Mil, Pardon, Saat Kaç?

Yazar takımına en çok yöneltilen soru, ne yazdığı değil, nasıl yazdığıdır.
Yazarın nasıl yazdığını öğrenmeye okuru, nedense, çok heveslidir.
Bu merak, “Mil, Pardon, saat kaç?” diye ikide bir sormak ısrarı gibidir.
O hâlde, bize de yazar tutturaklarına bakmak, meseleyi mercek altına almak lüzûm eder. Ama evvela yazmak eylemiyle işe koyulmalıdır:

Günümüzde ekrana yazı yazılabildiğinden, belki de sırf o yüzden yazı yazma tarihini ikiye ayırmak gerekir. Birincisi kâğıt üstüne yazı yazma çağlarıdır ve ikincisi de elektronik ekranda yazı dizme zamanıdır.

Elbette, kâğıdın yeni bulunduğu o nedenle pahalı olduğu zamanlarda papirüs veya palipmsest üzerine yazı yazamayıp koyun derisini çiziktiren, hatta pişmiş kil üzerinde çiviyle yazı kazıyan eski Antik dönem yazarlarına kadar inmeyecek, oralarda sürtmeyeceğiz.

Ama Gılgamış Destanı‘nı, 4 bin yıl önce, kırmızı topraktan yoğurulup pişirilmiş kil tablete üşenmeden çivileyen yazarın adını anmazsak haksızlık olur. Bugünkü Irak ve kısmen Suriye’deki Bâbil uygarlığının başkenti Uruk‘ta hüküm sürmüş Gılgamış’ın on yedi bin sözcükten oluşan destanını bize çivileyip aktaran Sin-likke-unninni‘dir. Tırnaklarıyla kazıdığı destan toprak altında kalmış, binlerce yıl sonra British Museum‘da sergilenebilmiştir.

Kâğıt üstüne hayal aktaran yazarların cümlesini, günümüze gelirsek, bana göre, ikiye ayırmak gerekir: Kalem erbâbı ve daktilosuz edemeyenler…

Elbette bu ayrım için 19.yüzyılın daktilo şıkırtısını duyacağı zamanlara dek beklemek gerekecektir.

Shakespeare‘in daktilodan haberi olmamış, ancak anlatılana bakılırsa, neredeyse daktilo sür’âtinde yazı yazmak, kalem oynatmak becerisine sahip bulunmuştur. Onun kâğıda düşen kelimelerini, gökyüzünden yağan meteor taşlarına benzetenler de bu yüzden haksız sayılmaz. Shakespeare’in hızını yakalayan yazarlar yok mu sanıyorsunuz; hem de bir dolusu kelimeleri cıvıl cıvıl döktürür, durur.

Ernest Hemingway bunların has bahçesi gülüdür. Viski içerek başladığı kahvaltısı ardından daktilosuna oturdu mu, saatte bin ikiyüz kelimeyi kâğıda yapıştırıverir. Onun daktilo şaryosundaki hızına belki tam olarak yetişemez eski yazarlar, ama hokkalı mürekkebe kamış kalem batıra çıkara yazanlar başında İngiliz Charles Dickens, Amerikalı Hemingway’e kâğıt tozu yutturur. Dickens’ın daktilo hızında yazdığı, böyle yazmazsa, sinir krizleri geçirdiği söylenir. Sabah kahvaltısında yüz adet çiğ midyeyi mideye indirip gün boyu 60 civarında büyük fincan dolusu Haiti kahvesi içen Honoré de Balzac, Paris’teki evinde bu yarışa katılmadan duramaz. Söylenenler doğru mudur, doğrudur; zira bu kadar çok kelimeyi bir günde döktürmese, Balzac’ın bu kadar çok kitabı olamaz.

Balzac, kaz tüyünden kalemini parmakları arasından asla bırakmaz, onunla kavga eder gibi yazı yazar. Onu görenler, Balzac’ın kalemiyle didiştiğini sanır; hayır kavga etmez, iki haftada bir roman çıkartır.

Böyle hızlı yazanların başında, tutturaklı olan eserikli Lev Tolstoy vardır ve onun hızla yazıp altı yılda tamamladığı Savaş ve Barış, dillere destandır.

El yazısıyla, mürekkep hokkasıyla, kâğıda yazar Tolstoy… 1865 yılında başlayıp dört yılda bitirdiği romanının ardından, evin temizlikçisi kadın, birkaç çuval dolusu müsvedde kâğıdı yerlerden süpürüp toplamış, Moskova’nın iki saatlik at sürüşü mesafedeki çiftlik evlerinin şöminesinde yaka yaka kışboyu bitirememişlerdir.

Öte yandan yazmak kolaydır ama lakırdıya başlaması zordur: Yazmak için kâğıt başına çökenlerin en büyük sıkıntısı ilk kelimeye merhaba demektir.

Kanadalı yazar Margaret Atwood, “Bomboş bir kâğıt beni korku içinde bırakıyor” der, o yüzden bir ân evvel kâğıda birşey koymak ister. Bu telaşeyi bir tek o yaşamaz, John Steinbeck, Gazap Üzümleri‘nin ünlü yazarı, “Her zaman ilk cümleyi yaratmakta zorlanıyorum, yazdım mı gerisi geliyor,” demektedir.

Merasim marşıyla selamlıyalım, şimdi bunu söyleyenler kervanına Gabriel Garcia Marquez katılacaktır. Yüzyıllık Yanlızlık romanının Nobel Ödüllü, Kolombiyalı yazarı, “Tüm yaşamım boyunca, oturup yazmaya başlamak kadar sıkıntılı şey yaşamadım!” demiştir. Onun bu dediğine, George Orwell, ‘Ben de öyleyim’ diye uzaktan selam çakar; “Kitap yazmak korkunç ve yorucu bir iştir, uzun sürmüş bir hastalık gibidir,” der…

Yazıya başlarken daktiloya burun kıvırıp dolma kaleminden vazgeçmeyenler ise çoğunluktadır…

Onların masalarında bir düzine kadar dolma kalem, tükenmezler, kurşun kalemler, sabit kalem ve hatta tebeşir bulunur; yazdıklarını bir sekreter sonradan temize çeker, daktilo eder.

Bayan Jean Brodie’nin İyi Zamanları  isimli hârika romanın yazarı, İngiliz kadın edebiyatçı Muriel Spark işte onlardan biridir. Yirmi roman sahibi Spark dolma kalem olmadan masasına yanaşmaz. Dolma kalemi arıza yapıp beyaz gömleğine fış fış diye mürekkep sıçradı mı, buna hiç kızmaz, hatta biraz bundan övünç payı çıkarır.

Dolma kalemi doldur boşalt yapmak zordur, bunu istemeyenler başında Orwell gelir, II.Dünya Savaşı öncesinde Arjantinli Juan Jorge Meyne‘nin patentini aldığı kalemi ceket cebine hemen koyar, onunla yazmaya koyulur. “1984” adındaki disoptik romanı bu kalemin ucundan kâğıda dökülmüştür.

Kurşun kalemin hatırını kırmayalım! Ne var ki edebiyatçılar arasında çakı kullanmayı sevenler çokçadır. Çakı kullananlar elektrikli kalemtıraşları yahut elde çevirmeli kalem-açarları hiç sevmez, onlar kalemi çakıyla yontmayı maharet sayar.Bunların başında, az önce adını andığımız Steinbeck gelir. O, masasına oturduğunda en az 60 adet kurşun kalemi uçlarını kazık gibi sivrilterek hazır bulundurur. Bu kadar kalemi açmak için bir saate yakın zaman harcar; ama değer! Hesaplamıştır, akşama kadar 6 saat çalışacaktır ve 60 kurşun kalem bitecektir. Fakat bu yorucu işe bir süre sonra güle güle diyecek, bu kadar kalemle çakı baş edemeyeceğinden, sonunda bir elektrikli kalemtıraş makinası satın alacaktır.

Fransız polisiye yazarı George Simenon kalem konusunda biraz daha cimridir, o günde 40 kalem harcar. Fakat altmış yaşından sonra artık romatizma yüzünden parmakları tutamaz olunca daktiloya dönmüş, kaleme veda etmiştir.

Daktiloya zorunlu olarak nikâh kıyanlar arasında Şilili komünist şair Pablo Neruda dahi vardır, ancak onun nikâhı çabuk bitmiştir. Zira kırılan parmağı yüzünden kâğıda kalem isabet ettiremez olunca, dostları ona bir daktilo vermiş, o da çata pata yazmaya başlamıştır. Neruda, “Şiir daktiloyla yazılmaz ki” diye şikâyetçi olduysa da parmak kırığı geçene kadar bu tutturağını bırakıp şaryoya kâğıt takmıştır.

Fakat dedikoducunun tekidir Neruda, “Daktilo benim şiirimle kâğıdın buluşmasına engel oluyor, araya giriyor!” diye zavallı daktiloyu çekiştirmiştir, ona buna…

Daktiloyla yazmak hız kazandırabilir ama yazarların bir kısmı da kendilerini işlerine memur tayin edip, hızı bir yana, mesai süresi kadar çalışır. Yeni Cesur Dünya  romanının yazarı Aldous Huxley, günde 18 saat çalışmazsa rahat etmez, kalan zamanlarındaki uyku gözüne girmez. Zaten geriye 6 saat kalır ki, o sürede Huxley tilki uykusuna yatar…

Böyle çok çalışıp da, sonra yazdıklarını beğenmeyip yırtıp atan takıntılı yazarlar da vardır; siz yok mu sanıyorsunuz? Bunların en başında D.H.Lawrence gelir. Yazdıklarına hiç acımaz, beğenmedi mi yırtar atar, sonra yeniden yazar aynı hikâyeyi…

Lady Chatterley’in Âşığı  isimli ünlü romanını kimilerine bakılırsa üç kere yırtıp yeniden yazmış, bazı dostları ise, “Hayır, üç değil beş idi” demiştir. Lawrence’ın sabrına burada şapka çıkarılır, zira İngiliz yazar 1920’de yazdığı erotik romanını baştan sona dolma kalemle ıslatır.

Mısır’ın ünlü yazarı, Kahire Üçlemesi adında nehir-romanı yazıp Nobel Ödülü alan Necip Mahfuz ise azıcık tembeldir, günde sadece üç saat çalışmaya karar vermiştir. Zaten o iklimde gün boyu çalışmak zordur. Bazen süngüsü depreşip daha uzun süreli yazmak istese de tutturağı galip gelir ve akşamın yedisi oldu mu, kâğıdı kalemi bırakıp Kahire Radyosu’nda Cemal Abdulnasır‘ı dinlemeye oturur; demek öğleden sonra ikindi vakti, saat 4’de işine koyulmuştur.

Necip Bey’in yalnız başına yaşadığı, Nil Nehrine bakan apartman dairesinde sırtını pencereye verip dışarıyla ilgisini keserek yazdığını eklemeliyiz ki sırtını eşine veren öteki yazarlara lakırdı geçişini kolayca yapalım.

Sırt sırta oturup yazı yazanlar için Kahire’den ayrılıp şimdi Paris’e gidiyoruz. Jean-Paul Sartre ve hayat arkadaşı roman yazarı Simone de Beauvoir birlikte, aynı odada oturup yazı döktürür. Ancak, sırt sırta sandalye dayayıp aksi istikâmetlerde masa kurarlar. Sartre, “Akıl Çağını” ve Simone de “Kadınlık Çağını” yazarken küs olurlar. Bu onların takıntısıdır; başka türlü hayal bile kuramazlar.

Varoluşçu Alman feylesof Martin Heidegger, gerçi roman moman yazmamıştır, felsefedir onun işi ama yazarken daktilodan nefret ettiğini her fırsatta açıklar. Heidegger, daktiloyu kitle toplumunun oyuncağı görmesine karşın, onunla aynı tencereye kaşık sallayan İspanyol Jose Ortega y Gasset daktilo maktilo dinlemez, hababam yazar; tebeşirle karatahtaya yazdığı bile olur…

Takıntılar bununla kalır mı sanıyorsunuz; kalmaz! Bir de yazılacak kâğıdın türüne göre saplantılar vardır. Rüzgâr Gibi Geçti romanın yazarı, Amerikalı Margaret Mitchell on yıl uğraşmıştır rüzgâr estirmek için ama bütün bunları yaparken hep sarı saman kâğıdına eğilmiştir. Öldür Allah, ona başka kâğıt veremezsiniz; beyaz balina beyazı kâğıtlara dil çıkarıp nanik yapar.

Aziz Nesin bu konuda daha mütevazidir, hem cimriliğinden hem de artan paraları Çatalca’daki Vakıf’a ayırmak istediğinden önüne çıkan her kâğıda yazar. Sigara paketlerinin dışı alüminyumlu kâğıtlarına bile yazı döktürür.

Saman kâğıdı nedense yazarların ilgisini çok çekmiştir. Belki onda bir eskimişlik hissi bulduklarından olsa gerekir, ama samanlı kâğıt olmadan masaya küsen çoktur. Bu takıntıyı sürdüren Alexandre Dumas, Üç Silahşörler‘in yazarı, işi ileriye götürmekte sakınca görmez. O şiir yazacaksa sarı kâğıt alır, roman yazıyorsa mavi kâğıtlara siyah mürekkeple yazar, eğer deneme döktürecekse gül rengi kâğıt tercih eder; bu onun takıntısıdır.

Yazılarını yazmayıp dikte ettiren, “Yaz kızım Melahat” diye bir daktiloya aktaran da vardır. Arjantinli yazar, körlüğü giderek artıp sonunda kapkara kör olan Jose Luis Borges onlardan biridir. Ama onunkisi mecburiyettendir, mâmafih mecburiyetten değil keyif için böyle yapanı da çoktur.

Bir dakika, ayrıntıyı atlamayalım, Borges’in yardımcılarından birisi Buenos Aires Lisesi’nde o vakitler öğrenci olan, edebiyat meraklısı, amatör yazar, tıfıl, Alberto Manguel‘dir. Alberto uzun zaman Borges’e kâtip olur. Manguel’i sonraki yıllarda edebiyat derlemelerinden tanırız.

Kâtibim olmadan asla yazmam diye tutturanların arasında Fransız Montesquieu‘yu, iktisat tarihinin mim konulacak eseri Ulusların Zenginliği‘ne imza atan İngiliz Adam Smith‘i, Parma Manastırı yazarı Fransız Stendhal‘i sıraya sokabiliriz; onlar da kâtipçidir. Kâtibe anlatarak yazılarını yazarlar…

Ama asıl kâtip hikâyesi şimdi geliyor; bir yere uzaklaşmayınız…

Fyodor Dostoyevsky, her anlamda büyük çöküntüler, hayat kırgınlığı içinde kaldığı yıllarda romanlarına hız vermiş, onlara sarılarak ayakta durmuştur. Hacizlerle boğuştuğu günlerinde bir yandan Raskolnikov’un hikâyesi Suç ve Ceza‘yı yazar. Bir ay içinde yayınevine teslim etmezse, altındaki sandalyesine kadar her şeyi bankaya kaptıracağı günlerde bu süreyi imkânı yok tamamlayacak durumda değilken, Anna Snitkina adlı bir çıtı pıtı kızcağız çıka gelir; iyi olacak hastanın ayağına gelen doktor gibi…

Dostoyevsky romanı yüksek sesle bağıra çağıra odasında anlatır, Anna kalemi şıkır şıkır kâğıt üzerinde gezdirir. Sonunda roman yayınevine gönderilir, hacizler kalkar. Bir mutlu sona alkış gerekiyor: Kâtibe hanım Anna yazarın evlenme teklifi kabul eder ve Dostoyevsky’nin karısı olur. Bu mutlu evlilik için romatizmaya teşekkür etmeliyiz: Dostoyevsky’e kâtip aratan şey elindeki acı veren romatizmadır, parmakları uzun süre kalem tutamayıp acıyla bükülmüştür.

Aynı dertten Aziz Nesin‘in, Kemal Tahir‘in ve Orhan Kemal‘in de mustarip olduğu söylenir.

Amerikan yazarı Henry James ise bu romatizmanın dikâlasına yakalanmıştır. Daha ilk satırda parmakları kilitlenir, çaresiz bir kâtip de o bulmuş, bayanlara pek ilgisi olmadığından, bir parça kaslı insan merakında kalıp erkek yazmanla işini görmüştür.

Fakat sonunda hızlı daktilo arayıp romanlarını ölmeden evvel ona yazdırmak isteyince Theodora Bosanquet adında kâtibeye de razı olur, daktilo sesiyle ömrü geçer…

Daktilo sesi, aslına bakılırsa sesten sayılmaz; o kelimelerin şarkısıdır.

Şıkır şıkır ötmeye başladı mı yazarın keyfi yerine gelir, yeter ki başka ses olmaya…

Sesten kaçanların en başında Montaigne’nin adını çabucak anmalı ve onu, Güney Fransa’daki küçük şatosundaki kütüphanesinin sessizliğine bırakmalıyız ki sessizlik olmazsa olmaz diyen bir başka yazara geçelim.

Montaigne çoluk çocuk bostanına bekçi olduğundan beri denemelerini yazacağı sıra, bostan kapısına kilit vurur; karısınınn dırdırını ve çocuk gürültüsünü kentte bırakıp şatoya koşar.

Rus yazarı Alexandre Solzheniytsin, ya ne yapsın, şatosu yoktur, Sibirya’daki sürgün kampında tıkıldığı odasında üç roman tamamlar, gizli servis KGB‘nin gözetmenleri altında… Yoldaşlar gürültü patırtı yapar, votka içer, sonunda sızınca sabaha kadar sessizlikte yazarımızın gözüne uyku girmez; yazıya oturur. Solzheniytsin’in talihsizliğine karşın şanslı doğmuş bulunan Hemingway, The Pilar   adlı yatıyla denize açılıp ne telefon, ne zil, ne çoluk çocuk sesi olmadan yazar kitaplarını… Teknesi lüks donanımlıdır, her şey bulunur; bolca viski, cin, kanyak, şarap da hazırdır…

Yazarların çalışma saatleri olarak tercih ettikleri gün parçası adamına göre değişir; ama takıntısı öyle olunca yazar, saatini sektirmemelidir.

Alın, mesela, G.G.Marquez sabah 9’dan öğlen 2’ye kadar yazar. Saat ikide, okul servisi çocuklarını getirip kapıya bırakır, o da kalemi masaya koyar. Mecburiyet takıntıya ve alışkanlığa dönüşünce, hatta çocuklar büyüyüp ele güne karışınca dahi böyle yapar. Venedik’te Ölüm  yazarı Thomas Mann ne yapsın peki, dört çocuğu vardır ve herbirinin okul saatleri farklıdır, ev kapısı bir açılır bir kapanır. Gel gelelim, çocukların ödleri kopar babalarından, yazar tehditkâr bir öksürük sesiyle ortalığı titretir, anne Katia da evlatlarına sus pus diye diye, hastane koridorlarındaki duvarlara asılı fotoğrafların hemşirelerine döner.
Bazı babaların ise talihi daha kötüdür; Şeytan kulağına kurşun… Öyle olunca takıntı makıntı lüksü de olmaz: Japonya’ya Nobel Edebiyat Ödülü taşımış olan Kenzaburo Oe bir vakitler kırk yaşlarına kadar beyin özürlü, bakıma muhtaç oğluyla tek göz odada yaşamış, çocuğu sakinleştirmek için çalınan klasik müzik eşliğinde roman döktürmüştür. Böylesi şey, alkışlanır!
Japonya’dan başka bir ada ülkesine zıplarsak, kendimizi İngiltere’de buluruz, ama çaldığımız kapının ziline yanıt verilmez; ev sahibi yazar Graham Greene evde yoktur.

Nerededir, romanlarına 99 maceranın artizini koymak istedi mi gittiği Capri Adası’ndadır; oradaki yazlık lüks malikânesine çekilmiştir. Ne var ki adanın tepelerinde, makiler arasındaki evinin Akdeniz’e bakan penceresine sırt döner, yüzünü duvara çevirir, onu böyle görenler, “Sör, buraya neden geldin o zaman?” diye sormak ister… Odasında her şey hazırdır, hizmeti derûhte edilmektedir, hele bir şeyin dakikası şaşsın, kıyameti koparır.

Hazır İngiltere’ye gelmişken, İki Şehrin Hikâyesi‘ne vakit ayırmış Charles Dickens‘a bir daha bakınalım: O, her sabah odasındaki ıvır zıvırla bir içtima yapar! Sanki dün geceden beri oraya giren çıkan olmuş gibi, her şeyin yerli yerinde olup olmadığını bir bir inceler, içi rahat edince kendisini masaya yapıştırıp monte eder.

Londra’dan ayrılmadan evvel bir de Ben Cladius  romanının yazarı Robert Graves‘in zilini çalalım; zııır… İşte içerdeyiz, odasında: Graves’in masasında bir palyaço heykeli vardır, ona bakar, o olmadan hiç yazamaz. Odası baştan sonra buna benzer heykelcikler, Antik dönem figürleri, Afrika işi masklarla doludur. Gittiği her yere onları taşır, öyle yazar…

Mamafih, biz oda oda dolaşıp yazarların nesi var, nesi yok diye böyle sıralarsak işimiz iştir; bu deneme yazısının sonu hiç gelmez.

Takıntılı yazarlardan birisini daha, İsabel Allende‘yi de çekiştirelim, oldu olacak: Güzel bir Latin dilberi olan kadın romancımız her yapıtına Ocak aylarının 8.günü başlamayı bâtıl inanca çevirmiştir. Zira ilk romanı olan Ruhlar Evinde‘yi, 1981 yılının Ocak ayı, sekizinci günü ölen dedesinin haberi geldiğinde o gün âni bir kararla yazmaya başlamıştır. Romanı ünlenince, herhâlde bunda bir hayır var diye, Ocak sekizlere takvimde çentik atar. Şili’nin talihsiz sosyalist devlet başkanı Salvador Allende‘nin yeğeni olan İsabel romanlarına sadece bu Ocak sekizlerde başlamakla kalmaz, romanlarını ertesi yılın Aralık sekizinde tamamlar, sonrası tatildir…

Gün takıntısı anlaşılır şeydir, ama Alman şair Schiller‘in elma takıntısını anlamak için 20.yüzyılın laboratuar araştırmaları beklenecektir.

Schiller’in yakın dostu Goethe sık sık onu ziyarete gider. Şairin çalışma odasında elma, elma kurusu kokusuna hep tanık olur, bir gün punduna getirip dostunun karısına çaktırmadan sorar. Kadıncağız, şairin masa çekmecelerini açar, gösterir: Siz çekmecelerde kâğıt kalem var zannediniz, hayır! Tamamı elmayla, elma kabuğuyla doludur. Şair, anlayacağınız, elma kokusu olmadan tek satır yazamaz.

Goethe haksız değildir: Yale Üniversitesi’nin 1985’de yaptığı bir araştırmanın sonucu ortaya koyar ki elma kokusu insan beyninde rahatlık ve gevşeme hissi vermekte, beyin faaliyetlerini artırmaktadır.

Rahatlamayı sevenler arasında, Huckleberry Finn ve Tom Sawyer yaratıcısı Mark Twain de gelir, o yatağına uzanıp sırt üstü keyif çatarken yazar. Biz de yatağa uzanıp bacak bacak üstüne atarak, yazdıklarını okuruz…

Hazine Adası‘nın macerasını bize severek okutan Robert Louis Stevenson da yatak yorgan düşkünüdür. Stevenson romanı bitene kadar yatağı terk etmez, arada bir horlar, horlayınca karısı gelip uyandırır, o tekrar yazmaya devam eder.
Bütün bunlar tuhaf gelmediyse size, ya ötekilere ne dersiniz? Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin yazılarını, denemelerini masaya tırmanıp üstüne oturup yazar.

ABD’nin bu iki dev ismi gibi masa üstü oturmayı sevenler arasında Alice Harikalar Diyarında‘nın yazarı Lewis Carroll‘u, Kızıl Damga  yazarı Nathaniel Hawthorne‘u, Deniz Feneri‘nin kadın yazarı Virginia Woolf‘u koyabiliriz. Laf aramızda kalsın, Woolf, Hawthorne ve Carroll da masaya tırmanmayı sevenlerdendir.

Alkolizm, içki, sigara, hatta uyuşturucular da yazarların başlıca takıntıları arasında gelir; bilirsiniz… Ne var ki bu mecraa’da lakırdı etmek çok zaman alır; kısa tutalım: Laf buraya dayanınca, lakırdıyı uzatmamak için sadece şunu söylemeyi tercih ederiz, ¨Alkol yazarların arkadaşı olmuştur!¨

Niye öyle olduğunu, yazar Harry Bruce, Sayfa Korkusu  adlı yapıtında şöyle izah edecektir; bize de mâkul, anlaşılır gelmiştir:

“Yazarlar evlerinde, kendi ortamlarında yaşar! Postacı, berber, bankacı gibi değildirler; diledikleri ânda, kimse tarafından rahatsız olmaksızın, bir içki alacak zamanları vardır.”

Doğruya doğru denir!
Demek postacı işini kendi evinde yapıyor olsa, belki o da bir alkolik olacaktır.
Pazarlamacı işini hep evinden yapsa, iyisinden şarapçı; mühendis hep odasında otursa, felaket bir votkacı olacaktır.
Alkolik yazarların topunu sıralamaya kalkarsak, sayfalarca fihrist yapmak gerekir.

Ancak ABD’ye Nobel kazandıran ne kadar yazar varsa hepsi fitili almış çakırkeyiftir. Hatta bunun şakasını kendi aralarında yaparlar: “Alkol olmazsa Nobel de olmaz!

İçki şişesini masasından eksik etmeyenler sadece Hemingway, Jack London, Sinclair Lewis, Henry Miller, William Faulkner, Eugene O’Neill ve John Steinbeck değildir; genç yaşında alkolik olan Carson McCullers de içkiye tutkundur.
Carson’un daha 18 yaşındayken tanıştığı alkol, 23 yaşında ünlü olduğu zaman edebiyatına ateşlendiren şeydir. Edgar Allan Poe’yu, Herman Melville’i, F.Scott Fitzgerald’ı, Pearl Buck’ı liste dışında tutmak, içki satışlarını düşürür.
İrlandalı oyun yazarı Brendan Behan‘ın sözünü eklememek ise bu sohbetimizin en ayıbıdır. O, “Ben yazma sorunlu bir alkoliğim!” der…

İçkinin arkadaşı sigaradır, diye boşuna denmemiştir: Yazarların sigara tiryakiliği ise baca kaldırmaz; dumanı kesiftir.
Jack London günde 60 adet Rus sigarası tüttürür, üstü başı kültablası gibi kokar.

Erskine Caldwell hem ayyaş hem de sigaracıdır. Doktorlar ya sigara, içki ya da ölüm der yüzüne, o aldırmaz devam eder, öldüğünde 87 yaşındadır.

Bunlar hafif şeylerdir, yazarların uyuşturucu alışkanlıkları ise akıl almaz.

Akıl Çağı’nın ünlü yazarı Jean-Paul Sartre yeterince düş kuramadığını savlayarak kendisine meskalin kimyasalı enjekte ettirir, böylece daha çok yazacağına inanır. Bu huyunu ilerleyen yaşlara kadar sürdürmüş, LSD benzeri şeyleri almasına karşın, Fransa Devlet Başkanı DeGaulle, “Sarte Fransa’nın onurudur, onsuz Fransa düşünülemez!” diyebilmiştir.

Bu arada, sormadan geçemem ki siz, geleceğe dair kehânet romanları nasıl yazılıyor sanıyorsunuz? Aldoux Huxley tam anlamıyla keştir ve afyonu patlamadan satır yazmaz. Kafayı bulunca sayfalara karışır ve ip cambazı-funambilist gibi perende atar.

Amerikan şairi Alan Ginsberg ve yazar Jack Keouac uyuşturucu dendi mi en önde gidenidir. Mariuna, esrar, kokain artık gırladır… Sağlıkları bozuk mu bozuktur, bu da ayrı bir hikâyedir.

Sağlığına dikkat ettiği için değil ama yazı yazmaya başlamak için yürüyüşe çıkan iki İngiliz’den söz ederek yavaş yavaş biz de yazımızın menziline varalım.

Jane Austen, yani Aşk ve Gurur, Akıl ve Tutku, Emma  gibi unutulmaz yapıtları olan İngiliz yazar günde 10 km. yürümeden tek kelime yazamaz. Hem de ne yürüme, ter içinde kalana kadar, koşar adım yürür ve “Böylece yazacaklarım içime doluyor, öteki şeyler boşalıyor,” der.

Aynı duyguyu Dickens da yaşamaktadır; o da bir hızlı yürüyüşçüdür, “Yürümek ahlakî bir zorunluluktur benim için” der, “Böylece rahatlıyor, yazımın başına saf ve temiz oturuyorum.”

Thomas Mann‘i galiba kötüledik size, o hep çocuklarına bağıran baba olarak akılda kalmasın. Çocuklarını sevip okşadıktan sonra, günde bir saati bulan yürüyüşe çıkar, öfkesinden arınır, paklanır.

Dickens bir Londralı-Londoner‘dir ve kentin girilmedik sokağı çıkılmadık deliğini bırakmaz. Şehrin haritası ondan sorulur ki yazılarını bu sokakları tek tek anlatarak yazar.

Latin romancı Carlos Fuentes de benzer alışkanlıkla yürüyen yazarlar arasında yer alır. Panama’da doğmuş, ama Meksika’da ölmüş, başkenti kaldırım mühendisi gibi adımlamıştır. Romanları sokak romanıdır.
Yazarların cinsel yaşamları da başlı başına bir âlemdir, yazmaya kalem dayanmaz.
Hangi birisine lakırdı değneğimizi uzatacağımızı kestirmesi zordur.

Lakin, Hemingway gibi dört kez evlenip boşananı ve her evliliğin kendisine bir roman kazandırdığını söyleyeni mi istersiniz; Madam Bovary‘nin usta yazarı Gustave Flaubert gibi yaşamında anımsamadığı sayıda fahişeyle yattığını, öyle yapmasa bunları yazamayacağını söyleyenini mi; yoksa tıpkı onun gibi genelevden dışarıya çıkmayan hikâyeci Guy de Maupassant‘ı mı dinlersiniz?!

Ama bunlardan George Simenon birlikte olduğu kadınların, fahişe olsun olmasın, çetelesini bir bir tutmuştur. Simenon on bin kadınla beraber olduğunu, kitapları kadar gururla ileri sürer. Fakat matematik yanılmaz, Simenon biraz hayal adamıdır, belki bin kadın deseydi doğru sayılacaktır.

Nihayet geldik yazarların günde en az şu kadar kelime yazacağım türünden takıntısına…
Yazarların batıl inanca kadar ulaşan takıntıları arasında en mâsumu belki de budur:
Graham Greene günde 700 kelime yazmadan masadan kalkmaz; idareli kullanır zamanını…
Amerikalı romancı J.G.Ballard ise 1000 sayısında karar kılmıştır; ne azında kalır, ne de bir tek fazlasına el sürer.
Onun bu alışkanlığı bir şey mi sanki?… Jack London günde iki binden aşağı kelimeyi elden geçirmedi mi kendine kızar ve ekstradan iki şişe viski daha bitirir.

******

Hasılı, yazmak denilen şey başa öyle bir beladır ki kelime saydırır, sarhoş eder, uykusuz bırakır, deli divâneler gibi yürütür; ama bunlardan daha güzeli adamı âşık eder; hem kadına ve erkeğe, hem de kitaba, edebiyata…
Hatta insanın avuçlarından akıp giden zamanı merak ettirip, “Mil, Pardon, saat kaç?” bile dedirtir.

Etiketler

Bir yanıt yazın