Gezi Parkı’nın Kentli Kimliklerimizle Birlikte Yeniden Eylenmesi

Gezi Parkı'ndaki geçici ve değişken işgal, geleneksel mimarlık pratiklerine alternatifler sunuyor. Parkın ve kentli kimliklerimizin her gün yeniden yapıldığını görüyoruz.

Gezi Parkı’nda insanlar çadırının önünde şezlonguna oturmuş sohbet ediyor, yere yatmış kitap okuyor, kitaplık kuruyor ve kitap değişimi yapıyor, yemek yapıp dağıtıyor, almış eline mikrofonu fikirlerini paylaşıyor, çamaşır iplerinde fotoğraf sergisi açıyor, uzanmış yatıyor, şarkı söyleyip dans ediyor, uyuyor, pankart açıyor, değişik kostümlerle geziniyor… Herkes kendini  ve kentini yeniden inşa ediyor, hatta bundan öğrenip başka şekillerde tekrar inşa ediyor. Burada deneyimlediğimiz, aslında yıllardır kent mekanını gittikçe daha çok sınırlandıran ve bizi o mekanlardan gittikçe uzaklaştırmış olan kurallar ve fiziksel engeller kalktığında kendimizi ve bulunduğumuz kentsel mekanı yeniden üretme sürecidir.

Gezi Parkı, benim için yıllardır neredeyse her gün içinden geçtiğim, sıcakta okula yürürken serinliğinden faydalandığım, en fazla bankında oturduğum, çimlerde yatan evsizleri gördüğümde parkta yaşamı merak ettiğim, ancak son aylarda direniş festivallerinde çimlerine oturmayı deneyimlediğim bir yerdi. Hemen her gün ve saatte parkın belli kullanıcıları vardı, örneğin çocuk parkı olarak ayrılmış alanda çocuklarını oynatan anne babalar, oturmak için belirlenmiş banklarda oturan çiftler ya da gazete okuyan yaşlılar, çay bahçesi için ayrılmış alanda masalarda çay içen sizler, bizler. Park kullanılıyordu, ama ne eksikti? Biz mimarlar ve kent tasarımcıları fikirler yürütüyorduk. Çokça kabul gören bir fikir, tasarımı nedeniyle kullanılmadığı idi: Çevresinden o kadar çok koparılmış bir çukurdu ki, dışarıyla ilişkisi kopmuştu, bu gelen geçenin içeri girmesini engelliyordu. Başka bir neden olarak, parktaki tekinsiz ortam öne sürülüyordu, buna karşılık parkın yaya yollarında arabayla devriye gezen polisler yerleştirilmişti.

Neden bu parkın hakettiği kadar kullanılamadığını, direnişten sonraki işgalin ilk günü, pek çokları gibi, ben de anladım. Parka yürürken, bütün engeller kalkmış, köşede her gün gittikçe genişleyen inşaat işçilerinin ve polisin alanını çevreleyen bariyerler kalkmış, her gün sizi süzen ve devriye gezen polislerden ve ellerindeki her daim hazır silahlardan eser kalmamıştı. Kontrol edici ve dışlayıcı işgal kalkınca geçici ve değişken işgal olanaklı hale gelmişti. Biraz abartılı da olsa, o anki ruh halinde herşey olanaklı görünüyordu.

Sonraki günlerde yağmurdan korunma ihtiyacı ve polis tehdidinin azalması ile insanların parka daha çok yerleştiğini gördük. Çadırlar kuruldu, yardım noktaları bariyerlerle çevrelendi, bostan denemeleri başladı, kuşlar için yem alanı ayrıldı, daha çok çadır geldi, şezlonglar açıldı, kütüphane inşa edildi, dernek ve kolektif tanıtım masaları yerleştirildi, çok sayıda seyyar satıcı geldi. Gezi direnişi için destek vermek isteyen ya da sadece bu yeni otonom alanı merak eden kalabalıklar parkta kitleler halinde yürümeye başladı. Parkın hemen çevresindeki eski araç yolunda oynanan voleybol mu parkın eğimli yan yüzlerinin seyir alanı olmasını sağladı, yoksa bu eğimli kenarda oturanların potansiyel seyirciler olması mı voleybolu başlattı, bilinmez.

Eylemler her gün çeşitlenip değişiyor, park her gün yeni bir yer oluyor. Bu arada kent mekanında ne yapabileceğimizi keşfediyor, kent mekanını nasıl oluşturacağımızı deniyoruz. Buradaki olanakları ortaya çıkarmakta olan ve daha da destekleyecek olan, göçebe bir oluş: bu kentsel mekana, bu müştereğe, sahip olmadan burayı sahiplenmek, burası hakkında sorumluluk hissetmek, ve burayı diğerleri için iyileştirmek. Bu alanın hiçbir yerinin kimsenin olmadığı ama herkesin olduğu düşüncesiyle burayı eylemek gerektiğini düşünüyorum. Burayı çoğul olasılıklardan eylemeden (yoksun bırakmadan), eylemek (yapmak) gerekiyor.

Kentte sahip olmadan sahiplenme durumu, mülkiyet edinme üzerine kurulmuş egemen güce karşı zayıftır. Egemen olan ya da olmaya çalışan, bir sahipsizlik gördüğü anda orayı kendine mal etmeye eğilimlidir. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Gezi Parkı örneğinde de gördüğümüz şey budur. Sahibi olmayan yer, hatta kamusal olan yer, kullanımı ve hakları egemen güçler tarafından kontrol edilip devredilebilen bir yere dönüşür. Günümüzde geleneksel haliyle mimarlık eylemi de bu gücün bir parçasıdır. Alışılmış anlamda mimarlık, henüz kontrol altına alınmamış bir alan gördüğü zaman, oluşturulan rekabet ortamları ile sadece güçlü olanın istediği bir düzene kavuşturma dürtüsü ile işler. Halbuki Gezi Parkı işgalinde gördüğümüz, tam da zayıf olanın korunması gerektiğidir. Zayıf olan, yani sahip olmadan sahiplenme, olanakları barındırır, dayanışmayı, müzakereyi, ve tartışmayı beraberinde getirir. Kentte ilk defa bu kadar yoğun olarak, geleneksel mekanda tasarlananın veya kontrolün dışında ne yapabileceğimizi görüyoruz. Bir üst otoritenin olmadığı, kontrolü ele alan bir mimarın olmadığı Gezi Parkı’ nda insanlar kendilerini, parçası oldukları topluluğu, ve parkı yeniden eyliyor. Bundan sonra Gezi Parkı için artık geleneksel mimarlık pratiklerine geri dönülemez, yarışma, tek tipleştirici, kontrol altına alıcı, düzene koyucu, vb. mimarlık söylemi öğrendiklerimizden geri adım atmak olacaktır.

Etiketler

Bir yanıt yazın