“Yapmaya Çalıştığımız, Bir Kent Belirlemek ve O Kente Ayna Tutmak”

Konferans yetkililerinden Prof.Dr. Richard Burdett ve ekibi Nisan Ayı'nda Urban Age konferans serisi tanıtım toplantısı için İstanbul'da mimarlarla bir araya geldi. Bu tanıtım toplantısının ardından Burdett ile söyleşi yaptık.

2007 senesi dünya tarihinde kentleşme açısından önemli bir kırılma noktası. Bu tarihte gezegende ilk kez kentte yaşayan nüfus oranı, kırsal alanda yaşayan nüfusu oranıyla eşitlendi. Gelecekte insanın kaçınılmaz yaşam alanları olarak kentler 5 yıldır London School of Economics (LSE) tarafından düzenlenen Urban Age konferans serisi kapsamında inceleniyor. Konferans serisinin bu seneki inceleme alanı İstanbul.

4-6 Kasım 2009 tarihlerinde gerçekleşecek etkinlik kapsamında, katılımcı mimarların çalışmalarının sunulması, yerel yönetimlerin, akademisyenlerin ve tüm ilgililerin katılımıyla İstanbul’un sorunlarının tartışmaya açılması planlanıyor.

Özlem Bahadır Kebabcı: Çalışmalarınızda mimarlığı daha geniş bir bağlama oturtmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?

Richard Burdett: Mimarlığı bağlamından kopuk ikonik objeler olarak görmüyorum. Yapıyı bağlamından kopuk düşündüğümüzde ciddi sorunlar yaşanabildiğini görüyoruz. Örneğin Amerika’da 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda pek çok yapı estetik değerleri sebebiyle değil, sadece çevresiyle kurduğu ilişkinin yetersizliği ve yanlışlığı sebebiyle kullanılmaz hale geldi.

Yapıların sosyal, çevresel ve ekonomik bağlamının anlaşılması çevresiyle kuracağı sağlıklı ilişki açısından önemli. Hiçbir şey tek başına bir obje değildir, her şey her şeyle ilgili, ilişkilidir. Mimariyi bu çerçevede değerlendirmek gerek.

ÖBK: Size göre kent nedir? Kentlerin sağlıklı oluşum ve gelişim süreci hakkında neler söyleyebilirsiniz?

RB: Kent, farklılıkların bir arada yaşayabildiği yerdir. İdeal kentte duvarlar yoktur.

Bugün kent yaşamında bana göre şu üç olgu özellikle önemlidir: “Ulaşım”, “çeşitlilik” ve “yerel yönetici kimliği”.

Toplu taşıma, kentlinin yaşam kalitesini yükseltebilecek önemli bir faktör. Tokyo’da nüfusun %80’i işlerine toplu taşımayla gidiyor. Ayrıca yapılmış uygulamalar aracılığıyla biliyoruz ki, toplu taşıma araçları ve sistemlerinde yapılan iyileştirmeler kişilere önemsendiğini hissettirirken, kentlinin aidiyet duygusunu pekiştiriyor.

Bir diğer önemli olgu, çeşitlilik. Her kent kendine özgüdür, kendi DNA’sı vardır. Bugün izole toplulukların arttığını, sosyal farklılıkların kopuk yerleşimlerle karşılık bulduğunu görüyoruz. Bu, üzerinde durulması gereken önemli bir konu. Çeşitliliğin olmadığı yerde kentten söz etmek de mümkün değil. Sorunların çözümünde en etkili olabilecek kişi ise kentin yerel yöneticisi. İyi bir yönetici sayesinde, kentliyle yönetim arasında sağlıklı bir ilişki kurulabilir; kentleşme sorunlarının çözümünde büyük mesafe kat edilebilir.

Elif Gül Güven: 2005 yılından bu yana kentleşme sorunlarının masaya yatırıldığı önemli bir organizasyon gerçekleştiriyorsunuz. Urban Age projesinin çıkış ve gelişim sürecinden bahsedebilir misiniz?

RB: Urban Age; London School of Economics’in (LSE) bir girişimi olarak başladı. Kentsel biçimleniş ile toplum arasındaki ilişkiyi incelemeye ve anlamaya çalışan mimarların, planlamacıların, farklı disiplinlerden gelen uzmanların ve Alfred-Herrhausen Society’in katılımıyla gelişen bir organizasyon haline geldi.

Konferanslar kenti tamamen farklı açılardan ele almak, göç, sosyal hareketlilik gibi konularda araştırma yapmak için de uygun bir ortam sağlıyor.

Urban Age aracılığıyla yapmaya çalıştığımız, bir kent belirlemek ve o kente ayna tutmak. Hiç kimseye ne yapması gerektiğini söylemek gibi bir niyetimiz yok. Bunun aynı zamanda yanlış bir tutum olduğuna inanıyorum. Fakat sahip olduklarını gösterebiliriz.

Daha önceki yıllarda New York, Londra, Şangay, Mexico City, Johannesburg, Berlin, Mumbai ve Sao Paulo’da düzenlediğimiz Urban Age atölye çalışmalarını ve konferanslarını bu yıl İstanbul’un kentleşme sürecini anlamak amacıyla gerçekleştireceğiz. Bu yapılan çalışmaların kentsel geleceğimizi deneyimlememizi sağlayacaklarına inanıyorum.

ÖBK: Urban Age serisinde incelenen kentler hangi kriterlere göre belirleniyor? Bu sene İstanbul kentini seçme sebeplerinizi öğrenebilir miyiz?

RB: Kentleri seçme işlemleri aslında çok karmaşık süreçlerden oluşmuyor. Bizim için günümüzde hızlı kentleşme önemli bir kriter. Bu anlamda bugüne kadar Asya, Afrika, Kuzey Amerika ve İstanbul dahil olmak üzere Avrupa’dan iyi örnek teşkil eden kentlerin seçildiğini düşünüyorum.

İstanbul zengin tarihi geçmişi, bugünü ve geleceğiyle Londra ile beraber Avrupa’nın en büyük megakentleri arasında yer alıyor. İstanbul’un stratejik konumu, Güneydoğu Avrupa, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’nun kentsel yaklaşımlarını anlayabilmek için önemli bir referans noktası oluşturuyor. Konferans’ta kentsel büyümeye odaklanan yaklaşımlar, kıtalararası coğrafi yapısının kentsel gelişimi nasıl etkilediği gibi konuların tartışılmasını umuyoruz. İstanbul kentinin çok kültürlü yapısı ve kentsel yaşama katılımın çok kültürlü bir toplumdaki yeri de üzerinde tartışılmasını umduğumuz bir diğer konu.

EGG: Urban Age Konferansları kapsamında 2007 yılında Mumbai’de verilmeye başlanan Deutsche Bank Urban Age Ödülü’nün 2009 yılı için üçüncü olarak İstanbul metropoliten alanı içerisinde yer alan bir projeye / projelere verileceğini duyurdunuz. Bu ödüllerin içeriğinden söz eder misiniz?

RB: “Deutsche Bank Urban Age Award”, 2007 yılından bu yana dünya nüfusunun yarısının karşılaştığı problemlerin fark edilmesi, çözümü ve farkındalığına yönelik projelerin seçilmesi amacıyla veriliyor. Deutsche Bank Urban Age Ödülü kapsamında, “21. yy çağı” olarak nitelendirdiğimiz “Kentleşme Çağı”nda insanların yaşadıkları şehirlerde katılımcı rol üstlenmeleri, toplumun yaşam standartlarını ve fiziksel çevre kalitesinin iyileştirilmesine yönelik projelerin seçilmesi hedefleniyor. Dediğiniz gibi ödül, 2007 yılında Hindistan’ın Mumbai kentinde iki projeye, 2008’de ise Brezilya’nın Sao Paulo kentindeki bir projeye verildi. Bu sene ise İstanbul metropoliten alanı içerisinde yerli ve yabancı jüri üyelerinin belirleyeceği projeye / projelere verilecek.

EGG: Urban Age Projesi kapsamında seçtiğiniz kentler için yapılan çalışmaların atölye çalışmaları ve konferanslardan oluştuğunu söylediniz. Bu süreçte İstanbul için beraber çalıştığınız ulusal ve uluslararası ölçekteki ortaklarınızı öğrenebilir miyiz?

RB: Urban Age İstanbul için, konferans hazırlığı süresince Arkitera Mimarlık Merkezi, London School of Economics, genç mimarlar ve şehir plancılarından oluşan ekiplerin katılacağı atölye çalışmaları düzenlenecek. Bu çalışmalardan elde edilecek öneriler ve analizler konferans öncesinde yapılan tartışmalara katkıda bulunacak. Urban Age Konferansları serisi organizatörleri, London School of Economics & Political Science, Alfred Herrhausen Society ve Deutsche Bank olacak. İstanbul kenti için bu çalışmalar sırasında rol alacak yerel partnerler ise, İstanbul Belediyesi, İstanbul Metropoliten Planlama Merkezi (İMP), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Deutsche Bank Türkiye.

ÖBK: Urban Age’in politikacıların, yöneticilerin, karar vericilerin zihninde bir takım değişiklikler yaratabilme imkanı tanıdığını söylüyorsunuz. Geçmiş çalışmalarınız arasında bu konuda bize verebileceğiniz bir örnek var mı?

RB: 2006 senesinde Urban Age konferansı çalışma alanımız Mexico City’ydi. Biliyorsunuz, Mexico City 18 milyonu aşan nüfusuyla dünyanın en geniş metropoliten alanlarından biri. Nüfusun yarıya yakın kısmı federal bölge içersinde, yarıdan fazlası ise Mexico Eyaleti’nde yaşıyor. Çalışmalarımız esnasında kentte politik açıdan biraz karışık bir ortam olduğunu gördük. Mexico Eyaleti ve Federal Bölge yetkilileri arasında sorunlar yaşanıyor ve sağlıklı iletişim kurulamıyordu. 2 yıldır belediye başkanı ve kamu yetkililerinin ulaşım planlamasını bütünleştirmek, mevcut sisteme entegre etmek hakkında aynı odada bulunduğu tek zaman, Urban Age konferansı aracılığıyla gerçekleşti. Bir uzlaşma zemini sağlanamasa, ya da bir orta yol bulunamasa da yıllardır ilke kez sağlıklı iletişim kurulmuş, belki de çözüm sürecinde ilk adım atılmış oldu. Bu sayede en azından her şeyin daha açık ve anlaşılır hale gelmiş olduğunu umuyorum.

ÖBK: Leon Krier, “ideal kent”in enlemesine ve boylamasına “yayılma” yoluyla büyüyemeyeceğini, yalnızca “çoğalma” yoluyla büyüyebileceğini iddia ediyor. Büyümenin en sağlıklı gelişimi sizce nasıl olabilir?

RB: Sınırlar olması gerektiğine katılıyorum, fakat Krier’in düşündüğü şekilde değil. Bence kentin gelişmesinin istenmediği çeperlerde bir sınırlama olmalıdır, ki Londra bu anlamda sahip olduğu yeşil kuşakla iyi bir örnek.

Krier’in fikirleri daha çok kasabalar ve az nüfuslu kentlerle ilgili. Ancak bugün 10 milyon nüfuslu kentler rahatlıkla olabiliyor. Öğleden sonra komşularımla futbol oynayabilmek hoş olurdu belki ama kent yaşamı konuları çok daha farklı ve karmaşık. Kentte sınırlar, kentin coğrafi hatlarına göre belirlenebilir. Kentte açık alanlarla bir denge sağlanmışsa, “yükseklik” ve “yoğunluk” başarılı bir şekilde yönlendirilebilir. Örneğin New York bu konuda ilginç bir örnek. Çok yüksek bir yoğunluk var ama hemen yanında onu dengeleyen büyük bir açık alan Central Park yer alıyor. İstanbul’da da “su” çok büyük bir açık alan teşkil ediyor. Ancak İstanbul’da da, Londra’da da olduğu gibi, halkın suya erişimini engelleyen çok sayıda özel yapı var. Bunlar, çözülmesi gereken önemli konular.

ÖBK: Kent nüfusu içinde yer alan ancak üretimde ve yaşamda yer almak için yeterince imkan bulamayan engelliler, yaşlılar vb. kişi ve grupların kente katılımı, katılım imkanları hakkında ne düşünüyorsunuz?

RB: Farklılık, çeşitlilik kenti kent yapan en önemli unsurlar. Burada entegrasyon çok önemli. Örneğin Londra farklılıkların bir arada yaşayabildiği bir kenttir. Farklı yerleşim bölgeleri de bir arada, iç içedir. Kentte aşılması gereken duvar yoktur. Kuvvetle inanıyorum ki, kentin fiziksel formu bu bütünleşmeyi oluşturmaya yardım edebilir, ya da buna karşı işleyebilir. Aynı doğrultuda işleyen sosyal, politik ve ekonomik politikalara ihtiyaç var. Fakat isterse dünyanın en iyi politikalarına sahip olsun, eğer o kentte gettolar, izole topluluklar varsa, kentte bir bütünleşik yapı oluşturmanıza imkan yoktur. Engelliler, yaşlılar, etnik gruplar vb. her türlü farklı grup için durum aynı. Hepsinin yaşama, üretime katılmasına ve bir arada varolmayı teşvik edici, destekleyici kentsel politikalar geliştirilmesine ve uygulanmasına ihtiyacımız var.

EGG: Özellikle saçaklanarak büyüyen metropoliten kentler, çeperlerde bulunan kırsal karakterli alanların yapısal değişim ve dönüşüm geçirmesine ve kentlerin beslenmesi için önemli bir nokta olan bu bölgelerin üretim yerine tüketim mekanı haline gelmesine neden olmakta. Bu bağlamda baktığınızda kentlerin geçirdiği bu süreç için ne gibi önlemler alınabilir?

RB: Hızla gelişen kentler için potansiyel besin ihtiyacının önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Konuyu elbette kapsamlı bir yaklaşımla ele almak gerekiyor. Fakat kısaca şunu söyleyebiliriz ki, kentlerin ekolojik ayak izlerinin gün geçtikçe artmaya devam etmesi ve besin yetiştirme alanlarının bu anlamda azalması besin ihtiyacının karşılanmasını ciddi yönde tehdit ediyor. Bu konuda en kötü örneklerden biri olarak Londra’yı gösterebilirim. Bölge içinde tarımsal alanların küçük sayılabilecek oranda kalması yeterli ve taze besin öğelerinin elde edilmesini zorlaştırıyor. Kentleri çevreleyen yeşil bantların sadece yeşil boşluklardan ibaret olmayıp aynı zamanda tarımsal üretime ev sahipliği yapabilecek şekilde planlanmasının bu anlamda atılabilecek doğru bir adım olduğunu düşünüyorum.

ÖBK: İstanbul’un en önemli sorunlarından biri de kentsel dönüşüm projeleri ve süreçleri. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

RB: Kentler, geçmişten bu yana özel çıkarlarla kamusal çıkarların çatıştığı bir alan olmuştur. Önemli olan bununla nasıl başa çıktığınız, bunun için ne gibi politikalar ürettiğinizdir. Pek çok şehirde bu sorun yaşanıyor, örneğin Urban Age konferansı kapsamında Bombay’ın Dharavi bölgesinde de aynı sorunla karşılaşmıştık. Bölgeyi iyileştirmek için oradaki halkın tamamen farklı bir yere taşınması gündeme geldi. Orada da ne yazık ki yerel halkın katılımı hiç yoktu.

Özellikle planlamada demokrasinin eksik olduğu yerlerde bu tür tartışmalar hep devam eder, bazı yerlerde daha çok, bazı yerlerde ise daha az. Örneğin İngiltere’de planlama komitesi yerel demokrasiyi daha fazla içselleştirmiştir. Ancak bu, orada bu sorunlar yaşanmıyor anlamına gelmez.

İnsanların tasarıma ve sürece nasıl dahil edileceğini o yere özgü koşullar ve imkanlar çerçevesinde tartışmamız gerek.

EGG: Bildiğiniz üzere İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentleri’nden biri olarak seçildi ve bu anlamda kültürel mirası koruma, yeni kültür altyapılarının oluşturulması, kentsel projeler ve mahalle iyileştirme gibi alanlarda çalışmalar devam ediyor. Urban Age – İstanbul çıkarımlarının bu sürece olası katkıları sizce neler olabilir?

RB: Bu tür projelerin, kentlerin aksayan yönlerine yeniden yapılanma sürecini beraberinde getirdiği oranda sağlıklı ilerleyebildiklerini düşünüyorum. Urban Age projelerinin ise her zaman altını çizdiği nokta, yeni girişimler yoluyla kentin sosyal anlamda yeniden kazanılması ve insanların yaşadıkları şehirlerde aktif rol üstlenmeleri ve ortak sorumluluk alma bilincinin kazanılması. Dolayısıyla Urban Age ve benzer çalışmaların takip edilmesi ve değerlendirilmesinin, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Programı gibi önemli organizasyonlarının hedeflerine ulaşmada elbette katkıda bulunacağına inanıyorum.

ÖBK: Biliyorsunuz dünyada kentler ve kent yaşamının insan ve toplum üzerindeki etkileri inceleniyor ve ortaya konan sorunlara dair çeşitli modeller, idealize kentler ve çözüm önerileri geliştiriliyor. Bu ve benzeri hareketler hakkındaki düşüncenizi öğrenebilir miyiz?

RB: Kent farklılıkların bir arada olduğu yerdir. Çeşitliliği öldürmediği, tek tipleşme yaratmadığı sürece bu ve benzeri oluşumlar, hareketler önemlidir. Bu tip hareketler, daha çok az nüfuslu küçük yerleşimler için gerçekleştirilebilir olmalarına rağmen dikkati belli sorunlara çekebilme ve sorunların tartışılır hale gelmesi açısından etkili olabiliyorlar.

ÖBK: Zaman içinde değişen koşullara bağlı olarak bazı kavramların içeriklerinin yetersiz kaldığı ve yeniden tanımlanması gerektiği söyleniyor. Urban Age konferans deneyimlerinizi aktardığınız Endless City başlıklı kitabınızda “Kamusal Alanı Yeniden Tanımlamak” başlığını görüyoruz. Bu bağlamda “kamusal alan” kavramının yeniden tanımlanması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

RB: Beş bin yıllık kentsel geçmişe baktığımız zaman kentler, özel çıkarlarla kamusal çıkarların çatıştığı bir alan olmuştur. Hangi şehre gitseniz ve hangi projeye baksanız, özellikle geç 20. yy yapılarına baktığımızda, % 99,9’unun kamusal alan oluşturma konusunda olumsuz bir tablo çizdiğini görüyoruz. Kamusal alanın yeniden tanımlanması gerekli olabilir, kamusal alanın kimlerin kullanımına açık olduğu, olması gerektiği, mimari açıdan binaların cephelerinin kamusal alanla ilişkisi vb. sorular 20. yy’ın kritik sorusudur.

Ulaşılabilir ve demokratik bir kamusal alan olmadan, kent kent olmaktan çıkar, sadece keskin sınırlarla ayrılmış, birbirinden kopuk toplulukların bir arada bulunduğu bir yer olur. Bence bu büyük bir tehlike. İstanbul’a bu açıdan bakıldığında durum çok endişe verici. Önümüzdeki 10 yılda durumun bu şekilde devam etmesi halinde, ne yazık ki “kent” olmayan bir “kent”e sahip olabilirsiniz.

EGG: Çalışmalarınızda ve konferanslarınızda sürdürülebilirlik kavramının sadece çevresel açıdan değil aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan da ele alınması gerektiğini hatırlatıyorsunuz. Buna göre sizce kentlerin sürdürülebilir olması için sahip olması gereken özellikler nelerdir?

RB: Bugüne kadar toplumlar ve fikirleri sürekli değişiklik göstermiştir. Dolayısıyla kentler bu değişime ayak uydurmak ve aynı oranda gelişim göstermek durumundalar. Bunu sürdürülebilirlik bağlamında önemli buluyorum. Bu anlamda kentsel planlamacıların daha esnek tasarlama anlayışına sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Son 50 yıldır şehirler arabaya ihtiyaç duyacak şeklide tasarlandı, oysa petrol fiyatlarının artması ve çevresel sorunlar geleceğin şehrini gittikçe benzine bağlı olmayan taşımacılık biçimlerine adapte etmeye ihtiyaç duyacak hale getiriyor.

Bunun yanı sıra sürdürülebilir kentler bana göre daha kompakt formlarda, nüfus artışına paralel yoğunluklu yerleşim alanlarına, karışık arazi kullanımlarına ve az enerji tüketimine olanak verecek ve insan odaklı olacak şekilde yeniden tasarlanmalılar. Örneğin günümüzde Mexico City, her yönden sonsuzluğa uzanırcasına yayılan kentsel yapısıyla sürdürülebilir olmaya imkan tanımayacak hale gelmiştir. Los Angeles için de aynı şeyi söyleyebilirim. Sahip oldukları altyapıları, yolları, kanalizasyon sistemleri ve enerji nakil hatları sayesinde kentin zararlı etkilerini kısıtlı bir alanda tutup olumsuz dışsal etkileri azaltamaz ve enerji denklemine verimli bir yanıt sağlayamaz haldeler.

Sadece çevresel etkilere cevap verecek nitelikte değil aynı zamanda estetik ve sosyal anlamda sorumluluk taşıyan kentleri sürdürülebilir olarak nitelendirebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü kent, insanları bir araya getiren, düşüncelerin rahatlıkla dile getirildiği ortak ve demokratik bir mekandır aynı zamanda. Bu hususta çevresel, sosyal ve mekana ait söylemlerin bütünüyle aynı yöne hareket ettiği bir kentten gerçek kent diye bahsedebiliriz.

EGG: Kentlerin en önemli parçası olan binalar günümüzde enerjiyi etkin kullanabilen ve hatta kendi enerjisini üretebilen, iç hava kalitesini iyi yöneten ve sera gazı oluşumuna engel olan sistemleri bünyelerinde barındırmaya başladı. Bu anlamda binalar, son 20 yıldır dünyanın birçok ülkesinde, çevresel etkilerine göre değerlendirildikleri bir takım metodlara göre tasarlanıyor ve inşa ediliyor. Bu değerlendirme metodları hakkında ne düşünüyorsunuz?

RB: Binaların günümüzün en büyük sorunu olan fazla sera gazı salınımında aktif rol oynadığı açık bir gerçek. Bina çevresel değerlendirme metodlarının da sürdürülebilir kalkınma politikası içerisinde önemli olduğunu düşünüyorum. Fakat bu standartlar için önemli gördüğüm noktalar için şunları söyleyebilirim, yeni binalarda kolay uygulanabilir olmasının yanı sıra mevcut binalar üzerinde uygulamaya geçirmek o oranda zor olabiliyor. Ayrıca sistemlerin iklim, ekoloji, kültür, altyapı, tarihsel bağlam, politik kararlar ve coğrafya gibi yerel farklılıklardan ve kullanıcı ihtiyaçlarından bağımsız ele alınmaması gerektiğini düşünüyorum.

EGG: Son olarak bu zamana kadar sayısız kentsel soruna cevap arayan ve yaklaşık dokuz kentte Urban Age sürecini yaşamış biri olarak bizimle kentleşmenin bugünü ve olası geleceği hakkındaki fikirlerinizi paylaşır mısınız?

RB: Her kent sosyal, ekonomik ve çevresel anlamda sahiplendiği rolü, biçimlenişiyle açıkça ortaya koyar. Bu nedenledir ki, bizler kentlerin formları ile kentsel toplum arasındaki ilişkiyi inceleyerek kentlerin sahip olduğu her türlü sorunu masaya yatırıyoruz. Bu sayede küreselleşme, göç, işsizlik, sosyal sınıf farklılığı ve sürdürülebilirliliği günümüzün hızla kentleşen alanlarının karşılaştığı ortak sorunlar olarak sayabiliriz. Bu sorunları açıkça görmeli ve üzerinde durmalıyız. Örneğin artan nüfusa karşılık kentsel altyapının hizmet veremediği noktalarda hızla altyapı değişikliğine gidilmesi, sosyal birleşmenin sağlanması için kenti duvarlardan arındırmaya çalışmak ve kentsel yönetim sisteminin çalışmadığı durumlarda mevcut sistemin revizyondan geçirilmesi ve yeni bir kentsel planlama modeli anlayışının belirlenmesiyle, fizikselin sosyal ile olan bağının güçlendirilmesi amaçlanmalıdır.

Etiketler

Bir yanıt yazın