerinin yanına getirince biraz sakinleştim ama İstanbulun doğası da yapılan dev gökdelenlerle, dev projelerle kafamda bir biriyle kavgaya girişen bir haldeydi.

Tam anlamıyla insanı ambele eden bir resmi geçitti, bütün bunlar, bir tarafı ile. Birden bire bu örneklerin arasında kayboldum, sanki bir ormanda yolunu kaybetmişcesine. Her yeri tasarlanmış uçarı bir dünya için Winy Maas’ın gösterdikleri yaşamın içine batıp çıkan bir şölendi ama öte yandan bir şey eksikti ya da bütün bu akrobasinin arkasında sanki bu tür bir mimarinin derdini anlatmaya çalışan bir sinirliliği, bir aceleciliği bağırışı ve çağırışı kendini lanse edişi, kendini beğendirme ve bu beğendirmeyi satma hali ve pazarlama hali vardı. Bir pazara mı gelmiştik yoksa. Herkes herşey durdu, mimarlar, ofisler işi gücü bıraktı, okullar, eğitim havlu attı ve mimarlık birden bire Winy Maas’a mı dönüşmüştü, her köşe başında akrobasi yapan, onun hareketleri ve binaları ile. http://www.mvrdv.nl/en/

Maas çalışmaları, kitapları projeleri, laf arasındaki eleştirileri ile ileri giderken ben de gerilere gitmeye başladım. Aklıma proje tashihleri (düzeltmeler) geldi. Okullarda ve bürolarda o hep ama hep tashihe dayalı mimarlık, devamlı demoklesin kılıcı gibi başımızın üzerindeki düzeltiye dayalı mimarlık geldi. O yıllarca hep düzeltilen ve hep en doğrusuna doğru gidilen, ya da gidildiği sanılan mimari projeler, jüriler, notlamalar, daha okul bitmeden birbirleriyle yarışan projeler, sonraki yarışmalar, ödüller ve yine ödüller, çeliğe sanki su vermek gibi yetiştirilen uykusuz gecelerin savaşçıları, yorgun argın öğrenciler, dostlarım meslektaşlarım, hocalar geldi ve gitti. Ve mimarlığı da, eğitimini de mimarlığın her yanını da etkileyen “Bina Tasarlamaya Dayalı Mimarlık” geldi. Maas işte sanki bunların en dorukta olan kahramanlarından, ustalarından, efsanelerinden bir olma yolundaydı kim bilir böyle bir çoklarına benzer halleri ile nefes almadan fragmanlarını gösteriyordu. Her yer karardı… İşte artık mimarlığın artık sonuna geliyoruz dedim… Ve korktum… Bütün bundan sonra olacaklar bütün bu parendelerin, rövaşataların binlercesinin koro halinde orkestralar halindeki hali olacaktı. Zaten uzak doğuda Çin’de, Kore’de ve diğerlerinde, olmuyor muydu ki?

Ortalık sessizleşti… Zaman durdu… Her şey aradan çekildi… Ne Winy Maas ne MVRDV ne de parendeler atma halleri ne de röveşatalar kaldı. Çalışma masamın ve kitaplarımın arasındaydım. Uzun masanın bir yanında raflara doğru, o gün yanımda oturan arkadaşım Oliver Walter’in adım adım şahit olduğum, ne evreler atlatarak tasarladığı, imal ettiği ve bana birini hediye ettiği anlamlı ahşap lambası (Päre**) vardı. O zigzaglar çizen üç parçalı, (10 X 90 X 250 mm) bembeyaz ahşaptan lambası şimdi parçaları ile üst üste duruyordu. Parçaları yukarı doğru çektim. Kendiliğinden bir hal aldı. Lamba kıvrılan, hareket eden bir çizgi olmuştu. Çizgilerle eskiz yapmak gibi birşeydi. Işığı dokunma ile yanıyordu. En altta yere oturan parçasına elini parmaklarımla gezdirdim, en üstteki parçasının altındaki lambası parladı. Zigzagları ile oynamaya onun farklı hallerini görmek istiyordum. Üstteki iki parçasını elimle daha da yukarı çektim, şimdi başka türlü oldu. Onu tam o andaki kesitiyle gördüm. Bir kobra gibi ileri atıldı. En üst parçasını geriye doğru attım. Lambanın farklı anlarda istenildiği şekilde değişebilen kendine özgü zamanlarda kullanıcıyla dialog kuran bir vücut dili vardı. Bazen kaba bir hale geliyordu bazen de bazı hareketleri ile kibarlaşıyor, hassaslaşıyordu. Öbür yana doğru çevirdim. Tekrar Z haline getirdim. Hatta Z sini bozdum, üst yataylığı değiştirdim. Biraz sonra kafasını tekrar yere indirdim, şimdi düşey ve yatay hale geldi. L’nin düşey kanadını uzattım duvara döndürdüm. Başkalaştı. Dikeydeki kanatları birbirine yaklaştırdım. Dikeyliği de bozdum. Şimdi ise daha başka bir haldeydi. Geri çekildim ışık sızıntısına baktım, yine baktım. Birden bir sokak başındaki hali ve ışıkları ile bu masa lambasının dev halini düşündüm. Hatta farklı açılardan yaptığı hareketlerle bir kent meydanında ya da bir peyzaj üzerindeki bir çoğunun hareketlerini hayal ettim. Sonra yeniden onu sakin çizgiler haline getirdim. Parçalarının üst üste birbirine yaklaştırdım. İlk onunla karşılaştığım paketinin içinden çıkarttığım üst üste yığılı haline geri döndüm. Neredeyse arasından ışık gelen tek çizgi oldu. Tekrar ışık tek bir yataylık haline gelmişti. Sanki karanlıkta bir ufuk çizgisi gibi olmuştu. Sakinleşmişti. Oliver’in lambası da bir anlamda istenirse akrobasi yapıyordu, farklı dansının farklı hareketleri vardı ama hangi dansı yapacağını hatta dansını yapıp yapmayacağını onu kullanan hislerine isteklerine göre belirliyordu. Oliverin Lambası’nın ya da Päre’sinin onu kullanan ile diyalogları, karşılıklı sohbetleri, bakışmaları, gülümsemeleri vardı. (http://www.pareled.com/englishindex.html)

Mimarlığın Sonu mu? Tabii ki değildi. Mağara yaşamlarından, neolitik dönemlerden, Çatalhöyüklerden, piramitlerden, Troylardan, Ayasofyalardan, bu güne gelen o her birimizin başka yerlere çektiğimiz mimarlığın, bizi saran mimarlığın hiç sonu olur muydu. Bırakın bina olma hallerini, her birinin geriye kalan atmosferleri bile ve geride kalan izleri bile bizi hep taşıyordu. Ama bir önemli gerçek önümüzdeydi. Çatalhöyük’ten beri dünya kentlerine yapılan bina sayısı milyonlarca kez artmıştı binlerce yıl içinde. Kentler bu yapılanlarla nefes alınamaz hale gelmişti yok edilen yeşili, boş alanları, kesilen ağaçları ile. Bunun da en iyi bildiğimiz örneklerinden biri yaşadığımız İstanbul ve ona benzeyen adeta onun gibi beton ormanlara döndürülen hatta özel mimari atraksiyon yapımların deney alanı uzak doğudan batıya diğer kentlerdi. Ve tamam hep tasarlıyoruz, tasarlamak istiyoruz da, neden hep ama hep, her halükarda inşa ediyoruz sorusu kafamda dolaştı durdu Winy Maas sunuşunda. Nedenlerini hepimiz iyi biliyoruz, bırakın diğer yerlerdekileri, ülkemizde olanları, protestoları, kaybedilenleri, hepimiz görüyoruz ama bunun, binalaşmanın bir sınırı olmalıydı. Yani para adına, ihtişam adına, ustalık adına binalaşmanın bir sınırı olmalıydı. Galiba işte bu sonun bir başlangıcı ve sınıra doğru bir gidişin haliydi. Mimarlığın bu tarafının, popüler gibi gözüken ama oldukça aristokratik haliyle ve bu yöne hızla giden bir yolculuğun yoluydu belki de… Sadece neredeyse kurulu makine gibi tasarlama, proje ve bina yapma, hep inşa etme halinin zorluklarıydı. Herşeyi en başından bilme ona adım adım varma halinin zorluklarıydı. Fikri, tasarımı, tasarımdan sonra projeyle yerine oturtması ve projenin yapımla gerçekleşme halinin zorluklarıydı. Kısacası etrafımıza bakmamızın zamanıydı, mimarlığın kendi kalıplarının dışına çıkma, kendi sınırlarından, kendi kalesinden çıkıp diğer sınırları yanı başındaki uçsuz bucaksız sınırları ve kendi dışındaki tasarlamanın farklı yöntemlerini, hallerini ve yaşamın her yerindeki tasarlamaları, sınırları görme keşfetme zamanıydı belki de özellikle eğitimiyle, tasarım anlayışı ile ve bu anlayışı uygulayışı ve yorumlayışı ile.

* ‘Newtopias’, 10. Ouo Vadis Architectura, Otaniemi Dipoli merkezindeki Nil Erik Wickberg toplantılarının, bu yılki başlığıydı. 23.09.2014 tarihindeki bir çok konuşmacının sahne aldığı bu günde, Winy Maas ‘Urban Alternatives’ adlı sunuşu ile keynote speaker olarak en son konuşmayı yaptı.
** ‘Päre’, kuzeyde eski zamanda pahalı olan mumun yerine yakılarak aydınlatma için yaygın kullanılan, yandıkça hafif iste, koku da çıkaran, duvara yatay olarak duran ve demir bir parça ile tuttutulan ince ahşap levhaların adı. Oliverin Işığı da bu geleneksel aydınlatma aracının bir yorumudur. Masa üstünde kullanılan bu modelin yanı sıra aynı lambanın farklı bir modeli de özel demir aksamı ile duvara da monte edilebilmektedir.

Etiketler

2 yorum

Bir yanıt yazın