“Kendinize Daldığınız, Gittiğiniz, Nefes Aldığınız, Sessiz…”

Aslıhan Demirtaş ile SALT Beyoğlu’nda kullanıma açılan Kış Bahçesi’nde, toprak zeminin sessizliğinde buluştuk. Kış Bahçesi'nin ve Misafir Sanatçı Ofisleri'nin ardındaki tasarım fikirleri üzerine konuştuk.

Fotoğraflar: Ali Taptık, ONAGÖRE

Aslıhan Demirtaş, Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Mimarlık Bölümü’nde lisans, Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de yüksek lisans derecelerini aldı. Ulusal ve uluslararası projeler ve işler üreten ofis pratiğinin yanısıra Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak görev alıyor. Ayrıca Ali Cindoruk ile kurdukları, ismini “belirsiz, tarifsiz” anlamına gelen Yunanca sözcükten alan KHORA pratiği kapsamında, disiplinlerin ve alanların sınırlarını sorgulayan projelerine devam ediyor.

Söyleşiyi gerçekleştirdiğimiz bahçe 2011 yılında Fritz Haeg tarafından Yenilebilir Mülk olarak kurgulanmış. Geçtiğimiz sene SALT Beyoğlu’nda gerçekleştirilen mekânsal düzenlemeler kapsamında hem bahçe hem 4. katta misafir araştırmacılara ayrılan bölüm KHORA tarafından yeniden tasarlanmış. Beyoğlu’nun ortasında huzur verebilen SALT Kış Bahçesi’ni Pazartesi hariç her gün 12:00’den sonra ziyaret edebilirsiniz. Söyleşi için buyrunuz:

Burcu Bilgiç: SALT Beyoğlu geçtiğimiz sene kapalı kaldığı sırada binada yenileme çalışması yapıldı. Şimdi üzerine basmakta olduğumuz zemin ve bizi kuşatan mekan da “Kış Bahçesi”ne dönüştü. Bina yenilenmeden önce nasıl kullanılıyordu burası, Kış Bahçesi projesi nasıl başladı?

Aslıhan Demirtaş: Bu mekanda Fritz Haeg’in yenilebilir bitkiler yetiştirmek üzere kurgulanmış “Yenilebilir Mülk (Edible Estates)” adlı projesinin kapsamında bitki tarhlarının ve oturma alanlarının olduğu, kent tarımı ve bu pratiğin teşvik ettiği yakınlaşmalar, paylaşımlar ekseninde oluşmuş bir mekândı. Bina yenilenirken bahçeyi taze bir nefesle hayal edilebilme imkanı doğdu. SALT Araştırma ve Programlar Direktörü Meriç Öner’in davetiyle bu mekanı tekrardan tartışmaya, bahçe ile aynı katta olan misafir araştırmacılara ayrılan mekanların da ele alındığı geniş kapsamlı bir çerçeveyi düşünmeye başladık. İstanbul gibi bir megapolde ve bu megapolün en yoğun mahallelerinden birinde bulunan bir yapının 4. katında bir bahçenin nasıl ve neden varolacağını sormakla başladık, bir bahçe yapmanın ne demeye geldiğini de. Toprağı, bahçenin bir önceki kullanımının da temel aldığı bir ‘yetiştirme-gıda üretimi-beslenme’ mecrası olmaktan çıkarmayı, merkeze insanı değil–insanın toprakla ilişkisini veya insanın topraktan nasıl faydalandığını değil, toprağın ta kendisini yerleştirmeyi istedik. Toprağı kendi varlığıyla var olan bir ‘şey’ olarak telaffuz edince şu anda üzerinde durduğumuz bu büyük zemin ve zeminin etrafını çerçeveleyen alçak duvarlar ortaya çıktı. Toprak zeminin periferisinde, kentle toprak arasındaki eşikte bitkileri konumlandırdık–ki bu bitkiler zaman içerisinde çevre dokuyu kapatan yemyeşil bir duvara dönüşecek.


Mekanı klimalandırmamışsınız, içeriye oranla buranın sıcaklığı ve atmosferinin farklı olduğunu söyleyebilirim. Bunun tüm projenin altında yatan fikirle doğrudan bağlatılı olduğunu tahmin ediyorum.

Mekanın merkezinde toprak olsun, yani dünya olsun deyip klimalandırsaydık kendimizle çelişirdik. Klima, mekan ısısını insan konfor alanı dahilinde koşullandırır. Bu mekanda öncelik bitkiler ve toprakta, bu arkadaşlar (bahçedeki bitkileri işaret ediyor) gayet rahatlar şu an içinde bulunduğumuz koşulda. Önceliği ve önemi kendi türümüze biçmediğimiz bir denklemde “birlikte nasıl var olabiliriz?” sorusunun mütevazi bir tatbikatı bu mekan. Birlikte var olabilmek derken, hiyerarşik yapıda üstün bir yerden bakmaktan feragat ederek eşitlikten, taviz ve müzakereden bahsediyorum. Isı, konfor ve çevre koşulları gibi parametreleri insana göre oluşturmak yerine rahatı ve konforu başka başka aralıklarda ve tahayyüllerde aramayı, kendi türünün dışındaki türlerle bir arada ve eşitlikle var olabilmenin adalet ve huzurunda tanımlamaya başlamak gibi bir temennimiz var. O yüzden Kış Bahçesi klimalandırılmıyor yaz sıcağında. Camları açınca rüzgar da arı da böcek de mekanda ikamet edebiliyor. Makinalarla üretilen ve mevsimleri ortadan kaldıran bir hava koşullandırmasının hakim olduğu bir mekanda bitkilerin yaşayıp büyümesinin imkansızlığının idrakı karşısında rahat etmeye kendimizi alıştırmamız pek ala mümkün.


Belki süreç üzerine konuşabiliriz. Çok miktarda toprağı buraya yığıyorsunuz. Sizin için de apayrı bir öğrenme süreci. Ondan biraz bahsedebilir misin?

 Toprakla, mümkün olan en katkısız ve işlenmemiş halde karşılaşmak ve karşılaşmalar sağlayabilmek önemli bir kriterimizdi. Tuğla da bir cins killi toprak kullanımı–bir fabrikada kalıp ve pişirme süreçlerinden geçtikten sonra tuğla bir modül olarak ortaya çıkıyor. Bu projede ana birim toprağın ta kendisi. Teknolojik müdahaleyi ve endüstriyel altyapı gereksinimini minimumda tutarak, dayanıklı ve kamusal alanın getirdiği yüksek trafiği karşılayabilecek bir yapıyı sağlayabilmek önemli. Bu sebeple sıkıştırılmış toprak tekniğini kullandık; kalıp içerisine yığılan toprak karışımının elle tokmaklanarak sıkıştırılmasından ibaret olan ve Neolitik çağdan beri kullanılan bir yapı yapma pratiği. Toprak, İstanbul Kemerburgaz’dan geldi, kireç, kum ve mıcır ile yerinde harmanlandı. Takiben karışımlar denendi. Bu dört malzemeyi 8-9 cins farklı oranda karıştırdık. En sonunda 7 numarada karar kıldık.

Tabii ki ben bu projede yalnız değildim, projede farklı iş birlikleri yaptık. Toprak sıkıştırma işinde Can Cumalı ve Nilgün Özgür muazzam bir azim ve özveriyle çalıştılar. Toprak yapıyla olan tecrübeleri dolayısıyla bu dört elemanın hangi oranda karıştırılacağına dair bir içgüdüye sahiptik ancak toprak ile çalışırken sabit tecrübeyi yerelin özelliklerine göre kalibre etmek gerekiyor. Sadece İstanbul’u düşünürsek bile, farklı yerlerden çıkan topraktaki kil oranı değişken. Toprak tahlillerin eksik olduğu bu ortamda alternatif karışımları deneyerek ilerledik. Malzeme yani toprak, formülü ve miktarı kendi belirledi. Üzerinde oturduğumuz bu zemin ve alçak duvarlar sıkıştırılmış toprak ve beton veya taş kadar gibi dirayetli. Bir anlamda sedimanter taş yaptık, hızlandırılmış bir süreçte–dünyanın yavaş yavaş sıkıştırdığı taşı 10 haftada oluşturmuş olduk–bundan modernist bir böbürlenme değil, sürecin sonunda keşfettiğimiz bir aydınlanma olarak bahsediyorum. Dünya vaktine göre hızlı, insan vaktine göre yavaş bir süreçti–yavaş ve yüksek emekli. Alışkın olduğumuz, “çok ve hızlı” dayatması olan piyasa üretim süreç parametrelerinin tersine gittik. SALT, bahsettiğim zor, emek ağırlıklı ve yavaş inşa sürecini mümkün kıldı ve destekledi. Olağan bir kentli takvimi ve mekan üretim yöntemi yerine malzemenin–toprağın, kendi takvim ve üretim sürecini diretmesine zemin yarattıkları için ve şehrin en kesif tezahür ettiği yerde, şehir-dışının bir olasılığını beraber deneyebildiğimiz için tekrar tekrar teşekkür ederim.

İnşaat sektörüyle elele çalışan mimarlık pratiğinde hızlı, kolay ve ucuz rağbet gören sıfatlar. Bu sıfatların tercih edilir olması dünyayla, gezegenle ilişkimizi yönetiyor. Bir malzeme erişilebilir, kolay elde edilebilir, hızlı işlenebilir kılındığında tüketiminin hızı ve miktarı artıyor. Doğada yüzlerce veya binlerce yıllık zaman dilimleri içerisinde oluşmuş,’kaynak’ ve ‘malzeme’ kelimeleriyle bugüne tercüme edilmiş ‘şey’ler (taş, mineral, su, ağaç vs) hızla ve büyük ölçekte kazılıp, kesilip, işlenip kullanılabiliniyor. Bu noktada şu soru elzem: “Uzun zaman dilimlerinde oluşmuş varlıkları fütursuzca kullanma hakkını ve cüretini nasıl buluyoruz?” Sürecin sorgulattığı sorulardan belki en güzeli biri bu oldu. Kolaylaştırıcı araç kullanmadan, birebir ve dürüst bir fiziksellikle, bitmiş bir yüzey, bir duvar ortaya çıkarmak hayli zahmetli. Bir tür olarak insan, gıda zincirinin en tepesinde oturuyor yani dünyayı domine ediyor. Bunun sebebi fiziksel olarak en güçlü yaratık olmamız değil, alet/araç kullanmayı keşfedebilmiş olmamız. Kış Bahçesi’nde “mümkün olan en dürüst ilişki ile toprakla çalışmak nasıl olur?” sorumuzu “zor, yavaş ama derinlikli” diye cevapladık. (Gülüşmeler) Tevazuya yönlendiren, bizim dilimiz konuşmayanların iletişim yollarını öğrenmeye teşvik eden bir yapım biçimi oldu.

30 ton topraktan zemin ve duvarlar oluştuktan sonra da bitkileri getirdiniz.

Zemin ve duvarlar 30 ton ağırlığında! Şöyle ilginç bir veri var: İnsan türü dünya üzerinde yaşayan canlıların sadece %0.01’ini oluştururken, %82’si ezici bir çoklukla bitkilerden oluşuyor. Dünyada yaşayan canlıların %86’sı da toprak üzerinde yaşıyor. Kış Bahçesi toprak ve bitkilerle mütevazi bir dünya temsilini de ima ediyor. Toprağın kendi başına, bir fayda sunma zorunda bırakılmadan var olduğu zemini ise “ortak zemin” ve “topraklama mekanı” betimlemelerini kullanarak tasarladık.

Toprak ortak zemin olarak düşünüldüğünde “müşterekler” kavramına da selam gönderiliyor gibi.

Elbette. Son zamanlarda ofiste tartıştığımız konulardan bir tanesi de “müşterek” kavramının ne olduğu. Müşterek, bir mülkiyet durumunun eksikliğindense dünyanın bir arada, birbirine bağımlı ve bağlı olarak yaşayabilmesi. İnsan elinin dönüştürdüğü ve değiştirdiği dünya bugün el değmemiş dünyadan çok çok fazla–jeolojik olarak bir başka çağa girdiğimizi savunacak kadar fazla. Bu konuyu merkeze alan Anthropocene tartışmalarından takip edersek, doğa dediğimiz halihazırda çok problemli kategorik tanımla bahsi geçen alanlar, canlılar, şeyler neredeyse hep insan müdahalesine uğramış, dönüşmüş. Düşündürücü yanı çok. Müşterek kavramı gezegeni de bir aktör, bir hissedar olarak almadıkça çok problemli.


Kullanıcıların mekana nasıl yaklaşmasını hayal ediyorsun? Bu mekan nasıl tecrübe edilsin istiyorsun mesela?

Kullanımı empoze etmek istemem, haddime değil. Kullanıcıların burada nasıl var olmak istediklerini kendi kendine keşfetmesi en doğrusu. SALT’ın da tercih ettiği bir yöntemi, kullanım şeklini diretmek yerine kullanıcıların kendi yolunu bulması ve kendi kullanma şekliyle tecrübe etmesi. Kullanıcı olarak kendimi düşünürsem, durmak isterim. Sürekli hareket halinde, iş yapıyor, işe yarıyor, üretiyoruz. Uyuduğumuz vaktin haricinde hep bir fonksiyon gösteriyoruz. Bu mekan sadece var olabildiğiniz bir yer. Kendinize daldığınız, gittiğiniz, nefes aldığınız, sessiz… Sükunet içinde, toprak üzerinde, bitkilerle bitişik, topraklanabilir, ve durabilirsiniz. “Gündelik hayat içerisinde yaptığınız ve yapmak mesuliyetinde olduğunuz her şeyin dışında ve bir program diretmeyen bir yer” olarak tasvir edebilirim.


Kış bahçesinin duvarında bir ipucu gibi gözüken ve içerideki ofis kısmında devam eden rölyeflerden bahsetmek istiyorum biraz. Oradan da atölye bölümünün yeni tasarımı üzerine biraz konuşabiliriz belki. Rölyefler çok ilgimi çekti, çünkü buranın toprak ve masif halinin içinde farklı bir söz gibi geldi ilk bakışta. Siz nasıl adlandırıyorsunuz rölyefleri kendi aranızda?

Biz floral veya phyllotaxis (bir tür yaprak diziliş sistemi) motifler diyoruz. Rölyef yerine de ornament, süs, bezeme. Modern mimarlıkta kaçınılan her türlü günah sözleri sarfediyoruz.

Ben günah olduğu için süs demek istemedim!

Bunu sorgulamak lazım: Modern öncesi dönemde yapılarda mutlaka bir doğa tasviri, referansı var. Yapılarda yerinden ettikleri doğa parçasına bir şekilde kendi bedenlerinde atıflar bulunuyor. Antik Yunan’da Korint kolonları üzerindeki akantus yapraklarına kadar giden bir gelenek. İstanbul’da yürürken, hiç uzağa gitmeyelim, SALT Beyoğlu‘nun cephesine baktığınızda dahi, floral motifleri farkedebilirsiniz. Modernist dönemde “süsleme” olarak telaffuz edilerek indirgenmiş, altında yatan teorisi ve pratiğiyle birlikte buharlaştırılmış bir gelenek olduğunu düşünüyorum. Bu konu üzerine de son zamanlarda bayağı yazılıp çiziliyor, bunu bir tek ben söylüyor ya da keşfediyor da değilim. Projelerimizde bu atfı çokça geri çağırıyoruz. Elimiz o konuda korkak değil, tereddütümüz de yok.

Onu girişte fark ettim.

Elimizi yapa yapa daha da güçlendireceğiz.


Duvardaki motifleri ilk gördüğümde şaşırdım ama atölye kısımlarında da devam ettiklerini görünce tutarlı olduklarını sezdim. Arka taraftaki atölye kısmında da bambaşka ama yine altı dolu bir durum var. Nasıl bir kullanım için tasarlandı atölyeler?

4. Katta, bahçenin devamında olan atölyeler kısmında, SALT’ın misafir araştırmacılarına ayrılı olan yarı kamusal bir mekan var. Misafir odaları her gelen araştırmacının kendine özgü çalışma biçimlerine müsaade edecek şekilde esnek bir sistemle tasarlandı. Bahçede görmeye başladığınız doğa atıfları koridorda, tavanda, çeşitli yüzeylerde belirerek ve odalarda artıp, her odada mutlaka kendini varyasyonlarla tekrar ederek devam ediyor. İçeride daha yoğun bir şekilde var bahçedekiler ipuçları. O motiflerin yanı sıra kurulmuş olan esnek sistem, Amerika’da Shakers’ın ürettiği bir takım iç mekan tasarımlarına göz kırpan duvarlarda asılı çubukların üzerine bir şeylerin asılma prensibine dayalı bir sistem. Masalar, sandalyeler, tabureler, kendi eşyalarınız, paltonuz, şemsiyeniz… Her şey asılabiliyor, zemin boşalabiliyor, asılanların yerleri değişebiliyor. Kitaplarınızı da asılmış raflara koyabiliyorsunuz. İsterseniz yere yastık koyun, oturun. Özellikle de mobilyaların kullanımında bu kez gündelik vernaküleri projeye dahil etmek istedik. İstanbul’da en çok sevdiğimiz yerlerden bir tanesi Tahtakale. Tahtakale’de dükkanı olan bir üretici ile tanıştık. Onlara da bu duvarlara asılabilen katlanan mobilyaları ürettirdik. Vernaküler olan, herkes tarafından kullanılan, gündelik kullanımda muazzam bir yayılım gösteren bu mobilyalara müelliflik iddiasıyla yaklaşmak yerine bir iki tane ufak tadilat talep ettik. Üretim sürecini değiştirmek, yeniden tasarlamak yerine “O süreçle birlikte nasıl akabiliriz?” dedik. Şu anda sandalyeleri artık Tahtakale’den alabiliyorsunuz, vernaküler hayatın içerisine anonim bir şekilde karıştı tadilatımız.


Atölye kısmını gezerken bir medrese benzetmesi yapmıştın, sadeliğe atıfla. O da hoşuma giden bir benzetme oldu.

Odaların tasarımı sadelik ve esneklik üzerine kurulu. Duvardaki motifler günün her saatine, yılın her mevsimine göre değişik ışık alıyor–zamanı zarif bir gösteren bir nevi saat. Gezdiğim çoğu medrese odalarında dik açılı plandan kubbeye geçerken mukarnas geometrisi kullanılıyor. Aynı malzeme, aynı renk ve sadeliğin içerisinde geçişlerde filigran hareketlilikler var–küçük hareketlerle senin de ‘asetik’ diye çok güzel tasvir ettiğin etki oluşuyor.

Odalardaki doğa atfıyla bahçedeki doğa atfı aslında üretim şeklimizi iki ayrı uca esnetiyor. Odalarda kullandığımız floral/phyllotaxis motifler için FABB (Burcu Biçer Saner ve Efe Gözen) ile bir işbirliği yaptık. İçerideki floral motifleri FABB’in bilgisi ve robot kolu ile ürettik. Motifler phyllotaxis geometrik prensibinin farklı varyasyonları ve o varyasyonların farklı fragmanlarından oluşuyor. Bitki dünyasından ve bitkilerin geometrisine dalıp çıkarılmış bir atıf. Üretimi tekerrüre dayalı. Uzun bir süredir çok fazla tekrara dayalı işler yaptığımızı fark ediyoruz. Toprak 10 hafta boyunca tekrar eden aynı hareketle sıkıştırıldı. Robot kolu aynı şekli defalarca kesti.

Son olarak, hem kendim için hem pratiğim için şunu ortaya atmak önemli: Doğaya tam teslimiyet ile doğaya tam tahakküm arasında yer alan üretimler, varoluşlar mümkün. Projelerimizde, araştırmalarımızda hep bu duraklarda durmayı deniyoruz.

Toprak üzerindeki bu güzel söyleşi için teşekkürler:)

Proje Künyesi:
Kış Bahçesi ve Misafir Sanatçı Ofisleri, SALT, 2018
Alan: 330 m2
KHORA Office (Aslıhan Demirtaş & Ali Cindoruk)
Tasarım ekibi: Aslıhan Demirtaş, Ali Cindoruk, Dilşad Aladağ, Seçkin Maden, Ayçıl Yılmaz
Toprak uygulama: Can Cumalı, Nilgül Özgür, YBE (danışmanlık)
Robotik kesim: FABB (Burcu Biçer Saner, Efe Gözen)

Etiketler

1 Yorum

Bir yanıt yazın