Bienaller Ne İşe Yarar?

Her şeyin avaz avaz dillendirildiği bir zamanda bu sakin ve kısık sesli öneri önemli ve bu kadar güzel, görkemli ifade edilmesi de cabası.

Venedik’ten dönerken bu soru dolanıyordu kafamın içinde… İyimser bir bakışla aynı ya da benzer işlerle uğraşan kişi ya da kurumların, belirli bir tema çerçevesinde iki yılda bir; yapıp edenlerle yapıp edilenlerin arasındaki doğrudan ya da dolayımlı ilişkileri gözden geçirdikleri, değerlendirdikleri ve yeni olasılıklar aradıkları bir etkinlik olduğunu söylemek düz bir cevap olsa da yanlış olmaz gibi görünüyordu.

Niyet her ne olursa olsun bienallerin merkezinde ‘işler’ ve o işleri üretenler olur. Bütün bunları anlamamızı sağlamak için ise kendi birikimimiz içinden ya da başkaları üzerinden analizler, yorumlar ve kuramlar girer devreye… Anlamamızı sağlamak için yetkili/yetkisiz yapılan açıklamalar kimi zaman işimizi kolaylaştırsa bile kafa karışıklığı ve bir tür zorluk da oluşturmuyor değil…

Bienallerin etki alanı giderek genişleyen halkalar gibi büyüyüp, daha çok şeyi kapsıyor ve bu yüzden sosyal, ekonomik, politik, teknik, estetik gibi başlıklar altında toparlanabilecek; baştan düşünülmüş ya da sonradan ortaya çıkmış bir sürü gündem oluşturulabiliyor. Tanımlı, özel bir noktadan başlayıp, tam olarak tanımlanamayan, genişletilmiş bir çerçevenin içindeki şeyler “çokluk” konusuna getiriyor bizi ve istesek de istemesek de aynı masaya oturmak ve ortak bir akıl üretmek noktasına geliyoruz…

Peki, “Venedik Bienali bir işe yarıyor mu?” diye ardışık bir soru belirdiğinde ise 1895 yılından bu yana yapılan bienalin içinden oluşturulan mimarlık bienalinin bu yıl 15.’sinin yapıldığını hatırlıyorum; her şeyin kopuk kopuk yaşandığı bir ülkeden bakınca sadece bu bile inanılmaz görünüyor. Üstelik iktidarlar, yönetimler, dünya görüşleri değişse bile bienal yapılıyor. Ve her seferinde olumlu/olumsuz görüşlerle bütün ilgili gözleri üzerinde tutmayı ve tartışma konuları açmayı da beceriyor. Sadece bu bile bir işe yaramanın göstergesi sayılır.

Bu yıl Aravena’nın küratörlüğünde yapılan bienal yine bir sürü tartışmayı da beraberinde getirdi. “Reporting from the front/Cepheden bildirmek” başlığı altında düzenlenen bienalin ana teması yaşam koşullarının statükoya aldırmadan herkes için iyileştirilmesi yönünde yapılabilecek olanları belirlemek ve tema çerçevesinde ülkelerin kendi öznel durumları için önerilerini ifade etmelerini sağlamak diye özetlenebilir.

Böyle bakılınca özellikle Arsenale sergilemelerinin başarılı olduğunu düşünüyorum. İki tür yaklaşım var: Biri doğrudan konuya ilişkin bir ifade biçimi seçerek sosyolojik veya teknik analizler doğrultusundaki öneriler; diğeri ise açıkça görülmeyen ama alt okumalarla anlaşılabilir olan analizlere bağlı önerileri dolayımlı bir ifadeyle ve sanatın dilini kullanarak ifade eden ‘enstalasyonlar’…

Türkiye katılımı ikinci türe giren, dolayımlı anlatımı seçmiş çok başarılı bir enstalasyon olarak yer alıyor bienalde. Artık tersane olmayan Haliç-Camialtı/Taşkızak’tan artık tersane olmayan Arsenale’ye artık gemi olmayan bir ‘şey’ getirilip yerleştirilmişti. Enstalasyonu oluşturan ve tersane yapılarının döküntüleri arasından toplanmış parçalar bir zamanlar gemilerin yapımında kullanılırken şimdi bu gemiye benzeyen enstalasyonu oluşturuyordu ve dipten derinden şunu söylüyordu:

Belirli ve amaçlanmış bir bütünlük oluşturmak için bir araya getirilen parçalar işin sonunda kendileri olmaktan çıkar ve bütünün parçası olarak anlam kazanırlar. Algımız, oluşan bütünlük üzerinden gelişir ve parçaları da bu bağlamda değerlendirir. Bu bütünlük algısı önemli ve anlamlı bir şeydir ancak içinde bulunduğumuz zaman ve mekân(lar) artık bu bütünlük kavramıyla değerlendirilemeyecek kadar parçalı. Bu durumda şimdiye kadar bildiğimiz gibi bir bütünlük sağlamak için zorlamak yerine bu parçalı (parçacıl) yapıyı değerlendirebiliriz. “Şimdi ve burada”, doğrudan ve dolayımlı ilişkili şeylerin bir araya gelerek bir örüntü oluşturmaları üzerine yeniden düşünebiliriz? Belki de bütünlük yerine “çokluk” üzerine düşünmenin tam zamanıdır.

Her şeyin avaz avaz dillendirildiği bir zamanda bu sakin ve kısık sesli öneri önemli ve bu kadar güzel ve görkemli ifade edilmesi de cabası.

Etiketler

17 yorum

  • burak-altinisik1 says:

    1. “yetkili/yetkisiz açıklamalar” ne anlama geliyor? (tahminim var)
    2. “çokluk”u politik içeriğinden çıkarıp estetik bir analojiye çekiştirmek ne anlama geliyor?
    3. “çokluk” referansını gestatlçi bakışın yumuşatıcısı olarak kullanmak ne kadar isabetli?

  • nevzat-sayin says:

    1. Yetkili-yetkisiz ile kastettiklerimden biri ve en çoğu; U.T.; bienal ile Haliç Tersanesi işinin ilişkisi vardı-yoktu tartışmasına girip, gereksiz aklama/aklanma açıklamaları yapması ve Avrupa ile “sıkı ilişkilerimiz”den söz edip hiç de onlardan aşağı kalır yanımız olmadığını anlatmaya kalkması anlamına geliyor.

    2. “Çokluk” için bu yorumun tam tersine, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin kullandığı sosyopolitik anlamını kastediyorum: “Olaylar ve gerçekler tutarlı bir anlatı izlemek yerine, ayrı ve bağlantısız imajlar halinde art arda yanıp sönüyor. Modern gözler için postmodernlik belki de büyük anlatıların sonu anlamına geliyor. Sadece tehlikeli olmakla kalmayıp, en hafif deyişle bir yenilgi ifadesi olan bu nostaljiden kurtulmak şart. Biz bu anlamda postmodernistiz.”
    (Hardt, M. ve Negri, A. (2004). Çokluk (s.210) İstanbul: Ayrıntı.

    3. Evet, benim bu bakışımın gestaltçı olduğunu söylemek yanlış olmaz; ama çokluğun “yumuşatıcı” olduğunu söylemek de doğru olmaz. Sadece pekiştirici olarak kullanılmış olduğu söylenebilir.

  • ahmet-turan-koksal says:

    İlk okuduğumda benim de aklıma takılanlar oldu, yetkili/yetkisiz konusunda ben de ünlemler, soru işaretlerinde kalmıştım.

    Çokluk hakkında konuşurken konu edilen postmodern için “Sadece tehlikeli olmakla kalmayıp, en hafif deyişle bir yenilgi ifadesi olan bu nostaljiden kurtulmak şart.” açıklaması oldukça aydınlatıcı oldu benim için. “Çokluk”, durun siz kardeşsiniz (kavga etmeyin bakayım) diyen bir şey değilmiş işbu metinde. (Yumuşatıcı olarak görülmediğini de anladık)

    Yazıya ilk yorumum “Güzel yazı” olmuştu. Altanlamlar ve mesajlar açısından demiştim. Hala aynı fikirdeyim.

    Sayın Nevzat Sayın’ın kaleminin kuvvetli olduğunu, kısa ama vurucu yazdığını biliyorduk zaten. 🙂

  • omer-yilmaz says:

    Acaba “yetkisiz” mi?

    1- UT seçimi yapanlardan birisi. (Konuşanın söylemine eleştiri iyi de ya konuşmayanlara hiç söz söylenmemesi!)

    2- Hem EU hem de MK UT’nin yazısını sosyal medyada gayet de içtenlikle paylaştılar. Müellifler üzerinden bir yetkilenme oluşmuyor mu bu durumda?

    3- EU Arkitera’daki yazısında “Uğur Hoca…” diyerek hem referans verdi hem de hocalığına vurgu yaptı.

    Acaba yetkisiz mi?

  • omer-yilmaz says:

    Bienaller Ne İşe Yarar? Sanırım ilk defa bir kentsel sorunun kültürel içerikle birlikte niteliği belli bir seviyenin üzerinde tartışılmasına yarıyor bir bienal. Umarım sadece buna yarar.

  • hakan-tuzun-sengun says:

    (?)

    galiba bu sefer “çokluk” kartını oynamak için çok yanlış bir el dağıtıldı , ne dersiniz :)?

    yolları çatallanan bahçeler, katmanlı anlamlar ve varoluşlar
    vagonu geçeli çok olmadı mı ?

    Aravena’nın , mimarlığın omzundaki yükü tarif ederken etik üzerine hızlı adımlarla yürüyen hali ve onlarca kişinin bu “elemental” gidişatın sonu “didaktik bir sıkıcılıktan başka birşey olmaz beklentisi?” çoktan fos çıkmadı mı (?)

    Aravena’nın kavrayışının özünde Asketizm (*) ve bu ahlaki sorumluluğun yeni plastik ifadesine dair Avrupa’da genç mimarların çoktan keşfettiği yeni denizler var ufukta.

    Sonuç ne kadar büyülü olursa olsun, Darzana’nın güvertesinden bakınca : kapitalin ve geçtiğimiz yüzyıl sonunun (80’lerin)
    eğlence ve tüketim araçlarını görüyoruz.

    Ama durun, belki de “çokluk” , “yeni”yi bertaraf etmenin kadim bir yoludur (?)

    (*) Pier Vittorio Aureli on Ascetism “Less is enough”
    https://vimeo.com/80792002

    not.
    hepsini izlemek için vakti olmayanlara
    27” – 55” aralığını tavsiye ediyorum.

  • omer-yilmaz says:

    Vasıf Kortun Facebook’ta şöyle demiş: (Türkçesi bana ait)
    “you can rent a plane-full of journalists who are really there for parmesan and calamari, you can hire the best pr agencies in the business, but if you don’t get the very idea of the biennial to start with and try sneaking into the majors league a rather flimsy project [a sorry excuse for a real estate development] I say the burden is on you, and not really on the architecture firm you’ve tooled.
    http://rktr.co/1r3q1zy

    Bir uçak dolusu gazeteciyi kalamar ve parmesan için Venedik’e taşıyabilirsiniz, en iyi halkla ilişkiler şirketlerini kullanabilirsiniz fakat eğer bienal kavramını anlamadıysanız ve de iyi oyuncular arasına zayıf bir projeyle girmeye çalışıyorsanız (bu da bir gayrimenkul geliştirme işi için uyduruk bir bahane) bunun sorumluluğu sizindir araç olarak kullandığınız mimarlık ofisinin değil.”

    Lakin bu yorum tartışmanın bienal boyutu. Meselenin bir de -benim için asıl önemli olan- Haliç Tersaneleri boyutu var. Mimarlık ofisinin bienal katılımında araç olması küratörleri de bu yönüyle fazlasıyla ilgilendirebilir. Mimarı araç olarak görerek gerçek karar vericiden hesap sormak isteyebilir. Peki, Haliç Tersaneleri’ndeki durum böyle mi? Mimar araç mı?

  • arman-akdogan1 says:

    Gerçekten iyi bir yazı ve güzel bir bakış açısı Nevzat bey, fakat süreç içerisinde eleştiri alan, her alana dokunan problemleri ihmal edip kendimizi kandırmayalım. Bienal den çıkan ürünün herkesi düşünsel olarak ayrıştırdığı bir gerçek.

    Konuyu aktardığınız gibi sadece bienal bağlamında ele alırsak; bu senenin ödüle değer görülen projelerin içeriğini incelemekte fayda var. İspanya yı, hemen Türkiye pavyonunun yanında bulunan Peru yu. Kunle Adayemi nin yüzen okulunu ve diğerlerini. Hepsi siyasal, politik, sosyal mekan kavramı adına tespitler yapan, en önemlisi mimarlık mesleğinin özü olan “mekan kurgulama” tekniği konusunda öneriler getiren projeler. Mimarlığın temel taşı gibi işlevsel.

    Mimarlığın kendi kimyasal bileşimi oldukça zengin. Özünü sergilemek yeterli, aksini yapıp sanatsal enstelasyonlara girişmemek tercihim. Gereği yok.

    Bienalden beklentim mesleki işlevselikleri görüp bilgi almak.

    Herhalde ben algılayamadım tekrar soruyorum, Türkiye’nin sergilediği iş bana neyi öğretiyor?

    Diğer konu:

    SAKİN VE KISIK SESLİ ÖNERİLERİ maalesef politikacılar duymuyor, özellikle bizim meslekte, bizim ülkemizde.

    Örnek: Gezi Olayları.
    Avaz avaz bağırılarak taksim parkı yerinde tutuldu.

    Bienaller ise politik aktörlere ses duyurmak çok önemli bir fırsattır. Çoğulculuktan bahsederken, kimi bir araya getirebildik, ortak bir akıl ürettik, aynı masaya oturtabildik?

    (Hakan Tüzün ün yazdığı noktalara tamamen katılıyorum. Asketizm in yeni yüzleri çoktan belirdi, bir yüzüde aniden beliren sosyal aktivizmi)

    Birinci modernitenin ürettiği statik enstelasyonları, analojik ifadeleri biraz unutmak faydalı olabilir.

  • nevzat-sayin says:

    Sevgili Arman,

    “Herkesi düşünsel olarak ayrıştırdığı”nı düşündüğün “iş” en azından bu nitelikli konuşmaları sağlıyor. Kabul edersin ki pek sık yaptığımız bir şey değil.

    “Mimarlık mesleğinin özü” özcü/essentialist bir açıklama gibi hissediliyor. Benim gibi bağlam(sal)cı/contextualist biri için kolaylıkla kabul edilebilir değil; tartışmaya varım fakat takdir edersin ki “iş”, en azından “mekân kurgulama” açısından çok iyiydi.

    Senin tercihin olmasa da mimarlıktan biraz uzaklaşıp, sanatın alanına geçmenin günün sonunda seni mimarlığa daha da yakınlaştırdığını fark edebilirsin. Sanatın başka hiçbir şeyde olmayan ayırıcı özelliği bu.

    “Bana gerçekleri söyle; ama sadece duymak istediklerimi…” yerine başka şeyler duymaya daha açık olunabilir ve biçimin bir işlevi olabileceği de fark edilebilir.

    Yazının son iki paragrafını tekrar etmemek için yazmıyorum ancak bana gösterdiklerini sana da gösterebilmiş olmasını isterdim.

    Haklısın,“sakin ve kısık sesli” öneriler kolay duyulmaz ama önünde sonunda duyulur.

    “Gezi Olayları”nın ayırıcı özelliği “çokluk” konusundaki benzersizliği ve sessizce var olan sevimli ayrıntılardı.

    “Ortak akıl” üretmek en zoru. Bu yüzden önce bu çokluk meselesini anlamamız ve bir arada durmayı becerebilmemiz gerekiyor. Henüz hazırlık sınıfındayız.

    “Asketizm” bende hep mistik bir çilecilik çağrışımını yapıyor. Hakan da yazmıştı. Anlaşılır olması için belki biraz daha açmanızda yarar var.

    – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – –

    Bunları yazarken, mimar olmadığı halde ilgiyle yazışmalarımızı okuyan sanatçı bir arkadaşımdan, Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya” dizeleri geldi… Zamanlama çok iyi çünkü şiirin adı “İlk Yaz”.

  • hakan-tuzun-sengun says:

    Nevzat Bey merhaba,

    Mimarlığın çoğu zaman özü itibarı ile
    “differential diagnostik” bir alan olduğunu düşünüyorum.
    Yani türkçesi “ayrıştırıcı tanı”.
    O “inceliklerin” birer birer “smoke screen” e dönüştüğü bir mimarlığı kim ister :)? Aravena, (İhsan Hoca’ nın çok sevdiği deyişle) aslında “modernliğimizin bedelini” hesaplıyor. Bir “incelik” varsa bence o inceliğin başlayabileceği yeri kazıyor.

    Asketizm, kriz nedeniyle Avrupa’nın gündeminde
    Benim bahsettiğim Aureli’nin şurada ana hatlarını çizdiği asketizm.

    *
    http://rktr.co/1t48BVH

    Bizim ise, kaçak altın ağırlığınca , ölçemediğimiz kadar çok inceliğimiz olduğundan, katar katar avm yapıp onları benjamin, debord soslarıyla pazarlayabilecek iştahımız da var.

    Bienali , biraz “dans” , biraz “renk” olarak görmek kimseyi üzmez doğrusu, ama “ayrıştırıcı tanı” şunu söylemek zorundadır :

    “You’re dying !” (House MD tonuyla)

  • burak-altinisik1 says:

    bir arada olabilmeyi neden becermek zorundayız bilemiyorum ama öyle bir şey olabilecekse ayna oyunlarından gönüllü olarak vazgeçmek elzem sanırım.
    “differential diagnostic” ifadesini, “farklandırıcı tanı” olarak düşünmek daha iyi olabilir mi diye aklımdan geçirdim nedense. ayrıştırıcı pratiklerin zaten göbeğinde yaşıyoruz ne de olsa.

  • cem-yildirim says:

    Benim de aklımda birçok soru var. Öncelikle Baştarda harika bir sanatsal çalışma gibi görünüyor. Ağustos’a kadar canlı göremeyeceğim ancak mimari basın ve tanıtım videosundan anlaşılan çok iyi bir kurgu, ve çok iyi bir ‘iş’ aynı zamanda. Ancak; diğer ülkelerin tanıtım ve görsel/yorumlarıni incelediğimizde, Renzo Piano’nun da -ve bu yazıda Nevzat Sayın’ın da- belirttiği bir ana tema etrafında şekillenen fikirler okuyabiliyoruz; peki ya baştarda? Baştarda’da olan tüm o anlattığınız, bütünü oluşturan küçük parçaların evrimi, tanıtım videosunda anlatılan ilişkiler, zorlama da olsa bir tershaneden diğerine kültürel transfer işleri çok güzel; peki ya bütün bir ana temayı tek başına reddeden küçük bir parça olma çabası neden? Baştarda’da gelecek için, imkansızlık için, paylaşım için mimarlık çerçevesinde dönen ne var? Sadece sanatsal bir çalışma. Ana temanın dokunması gereken her şeyi ‘teğet’ geçmeyi tercih etmiş (belki de ülkenin politik duruşuna bu şekilde ince bir dokunuş yapmayı hedefledi kim bilir?). Ancak tasarım ekibi ya da seçici kurul, ya da seçici kurula görev vermiş daha üst kesimden herhangi biri bu çalışmanın mevcut ve ahlaksız Haliç değişimine ‘reklam’ olacağını, sempati uyandıracağını düşünmüşse açıkça belirtmeliyim ki bunun farkındayız.
    Bir noktaya daha değinmek istiyorum. Bu yazıya yorum yapanlardan birçoğu gerek sosyal medya gerekse çeşitli basılı ve sanal ortamda fikirlerini gayet sağlıklı ve takip edilir şekilde paylaşıyorlar. Bunu da ciddi bir bilgi birikimiyle yapıyorlar. Bu nedenle Nevzat Sayın’ın yorumundaki “Herkesi düşünsel olarak ayrıştırdığını düşündüğün ‘iş’ en azından bu nitelikli konuşmaları sağlıyor” ifadesine katılmıyorum; tam tersi yönde düşünüyorum: bu konuda tartışan birçok kişinin bu ‘nitelikli’ konuşmaları yapabilmesi için Eurovision seçmeleri gibi seçilen bir ekip/işe ihtiyaçları yoktu. Bienale uygun bir esere de söyleyecek çok sözleri olacaktır. Keşke öyle dinlememize izin verselerdi. Artık ‘en azından tartışabildik’ durumuna şükretme zihniyetini aştık (ya da belki de aşmış olmalıydık). Türkiye’nin bu ana tema çerçevesinde söyleyecek sözü olmalıydı. Tüm bunlardan sonra bana ‘Biennal senin neyine?’ yazısı çok daha gerçekçi ve uygun bir gözlem gibi geliyor. ‘Bienaller ne işe yarar?’ ise keyifli bir sanat yorumu bence.

  • arman-akdogan1 says:

    Bienalin tartışma alanı yarattığı ve bizi bu platformda birleştirdiği konusuna kesinlikle katılıyorum. Eleştirilerin hedefinin kişiliklere yapılmış bir saldırı değil, mesleki disiplini geliştiren bir basamak olarak görmekte fayda var.

    Aynı fikirde olmasak dahi, ortaya koyulan argümanları karşılıklı olarak anlamamız lazım.

    Çünkü burada tartıştığımız; sergilenen işin içeriğini, niteliğini, anlamını okuyamamaktan kaynaklanmıyor. Eleştiri alan, ortaya koyulan ürünün bütüne olan uyumsuzluğu ve başka bir disipline ait olması söz konusu. Üstelik ürün merkeze yerleştirilmiş durumda ve belirttiğiniz çoğulculuğun tam tersi tekillik ile sergilenmekte. Bu durum problemi dahada arttırmakta. İspanya sergisinde görülen çoğulculuktan oluşan bir bütünlüğü içermemekte, dolayısıyla içeriği okuyarak herhangi bir durum tespiti mümkün görünmüyor. (Sergilenen ürünün içeriğindeki alt anlamlardaki çoğulculuktan bahsetmiyorum)

    Burada Ömer Yılmazın bulup aşağıda çıkardığı Vasıf Kortun’ un söylemine değinmeden önce,

    Bienalin ne anlama geldiğini daha iyi açıklamak için bir örnek verilebilir:

    Mimarlığı – Klasik müzik ile eşleştirelim. Bienalide bir büyük klasik müzik orkestrası olarak düşünelim. Tüm bileşenleri bir bütünü tamamlayıp müziği ortaya koyan, yaylı, üflemeli, vurmalı çalgıları mevcut olan bir oluşum. Bestecisi- Kruatorü geniş bir kitleye, dinletiyi sunacak. Sonat ilk defa halka açıldığı için niteliği üzerinde yazılar yazılacak, eleştirileri ile gazetelere çıkacak, müzik eleştirmenleri tarafından didik didik edilecek, geçmişe bağlamı, sürekliliği, yeniliği incelenecek…

    Konser esnasında orkestranın içerisindeki birisi üflemeli çalgıları bırakıp tamamiyle başka bir disiplini icra edip resim yapıyor. Üstelik resmi yapanda tüm hayatı boyunca müzisyen olarak çalışmış. Sorum şu; dinleyiciler ve eleştirmenler sonatı dinlerken orkestra içerisinde resim yapanı görebilirlerimi, algılayabilirler mi?

    Ortaya çıkan resmin kaliteli olduğunu iddia edebilirsiniz, aslında sonatın ana temasına bağlı olduğunu, resmin alt anlamlarının yer aldığını, okunması gerektiğini, hatta sahne içerisinde bambaşka karakter ile estetik görsel bir performansı teşkil ettiğini, resmin üzerinde gözlerimizi dolaştırırken bizleri başka düşüncelere taşıdığı gibi…

    Eninde sonunda konserde incelenecek olan müziktir, sonatın teknik kalitesi, birikimi, müziğe olan katkıları getirdiği yeniliklerdir.

    İşte bu bağlam dışında ortada kalan iş her türlü eleştiriye maruz kalır, zayıflatılır. Resmin, ticari veya propoganda amaçlı yapıldığı, resmi üretenin aslında müzisyen olduğu, çalıştığı alanda geçmişinin şaibeli olduğu, vs.

    Orkestrada müzisyenin flüt çalışını dinlemek yerine, resim sergisini izledik. Üstelik herkes sonat içerisinde flüt sesini heyecanla beklerken.

    Burada mimarinin ve sanatın iç içe geçtiğini de iddia edebilirsiniz. Fakat yine Bienalin sürekliliğine bakarsanız dönüşümlü olarak gerçekleşen sanat bienaline ardışık olan mimarlık bienalindeki amaç ayrıştırmaktır, farklı nitelik kazandırmaktır. Üstelik mimarlık daha öncede belirttiğim farklı bir birikimden gelen, araştırmalara dayanan, sadece semboller üzerinden irdelendiği zaman “filmsy” (Kortun) olabilen, kolayca çürütülebilene dönüşebileceğidir. Mimarlık sunumlarında özellikle sembolün tekil sergilendiği durumlarda anlam ve gösterge (signifier ve signified) arasındaki ilişkinin çok kırılgan olduğu görülmekte. (Benim için 2016 bienal öğretisi)

    Tek ürün, tek sembol olarak basında yer alacak tek bir imaj ile Türkiye mimarlık pavyonun içeriğinin bir bakışta tüketilebileceği, tek boyuta niteliğini indirgedik.

    İşte Vasıf Kortun un ortaya koyduğu paragraf burada çok önemli. Bienalin ne anlama geldiğini kavramadan veya dikkatlice incelemeden en üst ligde iş çıkarttığımızı zanneden bir topluluk doğdu. Üstelik aynı topluluk, geçmişinde problemler barındırabilecek suni bir ürünü, başından beri iyi kalitesiyle öne sürdü, savundu. Ürünü sergileyen Teğet Mimarlığa yöneltilen eleştirilerin yönü şaşmıştı. Arkasında krüatör-jüri-üreten(mimar) karmaşası yaşanıyordu. Birde Haliç in dönüşüm mevzusu eklenince işler karıştı.

    [Haliç tersanesinin dönüşüm master planının ve gelişiminin muğlak bırakılması ayrı eleştiri konusu olarak tutulması gerekir, bu konu tamamiyle ayrı bir platformda daha detaylı zaten tartışılıyor.]

    Bu sene Türkiye ye herkesin gözü çevrilmişti. Üstelik Aravena gibi Mimarlığı, Bienali başka yöne çekmeye çalışan, burjuva nın tekelinde gelişen mimarlık tarihini ve üretiminin ilgisini başka alanalara götüren bir çaba söz konusuydu. Türkiye deki mimarların tüm yaşanan global gelişmelere ne söz söyleyeceği bekleniyordu.

    Üstelik sorunların merkezindeyken.

    Birliktemiyiz? Değilmiyiz? Politika ya nekadar dahil olabiliyoruz. Neleri değiştirebiliyoruz? Karşı tarafta durduğumuz alanlar nedir?

    Kortun’un paragrafında yer alan Vitra’nın uçağa doldurup getirdiği “Parmesan ve Kalamar” grubu olarak tabir edilen “gazeteciler ve mimarlar” tarafına hiç değinmeyeceğim, (veya başka bir yazıya) zira bu durum yıllardır endişeyle izlediklerimizden…

  • omer-selcuk-baz says:

    Sevgili Nevzat hocam,

    Tüm bu sessiz , derin kimilerine göre ‘manalı’ mesajın yanında, meleketin dört bir yanında süren çeşit çeşit onlarca mücadele alanı açılıp kapanan-kapanamayan çok önemli cepheler yok mu?

    Bu cephelerin mimarlığa dokunan aleni yüzleri, bir türlü iyileşemeyen hep yenisi eklenen yaraları, başedmediğimiz, sürekli aklımızın köşesinde açamadığım cephelerle kuşatılmıyor muyuz?

    Bu anlamda Bienalin cepheden bizi ve bizim gibileri parmağı ile gösterdiği bir ortamda , Aravena’nın ortaya attığı konu bir lütuf gibi..

    Darzana Memeleketin yumuşak, seyrek saf tutan cephelerini, mülteci mezarlığana dönüşmüş akdenizi aşarak venediğe ulaşmışken; Dünyaya ,çoğulcu-sessiz-görkemli tutumu ile, karşı karşıya olduğumuz tarifsiz yoğunlukta cephelerin ufak bir bölümünü aktarabilir umarım..

  • nevzat-sayin says:

    Aceleyle cevap yetiştirmek yerine biraz düşündüm ve bu arada Aureli’nin “Az Yeterlidir” kitabını da aldım, okudum.

    Sondan başa doğru önemli bulduğum ve doğrudan ilişkili olduğunu düşündüğüm noktalara değinmek istiyorum:

    Mert, “çokluk” kesinlikle “…. ortak potada erimek…” değil; bütünüyle kendinden vazgeçmeden bir arada olabilmek ve bu biraradılığı da içinden eleştirebilmek demektir benim için.

    Selçuk, “Memlekette” de başka memleketlerde de bir sürü mücadele alanı var ve yenileri de açılıyor. Ama hepsinden birden konuşmak yerine “bu konu” üzerinde kalmayı tercih ediyorum.

    Aravena’nın ortaya attığı konunun da birçok cephesi var. (Camillo Boano ve Francisco Vergara Perucich’nin Half Happy Architecture isimli makalelerini okumanı(zı) öneririm.) Bana göre ortaya attığı konulardan biri de “bu iş” ile anlatılanlar; daha önce anlatmaya çalıştığım gibi, iyi bir yere odaklanıyor ve iyi bir ifade olduğunu düşünüyorum.

    Arman, “tekillik” olarak sergilenen şeyin “çokluk” ile oluşturulmuş olması ve çokluğun okunaklı olması bu odaklanmanın sonucu.

    İspanya benim de en iyi bulduklarımdan biri. Ama İspanya’nın katılımı çok uzun bir geçmişe sahip. Giardini’de binasının olması bile onu çok ”farklı” kılıyor…

    Kabul edersin ki “Resim yapan müzisyen” iyi bir örnek sayılmaz ama sevimli… Senin de bildiğin gibi, tanımlarından biri de mimarlığın “taşlaşmış müzik” olduğudur.

    Tek karede her şeyi anlatmak gerçekten çok zor ve her zaman gerekli de değil. Ama becerilebildiğinde müthiş bir şey; Magnum fotoğrafçılarının kareleri gibi…

    Keşke Cevdet Erek, Venedik Bienali 57. Uluslararası Sanat Sergisi’nin Türkiye Pavyonu’nda bu işten hareketle bir iş yapsa… Onun tasarımıyla bu mekânın ve mekândakilerin seslerini duymak isterdim.

    İkinci kez katıldığımız bir bienalde ”En üst ligde iş çıkarttığımız”ı zannetmek ham bir hayal olabilir ancak… Öyle şeyler olduğunda “mucize” diyoruz…

    Aravena’nın çabasının farklı bir değerlendirmesini okumak için önerdiğim makaleyi tekrar hatırlatıyorum. (Herhangi bir şeyi atlamamak için çevirterek okudum.) Tamamına katılmasam da dikkate değer bir eleştiri.

    Cem, “En azından tartışabildik durumuna şükretme zihniyeti”nden söz etmek için ya sen hiçbir şey anlamadın ya da ben anlatamadım. Bu bile, daha çok tartışmamız/konuşmamız gerektiğini söylüyor.

    Burak, bir aradayız –zaten-; istesek de istemesek de… Bu yüzden anlamak ve anlamlandırmak gerekiyor; bir rastlantıyla içinde olduğumuz biraradalığı irademizle istediğimiz hale dönüştürebilmek için.

    “Birlikte yaşamak kişisel özgürlükten feragat etmeyi gerektiriyor; gerçi bu kötü bir şey olmayabilir. Mesele, böylesi bir yaşam tarzının yalnızca ekonomik gereksinimlerden mi kaynaklandığı yoksa –Marx’ın sosyal bireyler (ancak diğer bireylerin arasında birey olabilen bireyler) oksimoronuyla güzelce tanımladığı- gerçek öznelliği ihya edebileceğimiz paylaşım ve birlikte varolmaya mı dayandığıdır. ” alıntısı sizin hatırlatmanızla alıp, okuduğum Aureli’nin “Az Yeterlidir” kitabından… (s: 63)

    Hakan, ”mimarlığın özü”nü duyunca,-yine- “Hangi bağlamda…?” diye bir soru beliriyor kafamda.

    Aravena’nın neyi hesapladığunu görebilemek için önerdiğim makaleyi de okumalı ve “Mimarlığın Özü” meselesini bir kez daha düşünmeliyiz.

    Asketizm için Aureli’nin kitabı çok önemli ama kapakta ayrıntısı olan 41. sayfasıdaki fotoğraf gibi anlatıp/gösterdiği şey çok sıkıcı… Çok kuzeyli bir dil bu ve Akdeniz coğrafyası için çok eksik; hiç “haz”dan söz etmiyor… Oysa bu coğrafyada hazdan söz etmeden olmaz… Buradaki oda Van Gogh’un Arles’taki odasından bile çok daha can sıkıcı. Belki bu yüzden(s. 45-46) Peter Zumthor eleştirileri ilgi çekici; ama tam da eleştirdiği gibi eleştirinin ”karikatürize” hali. Okumaya başladığım Vittorio Gregotti’nin “Mimarlık Üzerine 17 Mektup” kitabında “orantısızlıklar” bölümünde (s:39-63) bu karikatür meselesini anlatıyor.(s: 46)’dan “Sesini duyurmak için başkalarından çok bağırmak (……) karikatürden başka bir şey değildir.” alıntısı da o bölümden.

    Sanatın çok güzel bir tanımı vardır; “Lüzumsuz şeylerin en lüzumlusu”ılduğunu söyler… Ara sıra hatırlamak ferahlatıcı olabilir.

    Bu kitapta anlatılan “az”ın yanısıra modernlerin dikkatlice baktıkları ve birçok ilkeyi içinden türettikleri yerel/geleneksel “Akdeniz Mimarlığı”na bakmak zihin açıcı olmaz mı bizim için? Yerel/geleneksel olana bakıp; sonra modernlere bakmak kuzeye gitmekten hem daha kolay hem daha hakiki, yaratıcı sonuçlar verebilir.

    Bu konunun hiçbir yerinde “Benjamin, Debord sosu” yoktu ya da ben ıskaladım. Soslu konulara bakmak yerine ısrarla bu konu üzerinde kalmaktan yanayım.

  • sinan-alper says:

    Yazıyı, yazının üzerine dönen tartışmaları, tartışmaların sonunda Nevzat Bey’in teker teker verdiği cevapları, tek seferde(!) okumaya ve anlamaya çalıştım.Herkesin anlam karmaşasını çözmek için yaptığı açıklamalar, dönen kavramsal kelimeler, devrik cümleler, “inglizce-türkçe” karışmış anlatımlar… Zaten anlaması zor ve karmaşık olan durumu daha da karmaşıklaştırıyor.

    Benim gibi düşündüğüne inandığım birçok kişinin kafasından geçenleri kelimelere dökercesine, insan düşünüyor ve kendi kendine soruyor: “Ben bir mimar olarak “Venedik Bienali Türkiye Pavyonu’nda Sergilenen Ürünü” ve hatta “Konu Üzerine Dönen Tartışmaları” anlamak için ruhumun bu kadar “Sanat” hamurunda yoğurulmuş olması mı gerekiyor? Sadece “Mimar Olmak” yetmiyor mu?

  • cem-yildirim says:

    Eleştirinin yönlendiği kişilerce yetmiyor. Hatta tüm o sanat hamurunda yoğurulmuş olsanız dahi, bu gibi sanal platformlarda ve sosyal medyada düşüncelerinizi paylaşmanız da sizi ciddiye almalarına yetmiyor.
    Üstelik, odak noktası sürekli kaydırılıyor. Kötü niyetle olmasa dahi, esas tartışılması gerekenler ustaca saptırılıyor.

Bir yanıt yazın