Günahkâr Kadınlar Cetveli

Fransız tiyatro yazarı Moliere’in “L’École des femmes”  (Kadınlar Mektebi) başlıklı eserini daha lafımızın başında, buraya, iyice contalayıp İngiliz anahtarıyla bir güzel sıkıştırmadan işe koyulamayız; lakırdı sızıntısı yapıyor diye arkamızdan sonra laf edilmesin.
Eser, Batı Edebiyatı ve Tiyatrosu’nun temel taşlarından birisidir.
Kadınlar Mektebi‘nin, sonradan edebiyatta, tiyatro ve sinemada, hatta güzel sanatlarda tekrarı yapılacaktır.
Yapılsın, ne mahzuru var!
İngiliz Tiyatrosunda sahnelenip ve sonradan sinema kaydı çekilen, mesela, My Fair Lady başlıklı eser bu tekrarlardan biridir.
Koruması ve hizmeti altında bulunan genç, güzel, zeki ama zır-cahil bir kızın evin efendisi tarafından yetiştirilip yontulduktan sonra kendisine eş edilmesine dair, iç gıcıklayıcı, biraz insest, aile içi ilişkilere kadar uzanan bu güldürülerin temeli Moliere’de yatar.
Yeşilçam Sineması dahi bu eserlerin çeşitlemesini 1970’de yapmıştır.
Ediz Hun ve Türkân Şoray’ın rol kestiği filmin adı Tatlı Meleğim‘dir.
Bir dakika, acele etmeyiniz, daha lafımız bitmedi!
Kıbrıslı heykeltraş Pygmalion‘u hatırlarsınız, biliyorum…
Kendi elinden çıkma heykel kadına âşık olan heykel sanatçısıydı.
Pygmalion’un mermere duyduğu aşk, yetiştirdiği kalfa kıza tutulan köşkün efendisinde ortaya çıkar.
Biz upuzun yazımıza başlarken, günahkâr kadınlara dair bir sıralama, cetvel yapmayı isteriz ki okurumuz aklına eseni dilediğince ölçüversin.

Kadınlar üzerine çok yazıldı, çizildi; iki laf da biz etmişiz çok mu?

“Kadınlar” dediğimiz, dünyanın siyasî tarihini değiştiren, siyaset adamları tarafından metres tutulmuş kadınlardır ki gelmiş geçmiş tüm zamanlara ait günahkârlık defterinde yer alan isimlerdir.

Kuzeyi, Güneyi demeden, bıkıp usanmaz biçimde dünyanın ucundaki fenere ulaşmak azmine sahip Kutup Kâşifleri gibi, biz de, metres edebiyatına bir şâvul sallandırmak, iskandil ölçüp lakırdı denizinde pusula tutmak isteriz…

Çetelesini tuttuğumuz tarihdeki ünlü günahkâr kadınların defterdeki listesi, kayda değer olmak şartıyla, şimdiden otuzu bulmaktadır.

Aslına bakarsanız metres denilen, birinci hanımlara provada dublör olmuş ikinci kadınlar listesi o kadar kalabalıktır ki iğne atsanız yere düşmez.

Yakın zamanların birkaç isminden bahsedip geçelim, zira şimdiki zamanlarda fazla oyalanmaya gelmez; tarih, metresle doludur.

Modern zamanların ünlü metreslerinden sayılabilecek olan Monica Lewinsky, ABD eski Başkanı Clinton’la Beyaz Saray’ın Oval Ofisinde el ele, kol kola dolaştığı için tarafınızdan gayet iyi tanınır. Bu isim ne ilktir, ne son: Aslında Amerikan siyasetinde metres tutmak bir yana, kiralık eskort kız gibi sektörlere ilgi duyanların sayısı pek fazladır. Clinton’ın günâhı boşuna alınmıştır.

Onun ardı sıra, siyâseten, iki isim daha akla gelir: İngiltere Tahtının birinci derecede varisi olan Wahles Prensi Charles’ın eskiden beri yavuklusu olup sonradan nikâhına aldığı, Camilla Parker‘ı araya sıkıştırırsak, ardından ötekisine geçebiliriz. Günâhı anlatanların boynuna olsun, suikast kurbanı Amerikan Başkanı Kennedy’in metresi olmuş ünlü film aktristi Marilyn Monroe‘yu hemen faş edebiliriz.

İki arada bir derede, 1963 yılına kadar uzanıp İngiltere’nin ünlü Profuma Skandalı‘na göz atar ve o zamanki hükümet üyeleriyle hafifmeşrep kadınların münasebetlerine değinebiliriz; ama bu yetmez… Daha bunun gibi yüzlerce hikâyeyi ardı ardına sıralasak, yirminci yüzyılın metres hesabını göremeyiz, bakiyesi daima açık kalır, defter-i kebiri tutturamayız, malı mülkü rehine bırakır, hatta konkordatoya bile gideriz.

Biz iyisi mi, bugüne dair olanları magazine bırakıp evvela bu işin bir eskisine bakalım.

Kutsal Kitaplar arasında olup masal tadında şeyler anlatan tek kitap bize göre İncil’dir. Tevrat’tan beslenmiştir ama sonra üzerinde kalem oynatan pek fazla Aziz-Saint efendi görülmüştür.

Bu yüzden, işte sırf bu nedenle onu kitaplığınızdan eksik etmeseniz iyi olur…

İncil’e bakılırsa dünyanın bilinen en eski metresi Hacer‘dir.

Biz Türkler, Kürtler, Araplar ve dahi Farsîler Hacer deriz, ama gel gelelim Yahudiler Hagar diye adlandırır. Yunan ve Roma kayıtlarına Agar diye geçer.

İşte bu Hacer, Mısırlı bir güzel köle kız olup Peygamber İbrahim’in karısı Sarah’ın hizmetçisiyken, kocasının azgınlığından yaka silkmiş karısı tarafından adamın yatağına sokulmuştur.
Sarah, “Aman, ben bıktım usandım, biraz da kölem bu işle alakadar olsun!” demiştir. 19.yüzyıl sonlarında basılan resimli bir İncil kitabında yer almış canlandırma resime yer vermeden geçemiyoruz; kalem, fırça sahibi Charles Foster diye biliniyor, fakat pek ünlenmiş değildir.

Dinî masala geri dönersek, Sarah, böyle demekle Hacer’i İbrahim’in koynuna sokmuş ama ondan bir çocuk sahibi olacağını hiç düşünememiştir; bir kadına yakışmaz tedbirsizliktir bu…

İbrahim ne zamandır beklediği erkek evladına, yani İsmail’e böylece Hacer sayesinde kavuşur. Fakat, daha evvelden Tanrı’ya adak vermiş, “Bir erkek evladım olsun, sana onu kurban edeyim!” demiştir. Peygamberlerin sözü senet sayıldığından, İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmeye kalkar, çocuğu çeliği pırıl pırıl mor şimşekler gibi parıldayan bıçağın altına yatırır ama o sırada Tanrı insafa gelir, zaten o her zaman insaflıdır, bulutlar arasından iki tane koçu, koçlar gibi koçu, yeryüzüne pike ettirerek gönderir. Böylece İbrahim, kesilmek üzere sevinç duyarak yeryüzüne gelen iki adet koçu oğlu yerine kurban eder; kurban bayramlarının eskiden kartpostallarına yer alan kanatlı koç resimleri işte o günden bize hatıradır.

Zaten bu koç ve koyun milleti, “Allah canımızı bir an evvel alsın da şu hayattan tez elden kurtulalım,” diye melûl melûl meleyerek dolaşır durur. Buraya, bu hadiseyi anlatan bir görsel koymamız gerekmez, zaten herkes bunu şöyle böyle hatırlar, bilir.

Elbette, kılı kırk yaran okurumuz gözünden kaçmamış olacaktır ki Sarah aslında kısırdır ve İbrahim’e ne kadar uğraşıp didinse bir türlü çocuk verememiştir. Ama Hacer’in maşallahı vardır ve ardı ardına hamile kalır. Bunu kıskanan Sarah yalvarıp yakarınca, insaflı Tanrı, ona tekrar rahim bereketini geri iade edip kocasından hamile kalmasını sağlar. Sarah’ın yetmişi devirdiğini, seksen yaşına geldiğini de buraya lehimlemeliyiz. Demek ki Tanrı isteyince, seksen yaşında hamile kalmak mümkündür. İshak adlı çocuk işte bu insafın sonucudur. Hazreti İbrahim, bereketi bol adam olsa gerek, yaşı doksanları bulmasına karşılık, gece gündüz demeden, hababam de babam, kâh birinden kâh ötekinden çocuk yapmak peşindedir.

Aslına bakarsanız, İbrahim’in Yüce Tanrı’yla arası pek iyidir, limonata şerbeti cinsindendir:

Yahudilerin kitabı Tevrat’a bakılırsa canı sıkıldı mı hodri meydan bre diye seslenip arada bir Tanrı’yla güreş tutan Peygamber İbrahim, kendisinden sonra gelen bütün peygamberlerin de babası sayılır. İşte onun metresi olan Hacer Hanım, evvel eski bilinen, ilk metrestir.

Belki daha eskisi de vardır ama bu tembel denemeciniz, şimdi tarih kitaplarının tozlu sayfalarını, tıpkı Boşnak yufkası gibi, kat kat ve zar inceliğindeki pelül kâğıdı kadar inceden inceye aça aça anlatmaya, vallahi bir Sultanî üşengeçlik duymaktadır.

Bu ilk metres diye adlandırılacak Hacer’den başkası hiç yok mudur sanıyorsunuz; dikkat, gafil avlanmamak gerekir.

Eski Yunan mitolojisi silme, serâpa, bazen de câbeca metres ile doludur.

Metreslerin çoğunu da Tanrı Zeus, evli barklı bir Tanrı olduğunu unutup, karısı Hera’nın kıskançlığına karşın, hânesine davet etmekten hiç çekinmez. Homeros bunları yaza çize bitirememiştir.

Antik Dönem tiyatrocusu Sofokles iyi adamdır ama biraz dedikoducudur; tiyatro sahnelerinde, Tanrıların aşna fişnesine tanık olmuş gibi Olimpos Dağı’ndaki metreslerin ipliğini pazara çıkarmıştır.

Pekâla, bir başka Yunan yazarına gelelim: Euripides’in misojenik-dişi türüne alerjisi olan bir yazar olduğunu duymayan kalmamıştır. Onun kadın düşmanlığı işte burada devreye girer, eserlerinde Tanrıların metreslerine verip veriştirir.

Biz masal gibi tarih değil, tarih gibi bir masalın peşinde olduğumuzdan lafımızı Atina Partenonu’ndan alır İstanbul’a, evvela Bizans’a getiririz.

Bizans’ın adı dillere destan Theodorası‘ndan mı başlamalı, yoksa lafı dolaştırmadan doğruca yelken basıp Roma’ya giderek, orada, İmparator Cladius’un dırdır edip baş etini yiyen metresi, ama sonradan karısı olmuş Messelina‘dan mı bahsi geçirmelidir? Hangi kapıyı çalsak karşımıza bir başka metres çıkar… Messelina’nın kayıtlı fahişe olduğunu bile bile sarayına alan Cladius, erkeklerin bence feriştahıdır. Erkek dediğin fahişeyi alıp ıslah etmeye çalışır; nafiledir.

Daha durun, bitmedi: Dizlerinde uyumak gafleti gösteren kocası Samson‘un saçlarını kesip onun mitolojik-masalsı gücünü böylece elinden alan Dalila‘dan söz edip metresler tarihinde bir ihanet sayfası açmak gerekecektir; uzun hikâyedir.

Pekâla, Bodrumlu Herodotus‘un Tarih kitabında yer alan kıssaya ne dersiniz? Lidya Kralı Kandaules‘in başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez. O, karısı Pythia’nın güzelliğinden başı dönen bir âşık kraldı. Hem âşık, hem de kral olmak zordur. Olan biten şuncacıktır:

Karısının çıplak bedenini birisine göstermezse rahat edemeyecekti gafil adam, böyle bir teşhirci yanı vardı zavallının ve sonunda, koruması olan Giges’i bu işe tayin etmiş, ona “Bu gece karı koca cıscıbıl, anadan üryan yatağa girdiğimiz zaman, perdenin arkasında dur ve bizi, hele hele karımı bir seyret, bak bakalım böyle güzel kadın dünyada var mı?” diye aptalca davranmıştır.

Giges “Olmaz molmaz, vallahi çok ayıp olur!” dediyse de erkek ya, merakına yenik düşmekte gecikmez. Ancak durumdan haberdâr olan kadın intikam almak için aynı gece Giges’in eline bir hançer verip kocasını yatakta kan revân içinde bıraktırır. Katil maktûlle yer değiştirecektir, ama bu ayrı bir hikâyedir; siz iyisi mi Herodotus’u bir daha okuyunuz.

Herodotus’un yapıtı baştan sona günahkâr kadınlarla doludur, bir o kadar ihanet eden erkek enflasyonu orada yükselme eğrisi çizer.

Ne ki Ortaçağı vebadan arındırıp modern zamanlara gelince bu işte Vehbi’nin Kerrâkesi iyice ortaya çıkacaktır. Metreslerin, Yunan Mitolojisindeki Şarap Tanrısı Baküs elinde kalan sarhoş-esrimiş kadınlar diye bilinen Menad‘larla yakın akrabalığı olsa gerekir, zira tarihe geçmiş metreslerin hemen tümünde bir alkolizm belası görülür. Elinden kadeh düşmeyen bir metrese şimdi, yavaş yavaş geliyor, iskele alabanda yapıyoruz.

Fransa’nın Louis‘leri bol olduğundan, on beşinci olarak, Roma rakamlarıyla XV. Lui diye sıraya dahil edilmiş kralın resmî metresi Madamme Pompadour‘dan söz etmemek dünyanın gelmiş geçmiş tüm metreslerini üstatsız bırakmak olacağı için önce madamme önünde saygıyla eğilir, reverans yaparız. Dikkat! Resmî Metres nedir demeyiniz, bugün de Fransa’nın Cumhurbaşkanı’nın hem gönül oyaladığı aktrist sevgilisi, hem de metres olarak tuttuğu bir kadın vardır; bu işler böyledir.

Kısa bir ömür sürmüştür Bayan Pompadour. Sadece kırk üç sene yaşamıştır ki böylesine tutkulu ve gözü iktidarda, parada pulda olan bir kadın için bu hiçbir şeydir. O yaşta ölüm ya kazayla olur ya da salgın hastalıkla! Böyle demekle, leb demeden leblebiyi anlamanızı isteriz, zira madamme veremden ölüverir. Arkasında çözülememiş bir sürü saray entrikası, bir çok alavere dalavere bırakmıştır. Bu meşhur kadının alkolizmi ise başlı başına Freud’a havale edilecek meseledir.

Madamme Pompadour bir vakitler fakirhanede yaşarken Allah yürü ya kulum dediği için Saray gibi yerlere girip çıkmıştır. Sonra da etrafından işkillenmeye başlamıştır. Onun yaptıklarını, yüzü utançtan gelincik kırmızısına dönecek surat sahipleri yapamaz. O bu aksatalarda bir numaradır.

Etrafında ökse, tuzak kurulduğunu zannetmekle fitne fücürlüğe kalkışan metreslerin, odalık ve cariyelerin, âşıkların, dost tutulmuş kadınların haddi hesabı tarih sayfalarını doldurur. Pompadour bunlardan sadece birisidir ve Fransa tarihiyle oynadığı için, aslında bir bakıma dünya tarihine parmak dolamıştır. Her ne kadar tarih, sınıflar savaşıdır diye öğretilip böyle yutturulduysa ve dikişi bu yüzden arada bir teyel yırtığı verdiğinden, gerçek ne orada ne de buradadır; fakat tarihin gidişatında metreslerin rolü pek de azımsanmayacak kadardır.

Madamme Pompadour Avrupa’nın sınırlarını belirleyen 1763 Paris Anlaşması‘nın şaka maka değil, resmen mimarı ve hatta yatak odalarında vazifesini aksatmadan sürdüren bir diplomatıdır. Prusya’ya savaş açtırır, gereksiz gördüğünden Amerika’daki kolonileri İngilizlere hibe eder, Jazz’ın başkenti New Orleans’ın satış işi onun başı altından çıkar, daha neler neler yapar… Bütün bunların kararını bir tek o verir. Kral uygular!

Aslına bakılırsa, Fransa ve Avrupa tarihi baştan başa metresler tarihidir.

Alın, mesela, Madamme Rambouillet‘i, o da az nâneler yememiştir. 1600 yıllarında yaşamış, Paris’in en ünlü randevü evini o işletmiştir. Oraya gelen gidenin haddi hesabı yoktur.

Rambouillet’in metres olduğu adamların sayısı da deve yüküyledir. O, Fransa’nın kaderini çizen adamlarla düşer kalkar, onlara akıl verir, yol gösterir. Nâmı da Sosyete Bülbülü diye çıkmıştır. Rambouillet’e nal toplatacak kadar geride bırakan başkaları da sonradan elbette salonlarda görülür. Lakin biz bunları teraziye koyup bir kefeden ötekine aktaracak olursak yazının şirâzesi yamuk kalır, sonra kantarın topu iyice kaçar…

Ama, madem lafı buraya kadar sarkıttık, dilimizde tüy bitti, bir kez de İngiliz adasına geçip oradaki meşhur metreslerden birisine dürbün çevirmezsek hiç olmaz. Bu dürbün hem de denizci dürbünüdür, zira ünlü Tarafalgar Deniz Savaşı‘nın Amirali Nelson’ın metresini gözetlemeye yarar. Amiraller amirali Lord Horaito Nelson‘ın metresi olan Lady Emma Hamilton‘ın güzelliği öyle iki satırda anlatılacak kadar değildir. Bu İngiliz dilberinden ünlü ressamlar sıraya girip, otuz beş kere resim çıkarılsa bu yetmez, otuz altıncısı şart olur.

Lady Hamilton, Nelson’ın himayesine girdikten kısa süre sonra, bütün metres kadınların beceri sahibi olup hâl yoluna soktuğu gibi, erkeği avuç içine almıştır. Sirk cambazı gibi oynatmaya, Şam Maymunu gibi takla attırmaya başlamıştır. Bir gün seviyorum dediyse, ertesi gün sevmiyorum işte, zorla mı diyerek inletmiş, Nelson’u güverteden denize can yeleksiz düşmüş hâllerde sırılsıklam tere batıp çıkartmıştır.

Nelson ki Nelson’dur ve dünya denizlerinde kazanmadığı deniz savaşı yoktur. Koca Amiral, Lady Hamilton’ın mini mini ayaklarına kapanır, ayak parmaklarını öper, dizlerinde şıpır şıpır göz yaşı döker. Metres dediğin işte böyle olmalı, Amirali dahi dize getirmeli, erkeğiyle pek çabuk teklifsiz olup amiral battı oyununda kazanmalıdır.

Haydi bu kadar laf ettik, Bavyera Kralı’nın İspanyol dansözü olan metresinden bahsetmezsek ayıp olacaktır. 19.yüzyıl başlarında, şimdiki Almanya, Avusturya, Çekoslavakya ve dahi Polonya’yı içine alan Bavyera Krallığı’na musallat olmuş Lola Montez, öyle fırıldaklar çevirip Bavyera mamulü ince porselen kâsede kırılmadık fındık bırakmamıştır ki Kral Ludvig‘e iyiden iyiye başağrısı kesilmiştir.

Nedir Montez’i böylesine fıkır fıkır kaynatan, o dönemin işçi sınıfı hareketleridir.

Montez 1848 devrimlerinin merakına düşmüş, birden bire hem sarayda yaşayıp hem de sosyalist olmuştur; ihanetin püsküllü belasıdır. Montez’i başından atmayı beceremeyen Kral Ludvig, metresi yüzünden ufak ufak sosyalist olmaya karar verir; lakin Kraldan sosyalist çıkmaz!

Bu durumdan öteki asilzadeler rahatsızdır elbette, hemen harekete geçerler. Montez’i tavlada şeş yek atıp altı kapısına bağladıktan sonra, al takke ver külah edip Hamburg limanından kalkan ilk Amerikan gemisine bindirmekle selameti bulurlar. Montez elde kastanyet, omuzda kırmızı şal, ayakta takır tukur sandalet ile flemenko yapa yapa Yeni Kıt’anın postasına biner.
Onu postalayanlar Montez’e aslında iyilik yapmıştır. Zira Montez hayatının en güzel vakitlerini o zamanki Amerikan Devletler Birliği’nde yaşar, dans eder, sosyeteye karışır, sonunda o dönemin medya imparatoru olan işveren Mr. Hull‘u kafese kor ve evlenir… Artık Amerikan Basını elinin altındadır, dilediğini yayınlatır, dilemediğini çöpe atar; ona kim karışır…

Görüldüğü gibi metres mesleğinde olmak her yerde, her zaman ve her şekilde iktidarı elde tutmak demektir.

Şimdi biz hızımızı alamayıp lafı Katherina‘dan başlamakla Hürrem Sultan‘a kadar getirip evli yahut metres demeksizin bu işe teşne olmuş ne kadar isim varsa her şeylerine karışır, hepsinin minderine raptiye koyar, tekerine çomak sokar, sonunda lambasına püf demesini gayet iyi biliriz. Bunun üzerine davulu boynumuza asıp tokmağı da denemecinin eline veririz ki o Ramazan sahurcusu gibi gümbür de gümbür döktürüverir.

Zekâsında fosfor parlayan yazar dediğin işte böyle olur a canım,” dedirtene kadar anlatır, sonra lafı bir yere nasıl olsa bağlar.

Lakin burada durum ciddiyet göstermektedir, zira üzerinde söz söylediğimiz hanımlara ait mahrem ve namus meselesi kabul edilecek bir alanda bulunuyoruz. O yüzden lakırdının gidişatından sorumluyuz. Şimdi, mesela, az evvel adını andığımız İspanyol dilberi Lola Montez’in yedinci kuşaktan kuzeni ortaya çıksa ve dese ki, “Sen kim oluyorsun, benim büyük büyük büyük halazadem Lola’ya bize de mi lola diyorsun, ha!”, o vakit biz ki zavallı, beş parasız bir yazar olup bu belayı baştan nasıl defederiz?

İşte o yüzden lafımızın dirhemini dikkatle tartmalıyız.

Bütün bunları söylerken asıl varacağımız yere gelmekte acele ettiğimizi görmüyor musunuz?

Bizim derdimiz bunca yılın birikmiş metresler, kapatmalar, odalık ve cariyeler, yavuklu ve sevgililer, fahişeler ve hafif meşrebler, aftos ve dalgamotorlar, gaco ve antinler, nannik ve mantunitaların envanterini çıkartmak değildir, ya nedir, derdimiz bu işe kalkışanların bir günahkâr mektebi var mı yok mu, işte onu araştırmaktır…

Evet günahkârlığın mektebi vardır, o mektep kadın ve erkeğin ayrı cinsler olarak dünyaya gelmesiyle eğitim ve öğretim yılına başlar.

Günahkârlar Mektebi bir edebiyat eserinin başlığı gibi heyecan bırakan duyular yaratmaktadır ve denemeciye, bırak bu yazıları, otur da romanını yaz dedirtmektedir.

Bildiğimiz şu ki, on yıl boyunca kocası Odysseus‘u İthaka Adasındaki mütevazi sarayında gün sayarak özleyen, hergün ördüğü yün atkıyı akşam olunca boşaltıp tekrar tığına yerleştirmekle âşıklarını bekleten güzeller güzeli Penelopedünya ahret kardeşimiz olsun!– dışında, edebiyat reçeline girip çıkmış kadınların hemen hepsinde Lola Montez, hepsinde Madamme Pompadour, hepsinin tamamında Hacer vardır.

Kurgusal karakter ararsanız, başta Anna Karenina gelir.

Madam Bovary neyse, La Dame aux Camélias-Kamelyalı Kadın tencere dibin kara, seninki benden karadır…

Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnû  romanındaki Bihter ne ise, Peyamî Safa’nın Cânan karakteri aynısıdır…

Server Bediî’nin Selma ve Gölgesi  adlı romanındaki Selma ne ise, Refik Halid Bey’in romanı Nilgün‘deki Sultan Nilgün’ü oynayan kadın hık demii burnundan düşmüştür.

Amerika taraflarına geçip oradan bir isim vermezsek bu gece uyku bizi tutmayacağından, hemen ilave ederiz. Amerikan yazarı Frank Norris‘in 1905’de yayınlanmış McTeague  romanında öyle bir kadın vardır ki diş doktoru olan kocasının dişlerini canlı canlı, bir bir çeker, onun yaşamını mahveder.

Yahudi asıllı, Romanya’nın Köstence limanında doğmuş, Türklere âşina ve Nobel Ödüllü Elias Canetti‘nin Auto-Da-Fe  romanında, Ahmet Cemal’in Körleşme diye dilimize çevirip Payel Yayınları’ndan çıkarttığı o muhteşem romanda bir Teresa Hanım vardır ki evlere şenliktir! Romanın zavallı mı zavallı, sünepe mi sünepe, burnundan sümükleri damlayan kocası Peter Kien’in kütüphanesi bol evini talan eder, başına örmedik çorap bırakmaz.

Hans Fallada‘nın Ayyaş  adlı romanındaki kocası üzerinde görünmez baskı kurup yok etmeye kadar götüren Magda‘yı da unutmayalım.

Avusturya Yahudisi David Vogel‘in Evlilik Hayatı  adlı romanında, akılsız kahramanı Bay-Herr Gudweill’i katil eden karısı Thea’yı da unutulmazlar listesine ekleyip, günahkâr kadınlar cetvelini tamamlıyalım.

Katil, denince bir ilave yapmadan durulamaz: Libya Kralı Danaus’un elli adet kızının aynı gece evlendiği Mısır Kralı Aegyptus’un elli delikanlı oğlunu gerdek gecesi katledip, sonra, şakır şakır akan kanları temizlemek üzere Beykoz Sakası gibi omuzda su taşıyıp Saray’ı baştan sona yıkamakla şartlayıp temizlediklerini de unutmamak gerekir. Bu işlerin cinayete varan hikâyesi uzundur. Ressam John William‘ın Danaid Kızları diye bilinen bu kanlı gerdek gecesi kahramanı kadınlarını resmettiği tablo, ibret-î âlem olsun diye sergilenir.

İtalyan yazarı, komünist Alberto Moravia‘nın Evlilik  romanı şimdi Çerkes bozası gibidir, nasılsa bozacının şahidi şıracıdır: Tahsin Yücel‘in Türkçe’ye kazandırdığı romanda Léda  adlı bir kadın yazlık evlerine gittiğinde kocası roman yazmak için daktilo başında taka tuka yaparken, köyün berberiyle işi pişirir, mercimeği fırına verir, dans eder gibi sevişir, yapıp etmediğini bırakmaz. Hani berber de bir şey olsa, okurun içi yanmayacaktır; eciş bücüş biridir, ama aldatmak hevesi bir kez duyuldu mu gerisi fuzulidir.

Amerikan’ın viski ve rom içicisi roman yazarı Ernest Hemingway‘in Francis Macomber’in Kısa Süren Mutlu Hayatı adlı hikâyesinden söz etmeksizin, buradan şuraya vallahi geçilmez: Afrika’da avcılığa çıkan karı koca Macomberlerin başına gelmedik kalmıyacaktır. Zira Bayan Macomber kılavuzluk eden bir beyaz adamı kullanıp kocasını aslan avında ona vurdurur. Sonra… Sonrası için hikâyeyi okumak şarttır.

Durun, durun daha bitmedi, sakın bir yere ayrılmayın: Geçtiğimiz yüzyılın en bereketli ve kalemine kuvvet en iyi yazarlarından İngiliz Graham Greene‘nin Türkçe’ye, nedense, Zor Tercih  diye çevrilmiş ama bize kalırsa Kaçamağın Sonu  olması mecburiyet gösteren romanı, The End of the Affair‘deki Sarah birçoklarına göre malın gözüdür. Yok yok, Sarah’ın günahını almayalım, romanda adını Beatrix olarak veren yazarın metresi olmuştur; hepsi bu!

İngiliz yazar Evelyn Waugh‘un Bir Avuç Toz başlıklı romanında, kocasına yapmadık şeyi bırakmayan kadının adını verirsek, artık bu kadarı da fazla dersiniz.

Ama eğri oturalım, doğru konuşalım! Bu dünyanın bir de ötekisi var, daha Sır’at Köprüsü’nden geçeceğiz… Gün gelecek iki elimiz yanımızda, esas duruşa geçmiş gibi, Amerikan bezinden beyaz patiskaya sarılı vaziyette Tahtalıköy yolcusu olacağız, neme lazım!

Bugüne bugün hiçbir kadın, hatta Hacer dahil olmak üzere hiçbiri ve dahi Havva Anamızın Âdem Babamıza ettiği bir yana dursun, tümü Tobosolu Dulcinea kadar olamamıştır.

Tobosolu Sinyora Dulcinea öyle bir kadındır ki hayaliyle Don Kişot’u atına ters bindirir, aşkından sürüm sürüm süründürür.

Dünya şiirininin ustalarından Rus Mayakovsky, Şilili Neruda ile beraber adı anılan Türkiye şairi Nâzım Hikmet’in bir şiirinde dediği gibi, Don Kişot zaten gel git akıllı olup “Ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına/bir Temmuz sabahı fethine çıktı/güzelin, doğrunun ve haklının” diye bilinir.

Eksik etek ardından koşan cavalozların başına gelenler Don Kişot’un zavallı başına da gelir, yaşlı şövalye fırıldağa döner, tığ teber şahmerdân hâllerde kalır.

Şövalye, Dulcinea’nın aşkıyla yanar kavrulur ama kât’a asaletinden ve doğru yoldan sapmaz.

Don Quijote, tarihte, metres tuttuğu bir kadının kocasını yani Uriya adlı kocayı savaşa gönderip zayî defterine yazdırdıktan sonra nasılsa karısı dul kaldı ve nikâhı da müsaittir diye Betşeba‘yı karısı yapan Hazreti Davud gibi davranmaz.

Don Kişot sevdiğini uzaktan sever, kalbiyle sever, hayalleriyle sever; zira onda akıl yoktur, hayal vardır.

Zaten bu uzun deneme yazısına kalkışan işbu Çelebi Yazarınızda da akıl yoktur, olsaydı bu kadar lakırdıyı bir araya getirmezdi.

Dünyayı değiştiren ve ünvanları metres diye anılan bu kadınların günahkârlık mektebi, bizce, yoktur. Cetveli de gönyeye gelmez!

Varsa da anahtarı bir roman yazarının elinde bulunmaktadır. Bunca döküntüyü ve tafsilatı bekleyen, birgün bir romanda okur!

Metres olmak için günahkârlık mektebine gitmek fuzûlidir

Kendisini perî peykâr zannetmek bir ego meselesidir ve bu işe kalkışmak için yeterlidir…

Bu işlerin erkek cephesinde dolaşan Don Juan, birgün, Kraliçe İsabella‘yla cürm-ü meşhûd üzre basılır.

Saray kapısına dayananlar sorar, cevap bekler: “Kim var orada?

Don Juan, “Kim olsun isterdiniz!” diye müdanâ etmeden karşılık verip, sonra cevabını söyler:

Un hombre ý una mujer!” ; “Bir kadın ve bir erkek!”

Bundan daha doğru dürüst cevap sanki Dünya’da var mıdır?

Zira metres tutulan kadın Hacer ise, onu alıkoyan erkek, İbrahim’dir.

Etiketler

1 Yorum

  • simla-sunay-ozdemir says:

    Hacer buyken İbrahim de budur ancak bütün bu yazınsal metinleri erkekler kaleme almıştır. Günümüzde Londra’da metresler müzelerin başköşelerinde, kafaları uçuruldukları halde hala topluma hizmet etmekteler.

    Kadın sözcüğü günahkarla eş anlamlı kullanılıyor, doğru. Günahı işleten yani asıl sebep olan kişi erkekse hep yırtıyor. Bunun altında Hırıstiyanlığın erkek olarak cinsiyeti belirlenen Tanrısı var. Tanrı da günahı bir yaratan olarak size işletiyor olmalı değil mi, ama her zaman günahkarlar kendi bacağından asılır, tevekkül vardır sonuçta. Tanrı insanı yaratır günahı değil. Erkek de bu günahı koymak için kendi kürek kemiğinden yaratıldığı Kur’an da geçen bu nedeni kullanır.

    Avrupa edebiyatı tek tanrılı dinlerin metinlerinden çok etkilendiği için kadını günahkar ilan etmiştir. Daha bu yüzyılda yeni yeni cinsiyetçilikten uzak bireye bakan bir edebiyat doğuyor. Bu yüzden klasikler insan hakları yönünden tekrar tekrar yorumlanmalı bugün.

    Size katılıyorum. Mimarlıkla bağlayamadık ama. Bu da böyle olsun.

Bir yanıt yazın