‘Çamlıca’da Caminin Mahzuru Yok’

Ünlü mimar Emre Arolat'tan çarpıcı değerlendirmeler...

İstanbul Büyükçekmece’deki Sancaklar Camii projesiyle her yıl Singapur’da düzenlenen Dünya Mimarlık Festivali’nde “en iyi ibadethane” dalında birincilik kazanan mimar Emre Arolat’la sohbet ettik. Arolat, Çamlıca’ya camiden kentsel dönüşüm projelerine, Taksim projesinden ülkemizdeki mimarlık algısına önemli açıklamalarda bulundu.

Bir cami söz konusuysa sadece mimari kriterler değil dini kriterler de önemli oluyor, değil mi?

Doğrusu İslam felsefesi ve ibadet mekânları uzun süre ilgimi çeken bir konu. Daha önce yaptığım araştırmalar, okumalar vardı. Ama bir cami projesi söz konusu olunca bunları tazelemek ve hatta biraz da genişletmem gerekti. O yüzden Sancaklar Vakfı böyle bir işi istediğinde biraz beni beklemeleri gerekeceğini söyledim. Onlar da anlayışla karşıladı. Aylarca tasarım grubu olarak derinlemesine bu konuyu tartıştık. Bilgi sahibi olduğunu düşündüğümüz derinlikli makaleler üzerinde çalışmalar yaptık. Bizim yaptığımız projeler içinde hayli küçük ölçekli sayılabilecek bu yapının tasarımına başlamadan önce çok uğraştık. Namaz ibadetinin olması gerektiği gibi ve huşu öiçin de gerçekleştirebilmesi için bu mekânın nasıl bir hissiyat üret mesi gerektiği üzerine çok uzun tartıştık. Neticede ortaya çıkan mekânın böyle bir işlevi yerine getirebilecek niteliklerde olması beni çok sevindiriyor.

Tasarımla ilgili en dikkat çeken hususlardan biri caminin yerin altında olması…

Bu cami aslında yerin altında değil. Öyle tarif ediliyor ama yerin üstünde. Sadece bulunduğu yerdeki eğimden dolayı üst kottan bakıldığında alt kot çok fazla algılanmıyor. Yapının üzerinde yer aldığı alanla kuvvetli bir bağının olması ilk aşamadan beri önemsediğimiz bir konuydu. Camiye yol tarafından yaklaşırken yatay avlu duvarlarının çevrelediği bir bahçedir algılanan.

Tasarımla ilgili diğer husus ise bence minaresi. Minare caminin en büyük işaretlerindendir ama sizin projenizde tam olarak minare olduğu anlaşılmıyor.

Projeye bütün olarak bakmak gerek. Bu proje iki farklı seviyeden algılanıyor. İlki üst avlu. Üç tarafı duvarlarla çevrili, bir tarafı ise açık, göle bakıyor. Bu anlamda eski namazgâhları andırdığı söylenebilir. Bu alan da yer alan tek dü şey kit le, bir mi na re den bek le ne bi le cek iş lev le rin önem li bir bö lümünü üstleniyor. Uzaktan bakıldığında, buranın bir “yer” olduğunu imliyor. Üzerinde bulunan ve yaklaştıkça okunaklı hale gelen yazı, buranın bir ibadet mekânı olduğuna dair izlenimleri keskinleştiriyor.

Tasarımında Hira Mağarası’ndan esinlendiğiniz doğru mu?

Bu tanım tam olarak doğruyu ifade etmiyor. Peygamber’in mağarada duyduğu huşuyu buraya yansıtmaya çalıştık. Ancak fiziksel yapıda böyle bir benzerlik olduğu söylenemez. Biliyorsunuz, hadislerde Hira Mağarası’na özel bir atıf vardır.

‘MİMARİNİN TARTIŞILMASINDAN ÇOK MEMNUNUM’

Son dönemlerde camiler çokça tartışılıyor. Örneğin Şakirin Camii fazla modern bulunuyor ya da Çamlıca’ya yapılacak caminin gereksiz olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Öncelikle cami veya başka yapılar üzerinden mimarinin tartışılmasından çok memnunum. Belki bu şekilde toplumda bir farkındalık oluşabilir. Şakirin Camii bence Osmanlı mimarisinin bütün yüklerini taşıyor ve bu açıdan bakıldığında kesinlikle modern olarak tanımlanamaz. Bizim yaptığımız iş de modern sayılmaz; esasen modern öncesi döneme ait çok daha fazla referans taşıyor. Bir cami yapılacağı zaman dikkat edilmesi gereken bir takım hususlar vardır. Öncelikle camilerin cemaate ihtiyacı vardır. Böyle bir şey Çamlıca’da var mı yok mu bu tartışılmalıdır. İkincisi şehre veya kamu oyuna anıtsal bir bina üzerinden bir mesaj verilmek istenebilir. Bu açıdan bakıldığın da bence Çamlıca’da bir cami yapılmasında hiç bir mahzur yok. Projeye mimari olarak baktığımdaysa hayli devrimci sayılabilecek işler yapan bir yönetimin mimari söz konusu olduğun da 500 yıl öncesine gidip o nok ta da tıkanıp kalmasını ve bugün hâlâ böyle bir tahayyül üzerinden anıtsallık üretilmesini yadırgıyorum.

Tartışılan konulardan biri de İstanbul’a yapılan gökdelenler.

Bence nüfusu bu kadar hızla artan bir şehrin merkezinde belirli bir yoğunluğun oluşması doğaldır. Bunun nerede olacağının tespiti ve nitelikli bir şekilde tasarlanmasıdır aslolan. Bu bölgelerde hiç şüphesiz yüksek yapılar da olacaktır. Bunu yaparken ulaşım, yaya sirkülasyonu, altyapı gibi hususlar dikkate alınmalıdır. Önemli olan doğru yerde doğru projenin yapılmasıdır. Ben kişisel olarak yüksek yapıları ne desteklerim ne de durup dururken karşı çıkarım.

‘TÜRKİYE KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ YENİ ÖĞRENİYOR’

Türkiye’nin adeta yeniden imarı anlamına gelen kentsel dönüşüm projelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bence kentsel dönüşüm projeleri tam olarak sağlıklı yürümüyor. Türkiye kentsel dönüşümü hem sektör olarak hem de siyaseten yeni deniyor ve yeni öğreniyor. İlerleyen dönemlerde daha doğru projelerin olacağına inanıyorum. Özellikle İstanbul’da ama genel olarak Türkiye’nin birçok kentinde kentsel dönüşüme ihtiyaç var. Dikkat edilmesi gereken sadece fiziksel şartlar değil. Projelerin sosyolojik ve demografik altyapıları da devreye alınmalı, farklı disiplinlerden oluşan kurullar tarafından açık ve şeffaf bir katılım süreci gözetilerek hazırlanmalı.

Kentsel dönüşüme paralel olarak Taksim yayalaştırma projesini nasıl değerlendirmek gerek?

Taksim projesi uzun yıllardır gündemde. Buradaki en büyük yanlışlık projenin sadece Taksim’e ait olduğunu düşünmek. Bu proje şimdikinden çok daha bütünsel bir anlayışla ele alınmalı. Bu alan ancak kentsel ölçekte ve İstanbul’un tamamına ilişkin bir tahayyülün önemli bir tamamlayıcısı olarak tasarlanabilir. Siz eğer Harbiye’deki trafiğin nerede kilitlendiğine dikkat etmiyorsanız, Taksim’e istediğiniz kadar otomobil tüneli yapın hiçbir şey fark etmeyecektir.

‘Köstebekdeğiliz ki delik arayalım’

İstanbul ve mimari söz konusu olduğunda akla daha çok tarihi yarımada da ki eserler, Kız Kulesi ya da Boğaziçi Köprüsü geliyor. Bütün bu eserler aynı zamanda “turistik” yapılar. Türkiye’de mimari algısı bu turistik yaklaşımdan nasıl kurtulur?

Mimarlığın toplumsallaşması ve tasarımın toplum tarafından daha fazla talep edilir hale gelmesi önemli. Ben bazı şehirlerin yepyeni sembollere ihtiyacı olduğunu düşünenlerden değilim. Örneğin Paris’in sembolü olarak Eyfel Kulesi gösterilir ama o turistik sembolüdür. Paris’in bütünü, yani fiziksel oluşumunun tamamı zaten şehir dokusu olarak önemlidir ve sembolleşmiştir. Aynı şey Londra için de geçerli. Bence İstanbul’un yeni sembolik binalardan ziyade ortalama mimarlık kalitesinin, niteliğinin artırılmasına çok daha fazla ihtiyacı var. Toplumsal olarak tasarımın talep edilir olması, nitelikli tasarımın özendirilmesi gerek. Tüm bunlar da eğitim seviyesinin artmasıyla, görgüyle ve bilinçle gerçekleşebilir. Bugün İstanbul’da yaşayanların büyük çoğunluğu kendisini bu şehrin sahibi olarak görmüyor. Burada kendisini misafir olarak hissediyor. Bu şehir açısından önemli bir zafiyettir.

Kültürel genlerimizde “başını sokacak bir delik” diye bir deyimimiz bile var. Konutlara bukadar önem atfedilmesi sizce bir problem mi?

Çevre insanı biçimlendirir. İnsanın hayatındaki kalite yaşadığı yere göre şekillenir. Konuta fazlasıyla önem sadece bizde atfedilmiyor. Biz mülkiyete önem atfediyoruz ama fiziksel niteliğiyle çok ilgilenmiyoruz. “Başını sokacak bir delik” tabiri sizin de söylediğiniz gibi bunun bir göstergesi. Biz karınca değiliz, köstebek değiliz ki delik arayalım. Bu bizim toplumsal kodlarımızın ve yaşadığımız çevreye ne kadar sahip çıktığımızın da göstergesi. Bir mahalleye, bir semte ait olmak hatta orayı manipüle etmek, orayı biçimlendirmek, o şehrin bütününün biçimlenmesinde etkin olmak demektir. Aslında kentli dediğimiz bireyde ancak bu şekilde oluşur. Ancak bunun gerçekleşmesi için kente 10 yıllar boyu sahip çıkan, kendisini o kentin gelip geçici bir kullanıcısı değil düpedüz sahibi olarak hisseden kuşakların oluşması gerekiyor.

Etiketler

Bir yanıt yazın