“Bir Farkımız Olduğuna İnandık”

"Buralarda Yenisiniz Galiba?" serisinin bu ayki konuğu SOTO'nun kurucuları Begüm Arslan ve Hatice Küstür ile genç ofislerin deneyimlerini ve iç mimarlık pratiğini konuştuk.

Sektördeki genç ofislerin deneyimlerini dinlediğimiz Buralarda Yenisiniz Galiba? söyleşilerinin odağında bu kez bir iç mimarlık ofisi var. SOTO, Bilkent mezunu iki genç iç mimar Begüm Arslan ve Hatice Küstür ortaklığında kuruldu. “Bir farkımız olduğuna inandık” diyerek gözü kara bir şekilde piyasaya atılan ekibin öne çıkan tarafları olarak mekanla bütünleşen sanatsal üretimleri veya projenin başlangıcından mekan fotoğraflarının kalitesine dek yaptıkları titiz çalışmalar sayılabilir. Artık iç mimarlığın dekorasyondan ziyade başlı başına bir disiplin olarak algılanmaya başlandığı ve öne çıktığı ancak rekabetin de giderek kızıştığı bugünlerde SOTO’yu kurup yollarına devam eden Begüm ve Hatice’nin deneyimlerini dinledik, ileriye yönelik hayallerini konuştuk.

Bahar Bayhan: Öncelikle biraz sizleri tanıyalım. Bu zamana kadar neler yaptınız?

Begüm Arslan: Ankaralıyım, Bilkent İç Mimarlık Bölümü’nden mezun oldum. Sonra hemen İstanbul’a geldim aslında, 5 ay kadar Yalın Tan/Jeyan Ülkü ofisinde çalıştım. Akabinde İtalya’ya Domus Academy’ye ürün tasarımı yüksek lisansı yapmak için gittim. Ürün tasarımı yüksek lisansı yapmamdaki amaç, iç mekânı tamamıyla ele almak ve ölçek küçüldüğü zamanki detayları görmekti. İtalya’dayken ve hala ara ara yabancı arkadaşlarımız; “siz kendinize neden Interior Architect diyorsunuz Interior Designer olmaktan farkı ne?” diye sorarlardı. Bize Bilkent’te İç Mimarlığı öğrettiler, ikisinin birbirinden farkını ise İtalya’da okuyunca gördüm. Orada tasarım odaklı ilerleniyor, daha konsept üstüne ve sunuma dayalı bir öğretim sistemi var. Bilkent’te aldığımız iç mimarlık eğitimiyle karşılaştırınca İtalya sonrası benim için bu fark daha da netleşti. Daha sonra İstanbul’a geri döndüm, zaten Yalın Tan/Jeyan Ülkü’de güzel bir enerji tutturmuştuk, 4 sene kadar orada çalıştım. İlk tasarım projeleri ile başlayıp sonra uygulama, şantiye kontrolörlüğü gibi işin farklı aşamalarını gördüğüm bir süreç geçirdim. Dört sene sonunda İşten ayrılma kararı verdiğimde “acaba erken mi?” gibi endişelerim vardı. Ama sonra şunu düşündüm, aslında çoğu zaman hiçbir şey için doğru zaman denk gelmeyecek. Bu yüzden “Aklına bir şeyi koyduğun zaman en doğru zaman belki de” deyip Hatice’yle beraber SOTO’yu kurduk.

Hatice Küstür: Ben Antalya’da doğup büyüdüm. Sonra Bilkent Üniversitesi’ne girdim. Begüm’le zaten okuldan tanışıyoruz. Okul bittikten sonra ben de İstanbul’a geldim, bir aydınlatma tasarımı ofisinde çalışmaya başladım. Biraz daha deneyimle beraber sektörün farklı yönlerini tanımak istedim. Aydınlatma tasarımından sonra reklam ajansı deneyimim oldu; görsel, reklam farklı disiplinleri keşfedip, mimarlığa katabilmemi sağladı. Daha sonra restorasyon projeleri yapan bir mimarlık ofisinde çalıştım, orada 2-3 senem geçti. Sonrasında ev projelerine atladım. Bu sayede aslında farklı alanlarda uzmanlaşmış ofisleri deneyimleme şansım oldu. Ve sonrasında Begüm’le beraber SOTO’yu kurduk.

“Acılı yoldan geçtik çünkü genç yaşta kurduk ama her proje yeni bir şey öğretiyor”

Peki, SOTO’yu kurarken amacınız neydi? Açarken ne vardı kafanızda, nasıl endişeleriniz vardı, neler düşündünüz?

Begüm: Biz kendimize güveniyorduk aslında. Bir farkımız olduğuna inandık. “O farkı nasıl ortaya çıkarabiliriz?” diye düşündük. Zaten SOTO’yu kurmadan önce bizim üniversitede başlayan diyaloğumuz ilk proje ortaklıklarıyla sonra da sosyal hayatta sıkı bir dostluk şeklinde ilerledi, birbirimizin en yakın arkadaşıyız aynı zamanda. Hatice’yle benim çoğu konuda ortak fikrimiz yoktur ve tartışırız. Birisinin içine sinmeyen bir şeye diğeri “hayır” veya “tamam ne yaparsan yap” demez, bir uzlaşmaya varırız. O noktada da bu diyalektik fikirlerle, “bu olabilir, bu açıdan baktın mı, bunu yaptın mı” derken başka bir yere taşıdığımıza inanıyoruz işi. Projelere böyle yaklaşıyoruz. Bir de ikimiz de bu zamana kadar hiç durmadık, yarım dönem boş vaktimiz yok. Farklı disiplinleri görmemiz önemli. Mesela iç mimarlık stüdyolarında -benimki İstanbul ölçeğinde nispeten büyük bir iç mimarlık firmasıydı- sirkülasyon çok fazla, çok fazla insan girip çıkıyor, her insandan bir şey kapıyorsun. O noktada senin görüşün iyice oturmaya başlıyor aslında. Biz ofisi açarken de aslında şunu düşündük: “Evet biz bir şey yapacağız, ortaya çıkardığımız şey insanları karşılıklı mutlu eden, doğru sonuçlar elde eden bir şeyse bundan para da kazanırsak ne mutlu bize”. Ama işin ticari boyutu konusunda çok da iyi olmadığımızı söyleyebiliriz. İşten çıkarken bana patronlarım şöyle bir şey demişti, “sen şu an zorlu yolu çekiyorsun, burnun sürte sürte öğreneceksin”. Gerçekten biraz öyle oluyor, acılı yoldan geçtik çünkü genç yaşta kurduk ama her proje yeni bir şey öğretiyor. Piyasada yeni iş kuranların burnu sürte sürte öğrendiği işin o ticaret boyutunu öğrenmeye başlıyoruz her projeyle. Projelerle pişiyoruz açıkçası.

Hatice: Bir yandan da şu var, biz projeye sadece iç mimari proje olarak bakmıyoruz, onun içinde ürün de tasarlıyoruz, enstalasyon da yapıyoruz, yeri geldiğinde başka sanatçılarla çalışıp ortak bir fikir, ürün çıkartıyoruz. Biz birbirimizden farklıyız ve durumlara karşı bakış açılarımız da aslında farklı. Yaptığımız işleri de farklı kılma adına alışılagelmişin diğer tarafından bakmaya çalışıyoruz, üçüncü bir göz gibi.


Bomonti’de yer alan SOTO ofisinin tasarımı da kendilerine ait


SOTO ofisi


SOTO ofisi

Peki, tasarımlarınızda öne çıkardığınız şey ne oluyor? Birbirinizi bütünleyen bir tarzınız olduğunu görüyorum.

Begüm: İkimizin de eğitiminin temeli güzel sanatlara dayanıyor. İlk başlarda temel bilgi olarak öğrendiklerimizi sonrasında kendi ilgilerimiz doğrultusunda genişlettik. Sanatın biraz daha dahil olduğu her iş bize heyecan veriyor. Bununla ilgili de aklımızda projeler var. İstiyoruz ki yaptığımız işlerde bu tarz nüanslar iç mekânla bütünleşsin. Hedefimiz bu. Mesela projelerden örnek vererek gideyim. İkinci projemiz, Çelebi Yalısı’nda, biraz şanslıydık çünkü bütçe odaklı ilerlemiyorduk.İlk defa müşterimizle beraber o mekana uygun sanat nesneleri seçtik.


Çelebi Yalısı

Being Çözüm’ü ele alırsak, orada duvarlarda yaptığımız eller enstalasyonu var. Ahşap silindirler, ızgara sistemi içinde bir düzen oluştururken eller ritme dahil oluyor.


Being Çözüm

Pizza Il Forno’daki stensiller ise bir tasarımcı arkadaşımız tarafından kanvas üzerine çok katmanlı olarak uygulandı. Bunlar bugüne kadar yaptıklarımızdan birkaçı. Yeri geldiğinde azalıp çoğalarak bunları her projeye dahil etmek niyetindeyiz.


Pizza II Forno

Biraz üretim sürecinizi anlatsanıza? Nasıl bir yol izliyorsunuz?

Begüm: Önce müşteriyi ele alıyoruz, ne istiyorlar onu çok iyi anlamaya çalışıyoruz. Müşterinin ne istediğini dinlemek çok önemli, sanatçı gibi yaklaşmak da çok doğru değil belki. Sana “gel buraya bir resim yap” demiyor, bir istekleri var ve o isteklerini karşılayarak kullanışlı ve güzel bir mekân sunabilmek lazım.

Hatice: Evet, bir de yaşam alanına müdahale ediyorsun. Ev projesi, ofis projesi hepsinde yaşam alanına müdahale ediyorsun. Bu yüzden çok iyi dinlemek gerekiyor. Çok iyi bir brief alman lazım ki sen ona çok konforlu, bir yandan da çok güzel -güzel kelimesini tırnak içinde kullanıyorum, estetik olarak güzelden bahsediyorum- olanı sunmak zorundasın.

Begüm: Müşteriyi dinledikten sonra çalışmalara başlıyoruz. Biz bilgisayarda başlamıyoruz çalışmaya, paftalarca çıktılar alıp T cetvelimiz, gönyemiz ile karşılıklı masaya oturup beyin fırtınası yapıyoruz öncelikli olarak. Bütün tasarımlarda beraber yola çıkıyoruz, görev dağılımımız farklı ama ilk baştaki tasarım aşamasında hep beraberiz. Zaten o süreç biraz sancılı oluyor çünkü uzlaşmak zor. Tasarım bazen çok kısa sürede bazen çok uzun sürede ortaya çıkıyor. Masa başında genel hatlarıyla çiziyoruz. Zaten müşteriyi dinlerken bizim kafamızda bir şeyler oluşmaya başlıyor. Sonra sektörde neler yapılmış diye fikir ve görsel araştırma sürecimiz başlıyor.

Hatice: O görselleri ve ilk fikirleri barındırdığımız bir sunum yapıyoruz, müşteriyle aynı dilde miyiz, o bizim kafamızdakine nasıl cevap veriyor öğrenmek için. Bu özel bir sunum bence. İşveren teknik bir şey görmüyor, sadece bir plan görüyor, onun yanına görsel iletişim kurabileceğimiz, onun zevkini anlayabileceğimiz, kafasındakileri ortaya çıkarabileceğimiz bir kolaj hazırlıyoruz. Sonrasında ise 3 boyutla beraber bütün mekân ortaya çıkıyor, bu da asıl tasarım sunumumuz oluyor. Devamında uygulama çizimleri ve şantiye süreci başlıyor.

“‘Yaparsınız size de portfolyo olur, şu fiyata yapıverin ne olacak ki’ yaklaşımı en büyük sıkıntı”

Peki, “burun sürtme” meselesine gelirsek eğer… Bugüne kadar nasıl işveren deneyimleri edindiniz?

Begüm: Öncelikle bizim yaklaşımımızdan sebep, öngördüğümüz süreler çok uzayabiliyor ve maddi anlamda zorlayabiliyor. Aslında kısıtlıyorduk ama buna riayet etmiyor her iki taraf da. Bunun artık biraz daha keskin olmasına karar verdik bundan sonraki projelerde. Birazcık onu öğrenmeye çalışıyoruz.

Hatice: Her işe biraz kısıtlama getirmek gerekiyor; hem süreç, hem insanlarla iletişimi dengelemek için… Yoksa zaman uzuyor.

Begüm: Şu da var, genç yaşta stüdyo açmanın artılarını yaşadık ama çoğunlukla eksilerini yaşıyoruz. Şundan sıkıldık mesela, “yaparsınız size de portfolyo olur, şu fiyata yapıverin ne olacak ki”. Bu bence en büyük sıkıntı ve kırmaya çalıştığımız şey. Bunu gerçekten zamanla öğreniyoruz. Bunu şöyle kırdık en azından, işler ortaya çıktıkça işlerimiz referans alınmayı başlandı. Ama başlangıçta genç bir stüdyo olarak bunu inşa etmek zordu diyebilirim.

Müşteri portföyünüzü nasıl genişletiyorsunuz? İş alma yöntemleriniz neler oldu?

Begüm: 6 yıldır İstanbul’da yaşıyoruz, burada bir çevremiz var. İlk önce yakın çevreden işler geldi açıkçası. Daha sonra işle ilgili kazandığımız bir çevre oldu. İşler ortaya çıktıkça sosyal medya, Arkitera gibi platformlar önem kazanıyor.

Hatice: Mesela Instagram’da bir detay fotoğrafından iş aldık (gülüşmeler).

Begüm: Sosyal medya çok kuvvetli. Onu doğru kullanabilmek önemli. Biz her ne kadar İstanbullu yerel bir firma gibi görünsek de kendimizi öyle hissetmiyoruz açıkçası. Artık hiçbir şey o kadar yerel değil. Çünkü sen bir iş yapıyorsan ve o iş küresel platformda değer görüyorsa zaten senin bu stüdyoyu Londra’da, Paris’te, New York’ta açmana gerek yok. İş eğer iyiyse ve kendini gösteriyorsa sen o ağa çok çabuk eklemlenebiliyorsun.

Daha yapamadık dediniz ama en çok yapmaktan zevk aldığınız, üzerinde çalışmayı sevdiğiniz işler neler?

Hatice: Aslında hepsi ayrı ayrı keyifli. Biz doku, renk ve malzemeleri farklı şekilde kullanmayı seven bir stüdyoyuz. Çelebi Yalısı bir ev projesiydi. Müşterimizin aile yadigârı antikaları vardı ve beraberce onları mekânda kullanmaya karar verdik. Aslında hikâye bir şekilde hazır ve biz onu kendi tarzımızca yorumluyoruz.

Begüm: Burada araya girmek istiyorum, Hatice vintage hiç sevmez (gülüşmeler).

Hatice: Evet vintage sevdiğimi söyleyemem, üstündeki nostaljiyi atıp değişik bir hale dönüşmediği sürece. Mesela bu projede antika sandalyeleri Hermes kumaşlarla kapladık, içeriye farklı bir his getirdi ve artık o eski sandalye olmaktan çıktı. Bunun yanı sıra üretim süreçlerinde de; usta seçimlerimizde biraz daha zanaata yakın, daha detay işçiliği yapan ustalarla çalışmayi tercih ediyoruz. Örneğin, o projede bir usta bulduk yerine gittik, kalıp çıkardı, yerinde döküldü. Biraz daha deneyseldi.


Çelebi Yalısı

Being Çözüm projesinde ise duvarda bir enstalasyon yapıldı ve ikimizde uygulama sürecine dahil olduk. Yani biraz daha deneysel ve ellerimizle bir şey yaptığımız projeler bize daha çok keyif veriyor. Ama hepsi öyle. Projeleri birbirinden ayıramıyorum ama itiraf ediyorum Being Çözüm projesini çok seviyorum (gülüşmeler).


Being Çözüm

“Eskiden ‘iç mimara gerek yok, mimar iç mimarın işini yapar’ yaklaşımı hakimdi ama kesinlikle İstanbul’da o yargı kırıldı.”

Begüm biraz önce interior designer ile interior architect arasındaki farka dikkat çekti. Siz bu konuda nasıl bir denge kurdunuz?

Begüm: Öncelikle biz teknik bir eğitimden geliyoruz. İnşaat detayları, teknik çizim, elle perspektif çizmeyi öğreniyoruz. Eğitim seni artık çok fazla şekillendirmeye başlıyor. Milano’ya gittiğimde daha kavramsal ilerlediklerini gördüm. Bütün temel teknik bilgileri öğreniyorlar tabii ama mesela ben hatırlıyorum 2. veya 3. sınıfta 10 santim döşeme kalınlığı çizdik diye hoca bizi kovalardı. Bir de interior architect olayı buradaki çalışma biçimimizden de geliyor. Singapur’da bir iş görüşmesine girme şansım olmuştu. Görüşmede “senin güçlü olduğun taraf ne?” diye sordular, ben de tasarım olarak yanıtladım ama proje detaylandırmasında yer alabileceğimi söyledim. Sonra onlar “bizim detaylar çizecek ayrı bir teknik ekibimiz var, buna gerek yok” şekilde yanıtladılar. Burada da var; tasarım ekibi uygulama ekibi hepsi ayrışıyor ama belki bu ayrışmalar o kadar keskin değil, sen her iki ekibe de bir şekilde müdahil oluyorsun. Bir yandan işin uygulamasına hakim olmak özgüven de getiriyor. Bizim ekibimiz iki kişiyle başlayabildiyse bu bundan dolayı. Meslek, ülkelere göre çok fazla değişkenlik gösterebiliyor. Mesela Almanya’dan çıkan mimarlar da mimar-mühendis olarak çıkıyorlar. Yani kısacası interior architect ve designer farkı biraz eğitimle ve sonradan mesleki hayatın üzerine koyduklarıyla alakalı bence.

Günümüzde mimarlık sektöründe iç mimarlığın yerini nasıl görüyorsunuz?

Begüm: Bence gelişme kaydediyor. Eskiden “iç mimara gerek yok, mimar iç mimarın işini yapar” yaklaşımı hakimdi ama kesinlikle İstanbul’da o yargı kırıldı. Bize gelen müşteriler şu şekilde geliyor: “Bizim bir iç mimara ihtiyacımız var.” Tabi bazı mimari ofisler gerçekten o hizmeti de çok iyi şekilde veriyor, Erginoğlu Çalışlar mesela.

Hatice: Bir yandan da artık dünyada markalaşmanın yükseldiği bir dönemdeyiz, markalar artık daha çok kimliğe, nasıl göründüğüne ve yeniliğe önem veriyor. Bir marka iç mimarisini 5 sene sonra tekrar yenilemeye giriyor, tekrar bir iç mimara ihtiyacı var çünkü trend değişiyor, moda değişiyor, bu yüzden sürekli yakalamak zorundasın dünyada neler oluyorsa. Yeni malzeme çıkıyor, insanların alışkanlıkları değişiyor; yemek yapmıyorsun mesela mutfak formları fonksiyonlara göre hareket etmeye başlıyor.

Mimarlarla işbirliği yapma şansınız oldu mu?

Begüm: Henüz olmadı ama Ahmet Alataş’ın Zekeriyaköy’deki Sarmaşık Evlerinden birinin iç mimarisi bize ait.

Hatice: O projede mesela, Ahmet Alataş’ın mimari diline saygı duyarak ilerledik.

Begüm: Tabii o dile tezat giderek de güzel işler ortaya çıkabilir ama ruhu olan binalar varsa o binayı mahvetmemek hedefimiz. Mesela İstanbul’un tarihi bir yapısının tuğla duvarın önünü kapatmayacağım ya da o güzelim tavan zanaatlarını kapatıp asma tavan yapmayacağım aşikâr. Yani içine girdiğimizde takdir ettiğimiz yapıların ruhuna saygı duyarak o işe başlıyoruz.

“Hiçbir işin aynı şekilde sunulmaması taraftarıyız.”

İşlerini beğendiğiniz, takip ettiğiniz ofisler var mı?

Begüm: Londra’da Studio Toogood var, onu beğenerek takip ediyoruz. Tasarımcısı Faye Toogood önderliğinde kurulmuş bir stüdyo hatta rol modelimiz diyebiliriz.

Hatice: First Office var. Kaliforniyalı bir stüdyo. Onların projelere karşı ürettikleri fikirler ve bazı sanat eserlerinden ilham alıp konsepti bu yönde ilerletmelerini farklı buluyoruz.

Begüm: Türkiye çapında bakarsak Autoban yadsınamaz bir gerçek. Küreselleşmiş, baya saygı duymakla beraber bence bu işi Türkiye’de belli bir noktaya taşımış bir ofis. Bir de açıldığı alan çok önemli, hoşumuza giderek seyrediyoruz. Yurtdışından yine Dimore Studio var, işlerini beğendiğimiz. Renkleri ve dokuları çok iyi kullanıyorlar. Malzeme, renk ve doku kullanımları çok iyi.

Hatice: Sunum teknikleri çok başarılı. Fotoğraflarında oradaymış hissi yaratmaları…

Begüm: Bu noktada kendimizden de bahsedebiliriz. Biz hiçbir işin aynı şekilde sunulmaması taraftarıyız. Bu saydığımız stüdyolar bu şekilde ilerliyorlar. Biz de durmak istediğimiz noktanın biraz böyle bir yer olduğuna karar verdik. Being Çözüm daha steril, renklerin daha canlı olduğu bir ortam ama Çelebi Yalısı biraz daha dokulu ve tropik bir yer. Bu iki yeri tarif ederken de sunumda o dilin farklılaşması lazım. Mesela bahsettiğimiz stüdyoların proje fotoğraflarını internet sitelerine koymalarının bile dili farklı, çünkü her projenin konsepti farklı. Biz de o yolda ilerliyoruz diyebilirim.

Fotoğraflarınızda özel olarak çalıştığınız biri var mı?

Begüm: Şu ana kadar Burak Erdener, Murat Akay ve Volga Yıldız ile çalıştık. Being Çözüm’de TBWA’in kendi fotoğrafçısı çekti. Post prodüksiyon için ise genelde Andy Lipe ile çalışıyoruz.

İleriye yönelik neler düşünüyorsunuz? Büyümeyi planlıyor musunuz?

Begüm: Tabii ki planlarımız arasında büyümek ve SOTO’yu küresel platformda tanıtmak var diyebilirim.

Etiketler

Bir yanıt yazın