Depremin 10. Ayı Dolarken Antakya’da Hayaller ve Gerçekler

Depremin 10. Ayı Dolarken Antakya’da Hayaller ve Gerçekler

Depremin 10. ayı dolarken Antakya'nın içinde bulunduğu durumu anlatan bu yazıda, hayaller ve gerçekler karşılaştırılarak bir durum analizi yapılıyor.

Önce gerçekler.

Akşam saatlerinde çevre yolundan geçerek İskenderun yoluna ulaşmaya çalışıyoruz. Güneş batmaya yakın, ufuktaki güneşin de yeni yanmaya başlamış ışıkların da yeryüzünü yeterince aydınlatamadığı bir saat. Çevre yolunda İstanbul Mecidiyeköy’ün akşam saatlerini hatırlatan bir trafik var. Kavşaklar, battı-çıktılar nereden gelip nereye gittiği meçhul her boydan araçlarla dolu. Şehir yok olmamış mıydı? Bu kadar araç nereden geliyor, nereye gidiyor?

Trafik günün her saati böyle yavaş akıyor olmalı ki bu ritim yol kenarlarının seyyar satıcılar ve konteynerden bozma hızlı yiyecek içecek tezgahları ile şenlenmesine neden olmuş. Her biri özenle süslenmiş bu küçük satış birimleri kaldırım olmadığı için yol kenarındaki mıcır serili alandalar. Arada pek de hızlı hazırlanamayacağını bildiğimiz künefeciler de var. Bir tanesi özenle ışıklandırdığı vitrinin içine Neşet Ertaş’tan başlayarak sevdiği sanatçıların özenle çerçevelettiği resimlerini asmış, tezgahın önünde oturmak için birkaç alçak masa ile birkaç iskemle bile var. Depremden önce Uzun Çarşı tarafında görebileceğiniz bir dükkân çevre yolunun yanına taşınmış.

Biraz ileride yine konteynerden bozma geniş vitrinli bir gözlükçü, onun yanında yola göre alt kotta kaldığı için ancak çatılarını görebildiğimiz bir konteyner mahallesi, onun yanında kamyon ve tır park alanına benzer tanımsız bir boşluk, onun yanında konteynerlerle kurulmuş bir çarşı ve hemen girişinde yüksek bir totem, onun yanında birkaç çadır, yol kenarında bir mezeci, yanında ufak bir manav. Yol bu şekilde devam ediyor. Sekans halinde fotoğrafları yan yana dizip birine göstersek bu yerleşim alanının nerede olduğunu kimse tahmin edemez. Belki Afganistan veya Irak’ta bir şehir diyecekler olabilir. Ama Antakya cevabını duymanız düşük bir ihtimal.

Yol boyunca gördüğümüz bütün işaretler Antakya’nın çevre yolunda yeni bir ticaret ekseninin yavaş yavaş oluşmaya başladığına, kalıcı konutlar tamamlandığında bu oluşumun artık geri döndürülmesi güç bir aşamaya ulaşacağına işaret ediyor. Son derece dağınık ve mekânsal açıdan en düşük konfor şartlarını bile sağlamaktan uzak bir çevrede yeni bir omurga oluşmakta.

Depremden önce çevre yolunun bazı idari işlevleri de üstlenen yoğun bir konut alanı olması güçlü bir ihtimal olarak görülüyordu. Bazı idari işlevler, çalışanların yoğun itirazları ve memnuniyetsizliklerine rağmen, çevre yolunun yakınına taşınmış, yeni imar planlarında bölgede zeytinlik ve tarım alanı bırakmayacak şekilde 1.5 – 2 emsal gibi yüksek yoğunluklu bir yerleşimin oluşmasının önü açılmıştı. Kısa süre öncesine kadar zeytinlik olan tarım alanlarının akıl almaz bedellerle el değiştirdiği yönünde söylentiler duyuyorduk. Ancak şimdi depremin ardından bu yolun kaderi de değişmiş gibi, gidişata müdahale edecek bir strateji geliştirilmezse burası bir ticari eksen haline gelecek gibi görünüyor. Bu gelişimin şehir merkezinde yaratacağı somut etkileri tahmin etmek son derece güç.

Yine de Uzun Çarşı’nın eski neşesinden uzak olsa da yavaş yavaş canlanmaya başladığını görüyoruz. Ya da köy garajlarının olduğu alanda her zamanki kaotik yaya ve araç trafiği akmaya devam ediyor. Şehrin güneyinde Harbiye yolunda valiliğin taşındığı okul binası ve onun hemen gerisinde Asi’nin batısında kalan Akdeniz Mahallesi (ne hikmetse çoğu binanın ayakta olduğu bu mahalle de Rezerv Alan içine alınmış) de canlanma belirtileri gösteriyor. Ancak dağ eteğindeki tarihi merkez ile Asi’nin batısında kalan kısım ıssız bir savaş alanı gibi. Buralardaki tek yaşam belirtisi hız limitlerini zorlayan moloz kamyonları, moloz tepelerinin üzerine çıkmış ve dev pençesi ile moloz ayıklayan vinçler, artık izleri neredeyse kaybolmuş yollardan geçen araçlar.

Ve hayaller.

Bu manzaranın içinde yol boyunca göreceğiniz ilan panolarına mutlaka değinilmeli. Çünkü hayaller sadece orada ve yazılı bir taahhüde bağlanmamış yetkili ve bürokrat toplantılarında mevcut. Depremden önce şehrin önemli caddelerinden biri olan Atatürk Caddesi’nin iki yanı resmi kurumların ilan panoları ile çevrelenmiş. Gerçekliğin can yakıcı manzarasını perdeleyen bu panolarda da hayaller var. Nereye ait olduğu belirsiz bazı şehir parçalarına ait mimari görselleştirme işleri panolarda duyurularla birlikte sergileniyor. Asi tarafında eski Antakya Oteli’nin bulunduğu konuma yakın bir yerde dev bir temel kazısı açılmış, uzaktan bakıldığında zemin ıslahı için çalışmalar da başlamış görünüyor ama ne aşamada olduğu belirsiz. Yoğun bir inşaat faaliyetinin başladığına dair bir işaret yok. Tıpkı Uzun Çarşı’nın Asi tarafındaki girişinde atılmış temeller gibi, bir şantiye hazırlığı olduğu anlaşılıyor ancak hangi vadede nasıl bir sonucun ortaya çıkacağı meçhul.

Ve yine gerçekler.

Antakya-İskenderun yolunda deprem öncesinden bile daha sıkışık bir trafik var. Merkezde oturanların önemli bir kısmı köylere, Arsuz gibi tatil beldelerine taşınmış olduğu için Hatay belki de tarihinin hiçbir zamanında olmadığı kadar bütünleşmiş durumda. Bir yanda da konteyner-kentler kendi içlerinde gettolaşma eğilimde.

Depremde hasar görmüş olan ticaret, küçük sanayi ve depolama tesislerinin çalışamaz hale gelmesi nedeniyle şehrin ticaret kapasitesi bölgesel ölçekte etkileri olan bir çöküş yaşamış. Yerelde aileden kalma bu işleri takip eden ve aynı zamanda şehrin tarihi dokusunun yaşatılması için önemli proje çalışmaları yürütmüş bir mimar olan Özgür Deniz Emir ihracata yönelik paketleme/sandıklama atölyelerinin gördükleri hasar, deprem nedeniyle yaşanan maddi kayıplar ve nüfus kaybı gibi nedenlerden ötürü büyük sorunlar yaşadıklarına işaret ediyor. Tarımda ve atölyede çalışacak işçi bulmak da hayli zor. Bu işyerlerinin depremin ardından özel desteklerle hızla işler hale getirilmesi gerekirken bu yönde herhangi bir girişim olmaması stratejik bir hata. Özgür Deniz Emir özel bir destekten yoksun kalan bu sektörün kapasitesinin düşmesi nedeniyle Samandağ’dan Antalya’ya kadar geniş bir bölgede narenciye ürünlerinin değerinin düştüğünü, bazı çiftçilerin mandalina veya limonu toplama zahmetine bile girişmediğini söylüyor. Ulusal yayın yapan kanalların haberlerinde Mersin’de, Tarsus’da isyan eden çiftçilere rastlamış olabilirsiniz. İşte o sorun da Hatay’daki depremle ile ilişkili.

Ve hayaller.

Harabeye dönmüş şehir manzaralarının içinden geçerken yerel siyasetçilerin reklam panolarıyla sıkça karşılaşıyorsunuz. Çoğunlukla orta yaşlı bir adamın takım elbiseli gülümseyen fotoğrafının altında “sevdamız Antakya” (veya Hatay, İskenderun, hedef neresi ise) benzeri kısa bir slogan yazılmış. Yanında da bir partinin logosu ve imza. Reklam panoları hemen yanındaki korkunç manzara ile birlikte görüldüğünde kötü bir şakaya benziyor daha çok. Arkadaki manzarayı da kadraja alacak şekilde bu reklam panosunun fotoğrafını çekerek hiçbir zahmete girmeden kusursuz bir anti-propaganda içeriği üretmek mümkün.

Hayaller konusundaki erişim imkanlarımız bilgi tekeli nedeniyle kısıtlı ancak sahadaki gerçeklerin üzerini örtmek mümkün değil. Bu yazı yeterince fikir vermiyorsa Eylül ayı başındaki durumun geniş bir panoramasını sunan İmre Azem’in belgeseline (link) ve yıllarca Antakya’yı çalışmış olan akademisyen ve yazar Tuğçe Tezer’in yazısına (link) bakabilirsiniz.

Planlar ve Fiili Durum Arasındaki Uçurum

Antakya’da çevre yolunun sunduğu genel manzara planlama ile sahadaki fiili durum arasındaki uçurumun derinliğini belki bininci defa bize hatırlatıyor. Meslek ortamlarında, odaların yayınladığı bildirilerde plansızlık olarak tanımlanan bu durum belki de doğumundan itibaren bu disiplinin kaderiydi. Bir an durup düşünelim. Dünya üzerinde en baştan bütün plan kararlarının alındığı ve tam da planlandığı şekilde gelişen bir şehir var mıdır? İmalat planına göre inşa edilen bir üretim kampüsü veya fabrika değil de gerçek bir şehir ise söz konusu olan bu tür plan kararları baştan alınıp sonuna kadar uygulanabilir mi? Zor, hatta belki de imkânsız.

Bu sert önermeye itirazınız varsa İlhan Tekeli’nin yakınlarda İdeal Kent Yayınlarından çıkan “Açık Planlamaya Doğru” adlı kitabına bakabilirsiniz, kitap Ortak Akıl-Antakya Platformu’nun rehber metni olarak da okunabilir. Türkiye’de açılan ilk şehir bölge ve planlama fakültesinin ilk üç öğrencisinden biri ve planlama dendiğinde ülkede akla gelen ilk isimlerden biri olan İlhan Tekeli kitabın sunuş bölümünde hayranlık verici bir tevazu ile planlama alanındaki serüvenini anlatıyor ve bir bilanço çıkarıyor. Sadece Türkiye’ye has bir sorun olmasa da Türkiye’de şehirlerin en yakıcı şekilde yaşadığı sorunlardan biri plan kararları ile sahadaki fiili durum arasındaki kapatılması güç uçurum olmuştu. 1950 sonrası Türkiye’de şehirler olağanüstü bir ivmeyle büyümüşlerdi ama şehirlerin idari ve karar mekanizmaları da zamanında bu meydan okumaya karşı güçlü bir refleks sergileyememişti. Şehir bizim hiç öngörmediğimiz manzaralar sunarken gözlerimizi yumup sırtımızı dönmek veya sahada olup biteni mahkûm etmek yaygın bir tavırdı.

İlhan Tekeli hayat ile kitapta yazan uyuşmadığında kitabı bir yana bırakıp hayatın somut verilerini yeniden başka bir gözle düşünmekten çekinmeyen nadir bilim insanlarından biri. Hayatı veya fiili durumu mahkûm edip kitapta yazanı dua gibi tekrarlamak, meslek ideolojilerinin amentüleri ile konuşmak her zaman en kolayı olmuştur. Hayatın genel manzarasına bakıp verileri alçakgönüllülükle yeniden ele almak, sıfırdan başlamaya cesaret etmek ise zor olandır. İşte 1976 yılında İlhan Tekeli, Tarık Okyay ve Yiğit Gülöksüz tarafından yayınlanan “Dolmuşlu, Gecekondulu, İşportalı Şehir” adlı kitap neredeyse yarım asır sonra bile özgünlüğü ve can alıcı soruları ile hala orada duruyor. Mesela dolmuş sistemi bizim gibi mektepliler için kabul edilmesi güç bir fiili durumdu, organizasyonluğun açık bir işaretiydi. Öyle ki ortaya çıkıp yaygınlık kazanmasının üzerinden on yıllar geçtikten sonra ancak bir araştırmanın konusu olabildiler.

Yazarlar sahadaki verilere baktıklarında dolmuş sisteminin, evet, kamusal merkezi planlamanın ürettiği bir cevap olmadığını, ancak kendi içinde farklı toplumsal aktörlerin dahil oldukları bir müzakere içinde epey karmaşık bir örgütlenmeyi içerdiğini tespit ediyorlardı. İşin tuhafı kamunun sunduğu toplu taşıma hizmetinin 1970’lerdeki koşullar dikkate alındığında nasıl düzenlenirse düzenlensin dolmuş sistemini ortadan kaldıramayacağını net verilerle ortaya koymuşlardı. Sarsıcı tespitler içeren ve sahadan özveri ile toplanmış geniş bir veri toplamını ortaya koyan bu çalışmanın mutlaka okunması gereklidir. Yarım asrı bulan onca macera ve hüsranın ardından bugün okunduğunda kitabın sunduğu bütüncül manzara tam da bugünün yakıcı konjonktürü içinde bana şu somut sonuçları telkin ediyor:

1. Şehir öncelikle yaşayan aktörlerin kendiliğinden örgütlenmesi (veya organizasyonu) sonucunda ortaya çıkar. Bize bazen organizasyonluk olarak görünen manzaralar ilk bakışta anlamakta zorlandığımız ancak önyargısız bir dikkatle incelendiğinde anlaşılır hale gelen son derece kompleks ve yaratıcılık potansiyeli yüksek çözümlerdir. Onların görünürde sundukları sefil manzaralar kaynak tahsisindeki sorunlar dikkate alındığında daha iyi anlaşılabilir.

2. Planlama sahadaki fiili örgütlenmelere belli seviyelerde esneklik ve uyumlu bir çerçeve sağladığı ölçüde yön verici ve başarılı olabilir. Plan fiili durumu tespit eden ve olası seçenekler için yön gösteren bir strateji belgesi olmalıdır.

Bir adım daha attığımda bazıları hayret edecek olsa da şu çıkarımları da yapmak mümkündür:

Türkiye’de çoğunlukla plan ve proje sahadaki fiili durumdan kopuk bir hayaldir. Sahada gerçekleşen fiili durumun mahkûm edilmesine neden olan ve aslında yaratıcılık potansiyeli son derece düşük, polisiye tedbirlerle uygulandığında da fiyasko ile sonuçlanma ihtimali yüksek merkezi bir kontrol sistemine bağlı tedbirler silsilesidir. Kaynakların büyük kısmını soğurur ve korkunç bir israfa neden olan verimsiz sonuçlar yaratır. Bu verimsizliğine rağmen zaten kısıtlı olan kaynakların büyük kısmı üzerinde tekel oluşturur. Kaynak tahsisinin büyük kısmına el koymasının pratik sonucu bağımsız aktörlerin yetersiz kaynak tahsisi nedeniyle organizasyon ve yaratıcılık kapasitesinin sakatlanmasıdır. Hüsranla biten her sonucun ardından en azından profesyonelleri ikna edecek pek çok mazeret hazırdır. İş görmeyen her makine için “şu noktayı da kontrol etseydik, şuraya da bir tıpa koysaydık bu makine çok iyi çalışırdı” denir. Ancak şehir gibi kompleks bir sistemin makine gibi çalışmayacağı bir türlü anlaşılmaz. Siyasi görüş ve ideolojik ayrımları aşan genel bir fikri sabittir bu bakış açısı. Avrupa ve Kuzey Amerika şehirlerinin cetvel nizamı, bazı sorunların dünyada sadece Türkiye’ye has olduğu sanısı, geçerliliği tartışmalı öznel estetik kanaatler ve daha sayısız söylemsel aparat bu fikri sabitin destekleri olarak kullanılır.

Bu tespitlerin ufku “Açık Planlamaya Doğru” başlıklı kitaptaki öneriyi de içerecek şekilde genişletilebilir gibi görünüyor.

Açıklamalar karmaşık ve teknik görünüyorsa bir de şu şekilde formüle etmeyi deneyelim. Basit bir soru: neden Türkiye’de planlar fiili durumdan bu kadar kopuk? Ya da somut bir örnek üzerinde gidersek: neden Antakya Uzun Çarşı’da temeli atılmış dükkanların kimden rıza alarak nasıl uygulanacağı belirsiz steril mimari görselleri ile çevre yolu kenarında çırpıştırılmış depremkondu künefeciler arasında tercih yapmaya zorlanıyoruz? Başka bir alternatifimiz yok mu? Plancıların, mimarların, uzmanların alternatif yol haritaları ve modeller ortaya koyması gerekmiyor mu?

Niyetim kesinlikle gecekondu veya dolmuş övgüsü yapmak değil. Bu modellerin sorunlarını günlük hayatımızdan biliyoruz. Peki son 300 yıldır düşük sermaye birikimi olan bir ülkede bürokrasinin kapasitesini çok aşan bir şehirleşme talebi olduğunda neden bu gelişmeye yön veren stratejik bir çerçeve sunma çabasına girmedik? Neden gecekondu ve dolmuş modelinin daha konforlu ve sorunsuz hale gelmesini sağlayacak öneriler üretmek yerine onları mahkûm ettik? Bu körlük nedeniyle gecekondunun çok daha büyük bir kangren hale gelen düşük nitelikli yapı stoğuna dönüşmesine neden engel olamadık? O zaman şimdi ne yapmamız gerekiyor? Mahalleleri ve semtleri rezerv alan ilan ederek tek seferde yıkıp yeniden yapmak, deprem korkusunu bir ikna sopası ve acil durum alarmı olarak kullanmak gibi seçenekler dışında önerimiz nedir? Orman niteliğini kaybetmiş alanlar, şehir içinde kalmış eski askeri alanlar ve eski tarım arazilerinde yeni şehirler inşa etmekle merkezdeki semtleri tek seferde yıkıp yerinde yeniden inşa etmek alternatifleri arasında gidip geliyoruz.

Antakya’ya dönersek, ufukta beliren gelişmeler düşünüldüğünde beklenti nedir?

Bugün Antakyalılar depremin neden olduğu korkunç hasar nedeniyle mahkûm edilmiş durumda. Ucuz ve Niteliksiz İnşaat (UNİ) adı verilen ve aslında bu ülkedeki bütün şehirlerin belası haline gelmiş bir bağımlılığı olduğu tespit edilmiş. Konuşmaya başlayan herkes kendisinin bu bağımlılıktan azade olduğunu düşünüyor olmalı, söylediklerinden bu anlaşılıyor ama halk adı verilen öznesi belirsiz bir grubun, hani şu ötelerdeki sıradan ve aklına estiği gibi davranan insanların UNİ bağımlısı olduğu kesin. UNİ bağımlılığı ile mücadele etmek için belki de bağımlıya haber vermeden ilaç tedavisine başlanması gerekiyor, çünkü o kendisi için neyin iyi ve doğru olduğunu bilemeyecek kadar UNİ bağımlısı. UNİ bağımlısı ilacı fark ettiğinde hareket edememesi için şimdi haberi olmadan sıkı deri kayışlarla yatağa bağlanmalı. Bu amaçla nizamnameler çıkarılmalı. İlaç da aslında pahalı ama onun için en iyisi bu, bu nedenle onun yerine onun sahip olabileceği kaynağı bu ilaca yatırmak lazım. Tedavi sürecinde UNİ bağımlısı bağırmaya başlarsa yüzüne yastıkla bastırabiliriz, böylece sesi de çıkmaz olur. Hareket kabiliyetini yitirse bile UNİ bağımlısını son derece nezih çözümlenmiş bir tasarım içine yerleştireceğimiz için onun hakkındaki en hayırlı çözüm bu. Eminiz.

Tekrar düşünelim. Emin miyiz?

Peki alternatif ne?

Plan yol haritasını ortaya koyan bir strateji belgesidir, bütün kararların yazılı olduğu bir kitap değil. Ulaşımdan üretim alanlarının yeniden işlerlik kazanmasına, tarımdan turizme, kültürel mirasın ihyasından yeni konut alanlarına, geçici barınma alanlarının dönüşümünden altyapıya kadar bütün konularda plan kararlarının tümünü vermek gerekmiyor. Alınabilecek kararların olabildiği kadar geniş bir zeminde alınması, henüz alınamayan kararların nasıl bir prosedüre göre ve nasıl bir takvimde alınacağını belirlemek mümkün.

Deprem bölgesinde yaşayan ve başka şehirlere geçici olarak göç etmek zorunda kalmış halk için anlaşılır ve gerçekleştirilebilir, tutarlı bir yol haritasını ortaya koyun.

Konutlardan değil altyapı, ulaşım ve kamusal alanlardan başlayın. Konut alanları ve ticari alanların canlandırılması işini o girişimi yaşatacak, hayallerini, zamanını ve enerjisini bu alanda kullanmaya hazır insanlara bırakın. Bölge insanların o girişimi yapacak ve yaşatacak kadar güçlendirilmesini sağlayın. Onlara içinde hareket edebilecekleri bir çerçeve, organizasyon imkanları, uzman desteği, somut kriterler ve finansman imkanları sunun.

Şehrin yeniden imarı için harcanacak kaynağın tahsisi kritik önemde bir konudur. Harcanacak kaynağı uygulamayı tek elde toplayacak merkezi bir kontrol sistemine tahsis etmek yerine olabildiği kadar bölün ve planlama kurumunun belirleyeceği somut kriterleri sağlayabilecek sahadaki organizasyonlara tahsis edin. Bu yöntem hem kaynakların çok daha verimli bir şekilde kullanılmasını hem de ilk aşamada öngörülemeyecek yaratıcı çözümlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bir konut bloğunun ısıtma sistemini tasarlarken merkezi kazan daha verimli bir çözüm olabilir ama yaşayan bir dokunun oluşumunu arzu ediyorsak kaynağın dağıtılması daha verimli olacaktır.

Topluma ve toplumun kendiliğinden örgütlenmesinin yaratıcı potansiyeline güvenin. Şehir hem mekanda hem de toplumsal ilişkilerde ifadesini bulan kompleks bir örgütlenme modelidir. Siyasal örgütlenme kapasitesi mekânsal örgütlenme ile birlikte örülecektir.

Mimarlar, mühendisler ve diğer katmanlarda uzmanlaşmış tasarımcı ve teknik uzmanlar girişimcilerin somut taleplerini sahada somut sonuçlara ulaştırabildikleri ölçüde bu sürece sağlıklı bir şekilde katkı koyacaklardır. Sahadaki gerçek aktörlerin talepleri mimari ve diğer katmanlara ilişkin tasarım çözümlerini önceler. Arabanın hareket edebilmesi için atın arabanın önünde olması gerekir, tersi değil.

Şehrin makro veya mikro ölçeklerinde kağıt üzerindeki mekânsal kararlara ilişkin tasarım spekülasyonları sonu gelmez ve hiçbir fayda üretmeyecek tartışmalara neden olur. John Habraken’in ünlü formülasyonunda belirtildiği gibi, her ölçeğin mekânsal kararını alt ölçeklerdeki katmanların esnekliğini sağlayacak şekilde almak en pratik bir çözümdür. Belli katmanlardaki süreklilik, mesela yol ağı, yaya erişimi, açık kamusal yeşil alanlar, sosyal donatıların prensip kararlarındaki süreklilik diğer katmanların esnekliğine engel olmaz. Daha alt ölçeklerdeki farklı katmanlara ait uygulama çeşitliliği varyasyon imkânı sunacaktır.

Katılım farklı fikirlerdeki geniş bir uzman kesiminin karar süreçlerinde konsensüs oluşturma süreci değildir. Büyük masalar etrafında toplanacak uzman ve tasarımcıların birbirleri ile çoğu zaman aynı zeminde asla buluşamayacak tercihleri olacaktır. Avlulu çeper bloklar mı daha verimlidir, yoksa ayrık nizam mı? Bu gibi konularda başlanacak bir tartışmanın sonu asla gelmez. Yanlış formüle edilmiş bir sorunun cevabı da olmaz. Somut sonuç ancak sahada test edilir. Katılım şehrin mekânda somut imkanları ile oyuncu olmaya karar veren, bu yatırımın olası risklerini yüklenmeyi göze almış aktörlerin sürece katılımı demektir, olası en geniş uzman kadronun karar süreçlerine katılımı değildir. Şehir farklı tipteki dokuları ya da birbirinden farklı mekânsal örüntüleri bünyesinde buluşturabilir. Kompleks organizasyon yapıları bu katmanlı süreçleri içerir ve katmanlı kompleks organizasyonlar uzmanların konsensüsü veya toplu projelendirme ile ortaya çıkmaz. Tasarlanmış bir kompleks sistem yoktur, komplekslik tanımı gereği kendiliğinden oluşmalıdır.

Evet, o malum deyişteki gibi, tekerleği yeniden icat etmiyoruz. İnsanlık tarihi boyunca binlerce yıldır yeryüzünün pek çok yerinde somut sonuçlarını gördüğümüz bir süreci tekrar ediyoruz. Seri üretim ve yakın bir dönemde hayatımıza girmiş olan üretim kapasitemizdeki olağanüstü artış toplumsal organizasyonların şehir dokusu üretme kabiliyetini köreltmiş görünüyor. Ancak binlerce yıllık geçmiş de orada duruyor. Bir kere daha yeni koşullar ve teknik imkanlarla bunu başarmak neden erişilmez bir hayal olsun?

Not: Açık Planlama önerisi ve Toplumun Kendiliğinden Örgütlenmesi fikrine dair bir fikir edinmek için platformun web sitesindeki şu yazılara bakılabilir.

Etiketler

Bir yanıt yazın