“West 8’i çok farklı bir Hollanda ofisi olarak görüyorum”

Pınar Gökbayrak ve Burçin Yıldırım, West 8'ın ortaklarından Martin Biewenga ve West 8'da çalışan mimarlardan Arman Akdoğan ile bir Söyleşi gerçekleştirdi.

Pınar Gökbayrak: Konuşmamıza Türk mimarlık ortamının genel Hollanda mimarlığı ve yeni gelişmelerle gerçekten yakından ilgilendiğinden bahsederek başlayabiliriz. Bu bağlamda West 8 kendini nasıl tanımlıyor? Ve genel Hollanda mimarlığıyla kıyaslandığında ortak ve farklı yönleriniz neler?

Martin Biewenga: West 8’i çok farklı bir Hollanda ofisi olarak görüyorum. Hollanda kentlerini seviyoruz, bu bize çok ilham veriyor. Ama elbette ki Hollanda dışında da çalışıyoruz. Ve bir tasarım aracı olarak kullandığımız önemli bir Hollandalı yaklaşım da var: Yabancı ülkelerdeki tasarım tekniğimiz, çalıştığımız bölgenin, bölgenin ilhamının, ülkenin o bölgesiyle ilgili iyi bir araştırmanın üzerine kurulu. Yani, Hollandalılar için Superdutch olduğumuzu söyleyebilirim, yabancı projelerimiz için gerçekten bölgeye odaklanıyoruz.

Burçin Yıldırım: Superdutch tanımlamasının biraz fazla gösterişçi olduğunu düşünmüyor musunuz? Superdutch adlı yeni bir kitap da var gündemde şu an.

MB: Yani, Hollanda’nın peyzajını ve bütün kentlerini gerçekten seviyoruz. Şu sıralar olanlar bizi gerçekten endişelendiriyor. Ülke yeni kentsel projelerle son hızla doluyor. Hollanda’nın gelişiminde çok önemli bir nokta şuydu; denize karşı bütün o savaşlarda, büyük projelerde hep büyük ölçek hakimdi. Ve şimdi her şey çok küçük bir ölçeğe doğru ilerliyor. Ülke çok büyük değil, o yüzden Hollanda için tasarlamak çok kolay. Ama politik olarak, iş dünyasında bu oldukça zor. Eğer Hollanda’nın gelişimine bakarsanız, nereye gittiğimiz konusunda hiçbir fikrim yok. Bir politikacıya sorsanız, o da bilmiyor. Bizim peyzajımıza uygun kentleşme konusunda hiçbir görüşleri yok.

Arman Akdoğan: Ama 1960’larda biliyorlardı. Bana öyle geliyor ki; son birkaç yılda buradaki hükümet ve halk görüşü, kentsel planlamadaki yönünü kaybetti, özellikle de yeni göç politikalarıyla ya da nüfus artışıyla ilgili net kararlar yok. Tabi ki bu; şu anda küresel olarak düşüşteki ekonomiyle de bağlantılı. Sorunlar aynı zamanda tüm dünyada olduğu gibi Hollanda’daki şiddetli kültürel çatışmalarla da ilgili. Buradaki orta sınıfın kentsel yayılmaya karşı inanılmaz bir eğilimi var, göçmenler kentin boşluklarını doldururken onlar terk ediyorlar. Bence yakın gelecekte Avrupa’da ellilerde olduğu gibi radikal kentsel kararlar görmemiz mümkün olmayacak.

MB: Evet, tabi ki bu savaştan sonraydı. Tamamen gelecek üzerine, ülkenin yeniden yapılandırılması üzerine odaklanılmıştı. Büyük projeler üretmek, aynı zamanda yeni meslekler ortaya çıkarır.

PG: Bildiğimiz kadarıyla, hükümet hala mimari ortamı destekliyor?

MB: Tabi ki destekliyorlar, ama sadece fikir aşamasında. Ve tabi ortalarda pek çok fikir var… Ülke fikirler içinde boğulmuş. Etrafta gezerseniz, pek çok fikir görüyorsunuz. Ama büyük resmi görmüyorsunuz, benim sorunum bu. Büyük resim yok. Yalnızca küçük fikirlerin ve küçük müşterilerin toplanmış hali. Mesela, müşteri otoyol çıkışına yakın bir ofis binası istediğini söyleyebiliyor.

PG: Superdutch kitabına dönersek, Burçin gösterişçi olup olmadığını sormuştu çünkü bu bir şekilde mimarlığı ulusal bir kimliğe bağlamak. Ve ardından da bu ulusal kimliği daha da üstün tanımlamak… Yani mimarlığın kendisi değil, arka plandaki ulusal kimlik… Bunu bir ulusa bağlamak sizce gösterişçi bir tavır mı?

MB: Bence öyle, ama ben bunu yaptığımızı düşünmüyorum.

AA: Superdutch kitabının yazarı, Bart Lootsma Berlage Institute’de benim tez danışmanımdı. Çok iyi bir eleştirmendir ve burada oldukça tanınır, bunu telafi etmek için benim de içinde bulunduğum “araştırma için araştırma” denebilecek pek çok mimari inceleme kitabı yayınladı. Bunların içeriği geçtiğimiz yüzyılın Le Corbusier, Hilberseimer, Bruno Taut gibi mimarların inceleme yöntemleri üzerine odaklanmıştı.

Superdutch üzerine tartışmalardan sonra, eleştiriler üzerine birkaç itirafta bile bulundu. Kitabın adı, İngiliz yayıncı tarafından ticari amaçlarla önerilmişti. Ama Rem Koolhaas’ın kitabın ismi konusundaki şiddetli eleştirisi sonucu büyük bir mesele haline geldi. “Hollandalılar süperi hak edecek hiçbir şey yapmamıştır.” dedi ve yeni bir mimarlığı ulusal kimlik üzerine kurma fikrini eleştirdi.

Bu kitabın Hollanda medyası için biraz hata olduğunu söylemeliyim ama aslında Hollanda’yı iyi temsil etti. Markalaşmakta oldukça başarılı oldu.

Martin’in West 8 hakkında Superdutch’tan kastettiği şey, kitapta bahsi geçen gibi bir ofis ya da ulus olarak süper olmak değil. Bence daha çok Hollanda kavramına ve tasarım tekniklerinin tarihine süper bağlı olmayı ifade ediyor.

MB: Açıkçası ben kitabı okumadım.

AA: Kitabın içeriği zayıftı, yorum yoktu, çok az metin çoğunlukla resim vardı. Bence bu kitabı daha çok diğer uluslardan insanlar okudu. Ben “suüper mucizelere inanma”yı gülünç buluyorum. Mimarlığı Avrupa’nın çerçevelenmiş resimlerinden okuyan pek çok mimar var. İşte bazıları içeriği böyle gevşetiyor.

MB: Ama bence 1990’larda Hollanda mimarlığının bu kadar popüler olmasının nedeni, o dönemde ülkede bir nevi proje patlaması yaşanmasıydı. Pek çok genç mimar inşa etme alanına girme şansı buldu. Ve bence genel Hollanda yaklaşımı çok pragmatiktir. Tüm sorunları açıkça ortaya koyarsınız ve sırayla hepsini çözersiniz. Ve böylece tasarlayabileceğiniz serbest bir alan da kalır. Bence doksanlarda bu çok Hollandalı bir tavırdı. Finansal ya da konstrüksiyon sorunlarını çözdüğünüzde, çalışmak için boş bir alan kalıyor. Ve mimarlar bu alanı değerlendirdiler, bu yüzden bu diğer ülkeler için çok önemli. Bu geleneksel Berlage tarzını değiştirmek için bir fırsattı.Ve tabi ki Hollanda’da bu işi yapanlar ve müşteriler de açık fikirliydiler. Bir mimar/kent planlamacı/peyzaj mimarı olarak, müşteriniz bir şeyi istemezse, bu umutsuz bir durumdur. Ama müşteriniz yeni fikirlere açıksa her şey kolaylaşır. Yani bu bir lükstü ama artık değişti. Şu sıralar Hollanda oldukça iç karartıcı. Hollanda’da üretilen mimarlık doksanlarda çok deneyseldi ama şimdi ticari yönü ağır basan bir tür retro-mimarlık. Retro-mimarlık çok popüler, özellikle konut pazarı biraz kurnazsa ya da müteahhit daha güvenli bir konsepte yönelirse… Şu anda Hollanda’da güvenli konsept: Frank Lloyd Wright ve 1930’lar. Bu tarzda yaparsanız satar. Şu sıralar deney yaparsanız kayberseniz.

BY: Her türlü deneye olan bu açıklık yanlış yönlenmelere ya da gerçekten çok kişisel tasarımlara yol açıyor mu? Bu konuda herhangi bir endişeniz var mı?

MB: Evet, deney yaparsanız yanılırsınız. Mesela MVRDV; yaptıkları yapılar, binaları organize ediş biçimleri son derece kavramsaldır. Bireysel bir ifade, çok deneyseldir. Ama yapılar mimarlık düzeyinde çok zayıftır. İyi detayları ve kompozisyonları olan geleneksel mimarlık düzeyinde ise zayıftır, bu anlamda aslında mimariye hiçbir şey katmaz. Kavramsal düzeyde evet, katar. Bu binalar yaşlanmıyor, sadece mimarların zihinlerinde kalıyorlar. Bana katılıyor musunuz bilemiyorum.

AA: MVRDV’nin ünlü bir isim olduğu aşikar ve burada isim satıyor. Elbette mimarlıkta güçlü bir gündem ve güçlü bir yön tutturmakta sorunlar yaşıyorlar ama onları diğer ofislerden farklı kılan şey inanılmaz derecede radikal ve kavramsal olabilmeleri. Burada Avrupa’da, fikirleri ve kavramları satın alan müşteriler ve belediyeler bulunuyor. Her şey iyi detaylandırılmış mimarlıkla ilgili değil. West 8 kent ya da kentin belirli bir kesimi için imajlar ve kavramlar üretmekte başarılı. Bu fikirler bir yerin mimari tasarım tarihini değiştiriyor. Burada ofiste, ileride kent için birer ikon haline gelecek pek çok provokatif proje gördüm.

MB: Bence Borneo & Sporenburg iyi bir örnekti çünkü Borneo & Sporenburg radikal bir düzendi. Hollanda koşulları için çok ağırdı ve tabi ki bu müşterinin programı dahilindeydi. Çok yüksek yoğunlukta alçak konutlar istediler. Ama sonrasında süreç devam ederken, daha önce hiç yapılmamış olan, verandası ve araba park yerini içeride bulunduran bu tipolojiyi geliştirdik. Bu bir deneydi. Bu deneyi gerçekleştirebilmek istiyorsanız doğru kentte ve şanslı olmalısınız ve bu kent de Amsterdam’dı. Amsterdam’da özellikle ev satın almak isteyenler için büyük bir konut ihtiyacı vardı. Yerel yönetim çok iyimserdi ve limanı geliştirmek istiyorlardı. Şimdi bakarsanız proje oldukça başarılı. İnsanların, çocuklarının oyun oynayamaması konusundaki şikayetleri dışında oldukça başarılı. Yeterince kamusal alan yok, en büyük şikayetleri bu. Ama bunun gibi bir kavram başarısız da olabilirdi, insanlar beğenmeyebilirdi. Eğer mimarlıkta aşama kaydetmek istiyorsanız risk almanız gereklidir: Biliyorsunuz şu sıralar, yetmişlerin hatta seksenlerin mimarlık kavramlarını yeniden kullanıma sokuyoruz. Çoktan geri dönüşüme uğradılar. Koca mahallele tahrip ediliyor. Çünkü bir hata yaptılar, hadi yenisini deneyelim! Ve tabi ki hata yapma korkusu gerçekte çok da üretken değil. Bilmiyorum sorunuza cevap verebildim mi?

PG: Ofisinizin genel düzeni ve nasıl çalıştığı hakkında da biraz bilgi verebilir misiniz? Projeler nasıl geliyor, West 8’in ismi yüzünden mi yoksa siz de mi yarışmaları tercih ediyorsunuz? Projeler geldikten sonra ofis kendini nasıl organize ediyor?

MB: Ofis şu anda 45 kişi. Arman gibi mimarların da olduğu karışık bir grup. Ben bir kent planlamacısıyım. Bir grup peyzaj mimarımız var, bir de kamusal alanlar için mobilya ve aydınlatma elemanı tasarlayan tasarımcılarımız var. Ve daha çok teknik eğitime sahip bir grup elemanımız da var. Yani eğitimlerini teknik kentsel planlama üzerine yaptılar, sokakları detaylandırma gibi ya da teknik bir peyzaj mimarlığı eğitimi aldılar ve bütün ağaçları tanıyorlar, hangi koşullarda yaşayacağını ya da yaşamayacağını biliyorlar. Ve tabi ki sekreterler ve idareciler var. Yani genelde kentsel planlama üzerine odaklanıyoruz ve gerçek mimari tasarım yapmıyoruz. Ve bunu kentsel bir yöntemle yapmamaya, çok net bir pozisyonu korumaya çalışıyoruz.

İkisini de yapan mimarlar da var. Kentsel tasarım ve ardından mimarlık yapıyorlar ki bu ticari yönden çok ilgi çekiyor. Ama kentsel tasarımcının pozisyonu biraz daha şüpheli çünkü kendi işinizi yargılamak zorundasınız. İşiniz mi yoksa büyük hayaliniz mi? O yüzden biz işleyişte kentsel tasarımcı olarak kalmayı tercih ediyoruz. Böylece bir sürü incelemeden sonra bir tasarım yapıyorsunuz. Ve eğer iyi bir iş yaparsanız sizi idareci olarak terfi ettiriyorlar, demek oluyor ki; siz kentsel tasarım bittikten sonra onu denetliyorsunuz. Yani mimarlarla ve kamusal alan tasarlayan insanlarla çalışıyorsunuz. Ve çok ilginç, çünkü mimarlık ölçeğinde gerçekten çalışmaya devam ediyorsunuz. Plan bittikten sonra iş bitmiyor, hatta cephelerin detaylandırılmasına ya da sokaktaki taşlara kadar tartışmaya devam ediyorsunuz. Kentsel tasarım, aslında başından sonuna kadar bir süreç ve bu çok ilginç.

PG: Kentsel tasarımda ölçek çok ilginç.

MB: Yani aslında, bir şekilde bütün gösteriye tanık oluyorsunuz.

AA: Kenneth Frampton Rotterdam’daki son konferansında West 8’den, peyzaj mimarlığını ve kentsel tasarımı başarıyla birleştirebilen tek ofis olarak söz ediyordu.

MB: Elbette, 15 yıl önce West 8 bir peyzaj mimarı olan Adriaan Geuze ile başladı. Eğitimini bir peyzaj mimarı olarak almıştı. Ama Hollanda çok kentselleştiği için peyzaj mimarlığı alanı direk olarak peyzaj ve kent alanına çekilir, kentsel peyzaj mı otoyol peyzajı mı?.. Ve bu konu üzerine fikir üretmeye başladığımız anda kentsel tasarım planlaması konusuna geliyoruz. Pek çok yarışmaya katılıyoruz. Şimdi bile müşterilerimiz bizden sipariş istiyorlar, bunlar bir tasarım yapmak için ciddi siparişler ve gerçekleştiriliyorlar da. Hala pek çok yarışmaya katılıyoruz çünkü pek çok durumda yarışmalar çok heyecanlı işler. Bu yüzden ofiste ilham yaratmak adına yarışmalar çok işe yarıyor. Normalde bir müşteriyle gerçekçi bir öneri üzerinde çalışırken pek çok toplantı ve görüşme yapıyorsunuz, projenin gerçekçiliği sürecin ruh halini belirliyor. Bir yarışma süreci ise çok ilginçtir, müşteriyle toplantılar yapmanız gerekmez. 3-4 ay boyunca bir tür vakum halinde çalışırsınız, bu normal süreçte üretmeyeceğiniz fikirleri doğurur ve bence bir ofisin gerçekten buna ihtiyacı vardır. Bir şeyleri sürekli yeniden keşfetmek zorundasınız. Eğer yarışmayı kazanamazsak, yarışmada keşfettiğimiz şeyleri gerçek projelerimizde uygulamayı deniyoruz, zaten pek çok inceleme yapmış oluyorsunuz ve müşteriyi çok daha kolay ikna edebiliyorsunuz. Kısacası çok yarışmaya katılıyoruz ve çok da kazanıyoruz, yarısı kadarını sanırım.

PG: Aslında size mimarlık ve kentsel tasarım anlayışınızı sormak istiyorduk ama siz bir şekilde cevaplamış oldunuz. Ama hala bu konuyla ilgili öğrenmek istediklerim var. Mesela MVRDV mimarlığı, kentsel tasarım ve iç mimarlık arasında bir arayüz olarak tanımlıyor. Siz kentsel tasarımı mimarlıkla nasıl ilişkilendiriyorsunuz? West 8 için ikisi arasındaki bağlantı nedir?

MB: MVRDV, kendi perspektifinde bence gayet haklı. Mesela Hilversum’daki televizyon binalarının içine ilk girdiğimde gerçekten hayret ettim. Bir tür mimarlık günü gibiydi, bina Hollanda’nın tüm mimarlık camiasına açıktı ve herkes oradaydı. Ve bu bölgenin orman peyzajını binanın içine nasıl entegre ettiklerine çok şaşırdım.

Restoranın konumu da gerçekten çok güçlüydü. Restoranın da dahil olduğu büyük bir mekan var ve bu bir tüp şeklinde. Bu tüp yatay konumda durmuyor, hafif aşağı doğru ormana odaklandı. Bir kamera gibi konumlanmış. Herman Hertzberger gibi çok saygı duyulan birçok mimar oradaydı ve hepsi binanın etkisi sonucu sessiz kaldı. Etkileyici! MVRDV bunu tek bir binada yapmayı gerçekten başardı ve çok güçlü bir şekilde büyük ölçekli peyzajı binanın içine entegre etti. Biz ise pek çok farklı iş yapıyoruz, ama kentsel tasarımda, diyebilirim ki daha çok geleneksel bir pozisyon alıyoruz. Mimarlığın ve peyzajın ne olduğu arasında çok güçlü bir çizgi var. O sınır da binanın kapısında başlar. Ve bence bu, her şeyin açık olduğu Hollanda’da modernist harekete karşı bir reaksiyon. Müstakil bir bahçe kamusal bir meydanın ya da sokağın yanında duruyor. Ve şu anda bir zamanlar modernist yaklaşımla tasarlanmış bu muhitlerin bir analizini yaparsanız, bir sürü sorunları olduğunu görebilirsiniz. İnsanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar, kendi konutlarında ya da bahçelerinde evlerindeymiş gibi hissetmiyorlar. Çünkü kişisel gizlilikle kamusal alan arasındaki çizgi çok net değil. Biz kentsel tasarımlarımızda hep bu çizgiyi net hale getirmeye çalışıyoruz. Ama tabi ki, peyzaj her zaman işimizin büyük bir bölümü ve normalde işi her zaman daha büyük bir ölçekte incelemeye başlıyoruz. “Yeni bir semti ya da kent merkezini ya da çalışma alanını çözebilir miyiz?” sorusuyla başlıyoruz çünkü ilginç. Şu anda ofisimiz Maas Nehri kıyısında; Maas Nehri İsviçre’ye kadar Avrupa’yı boydan boya geçiyor ve siz de sanki çok büyük bir ölçeğin veya kavramın parçasıymışsınız hissini uyandırıyor. Biz her zaman peyzajı küçük ölçekli projelerimize dahil etmeye çalışıyoruz.

BY: Türkiye’de peyzaj mimarlığı çoğunlukla küçümseniyor. Bazen yeteri kadar ilgilenilmiyor veya bu konudaki uzmanlar ilgilenmiyorlar. Hollanda’da peyzaj tasarımına yeterli önem veriliyor mu?

MB: Hangi ölçekte baktığınıza göre değişir. Biz her zaman müşterinin bizden yapmamızı istediğinden daha çok şey yapmak isteriz. Son 10 yılda Hollanda’da kamusal alan tasarımları çok saygı görüyor. Pek çok kentte görebilirsiniz; kamusal alanın ne kadar önemli olduğunu yeniden keşfettiler. Elbette bütün bu süreç, 15 yıl önce Barselona’da başladı. Ve bu yaklaşım Hollanda’da orada olduğundan daha farklı gelişti, çünkü orada her şey özeldi, her meydan eşsizdi ve köşeyi dönünce bir başka eşsiz meydanla karşılaşıyordunuz. Bu çok heyecanlı bir süreç ama dezavantajları da var çünkü büyük bir kentte kontrol etmek ve korumak çok zor. Bizim Barselona’dan öğrendiğimiz ders; kentlerde kamusal alanları son derece basit bir yaklaşımla tasarlamak oldu. İyi tasarlanmış olmalı ama neticede bir kentte ilginç bir mimari, ilginç bir park yerinden daha önemlidir. Ve bunu ancak bir ya da iki kez yaparsınız ve içinde tasarladığınız kent sizin için çok özelleşir. Ama her şeyi özel yapamazsınız, aptalca olur. Sokak sadece sokaktır, bildiğimiz taşlar… Yani biz şanslıyız, liman gibi çok özel yerleri tasarlayabildiğimiz için ve şimdi de Londra’da meydanları yapıyoruz. Büyük bütçeli ve çok heyecan verici. Ama daha büyük ölçekte, peyzaj mimarlığının pozisyonu çok da iyi değil. Bundan daha önce de bahsettiğim gibi, mesela Hollanda’da Randstad’da [Hollanda’da, Rotterdam, Amsterdam ve Lahey’i de içine alan çevredeki kentlerin tanımladığı toplam alana verilen ad.] peyzaj diye bir kavram yok. Tasarım yok, peyzaj gerçekten değerinin çok altında görülüyor. Kentsel yayılma peyzaj mimarlığından çok daha önemli. Peyzaj daha çok bir artık gibi, arta kalan bir alan… Şu günlerde daha güçlendirilebilir ve doğal gelişimler popüler. O zaman doğal bir alan yapıyorsunuz, ama çok küçük oluyorlar, mesela 10 hektarlık harika bir doğa ve sonra bitiyor, aptalca, çünkü biliyoruz ki doğayı tasarlamak istiyorsanız bağlantı kurabilmelisiniz. Ekolojik bağlantılar kuramazsanız onu koruyamazsınız. Ama büyük ölçekte, peyzaj mimarlığının Hollanda’da iyi bir pozisyonu olduğunu düşünüyorum.

PG: Sizin kendi yaklaşımınızdan da bahsetmek istiyoruz: Türkiye’de peyzaj tasarımından anlaşılan neredeyse ağaçlar, bitkiler ve benzeri doğal çevre ile sınırlı. Ama siz tasarımlarınıza, yeni karakteristikler yaratmak için yeni malzemeler ve dokular ekliyorsunuz. Peki bu yeni bir peyzaj tanımının ortaya çıkmasına yol açıyor mu? Doğa ve yapay alanlar arasında yeni bir ilişki mi?

MB: Her şey ne tür bir peyzaj tasarladığınıza göre değişir.

PG: Örneğin, Tilburg’daki Interpolis Bahçesi.’nde kullandığınız “kurumuş nehir” fikri… Yeni bir malzeme ve doku öneriyorsunuz ve proje bir anda bambaşka bir şey haline geliyor.

MB: Evet, tabi ki bunun gibi bir bahçede neredeyse kaldırım için tasarlamak durumunda kalıyorsunuz, o kadar küçük ki… Bir kamusal alan tasarlamaktan farklı çünkü orada insanları gerçekten şaşırtma, heyecanlandırma ve peyzajın perspektifini değiştirme şansınız var. Kurumuş nehir fikri insanları şaşırtmak içindi.

BY: Ben Borneo & Sporenburg projesine dönmek istiyorum. Bu projede çalışan diğer mimarlarla nasıl bir araya geldiniz ve bir kentsel tasarımcı olarak hangi noktaya kadar kontrol sizin elinizdeydi ve hangi noktadan sonra diğer mimarlar kendi kimliklerini yansıtmaya başladılar?

MB: Tasarım çok zordu, talep o kadar yoğundu ki; geleneksel tipolojileri kullanamazdık. Sonunda arazi için en ideal strüktürü yarattık, biz bunu, bölgede oldukça sert bir parselleme diye adlandırıyoruz. Yapının tipolojisi üzerinde pek çok araştırma yaptık. Yani mimari tasarımdan önce, kesitleriyle vesairesiyle çok fazla tipoloji tasarladık. Müşteri bu konuda çok tereddütlüydü, konutlar için yaptığımız maketi gördü, ona fikri açıkladık fakat o, insanların bunu almak isteyip istemeyeceğine emin olmadığını söyledi. Biz de ondan bir grup mimarı davet etmesini istedik ve bir workshop düzenledik. Bu kentsel tasarım sürecinde gerçekleşti, böylece çok erken bir aşamada mimarları davet ettik ve onlara küçük, 5m’ye 15m boyutunda 3 katlı bir binanın maketini sunduk. Bazı sorunlarımız vardı çünkü arabanızı park etmek zorundaydınız, günışığına ve bir terasa ihtiyacınız vardı. Evler sırt sırta bakıyordu. Onlardan, müşteriyi bu fikrin işe yarayacağına ikna etmemiz için yardım istedik. Bu işe katılan 20 kadar mimar vardı, hepsi bu konuda inceleme yaptılar, bu aynı zamanda onlar için de bir meydan okuma haline geldi.

Sonunda, gerçekten soruna bir çözüm bulan bir mimar çıktı ve bu çözüm Borneo & Sporenburg için standart bir tip haline geldi. Yani mimarlar, sürecin çok başlarında iyi kalitede bir ev tasarlayabilecek uzmanlar olarak projeye dahil olmuşlardı. Bu yeni tip konutla, müşteri bu evleri satabileceğine ikna oldu. Sonra biz de bütün kentsel tasarımı bitirdik. Kentsel tasarımın içinde mimarlar için birkaç ilke var. Kahverengi, kırmızı, sarı tuğlayla çok Hollandalı bir kent yapmak istedik. Tabi yükseklik konusunda bir sınırlama vardı, 3 katlı bir yapı olmak zorundaydı. Biz 2 kural daha koyduk; ilki pencerelerin hepsinin ahşap olması ve giriş kapılarının her zaman yüksek tutulmasıydı. Eğer 19. yüzyıl mimarlığı çalıştıysanız bu tür yüksek bir giriş kapısına hep rastlarsınız; analiz ederseniz giriş kapısı her zaman büyük ve yüksektir, evlerin girişleri kocamandır. Bunlar sadece, atmosferin biraz daha istikrarlı olmasını sağlamak için mimarları yönlendirecek birkaç kuraldı. Sonra müşteri ve belediye de bu kentsel şemayı kabul etti. Bu şema üzerinde çalışan 70 mimar vardı. Daha çok vazifeyle bunu 3 kişi olarak da bitirebilirdik ama şimdi daha az görevi olan 70 mimar var. Bunun bir nedeni, kentsel tasarımı daha az yaralanabilir hale getirmekti. Eğer bir mimarınız varsa bir konut prototipiniz olur ve bunu 200 kere kopyalamak zorunda kalırsınız. Eğer bir kez hata yaparsa, tasarım kötü olur ve semtin büyük bölümü ilginç olmaktan çıkar. Pek çok mimarı birlikte çalıştırırsanız, semtte pek çok farklı tat olur ki bu ilginçtir. Bazılarına 50 ev yaptırırsınız ama asla bir cadde üzerinde yanyana 50 ev değil… Projeleri daha küçük parçalara bölüp ondan sonra inşa ettik. Ve müşteriyle belediye, bu noktada denetleme işini bize verdi. Tüm mimarlar tasarımlarını bizim ofisimize yolladılar. Ama bizim için önemli olan, ki Hollanda’da çok rastlanır, içteki kentsel tasarımda standart bir kalitenin tanımını yaparsınız. Örneğin, Borneo & Sporenburg için tasarlanan bu tipoloji standart bir tipti ve herkes kendininkinin iyi yaşam koşulları olan iyi br tip olduğuna inanmıştı. Eğer mimar işini yeteri kadar iyi yapamazsa sürecin dışında kalır ve konutu tekrar tasarlamak zorunda kalır ama eğer daha iyisini yaparsa ona izin veririz. Bu sistem bir anlamda oldukça esnektir ve ortak amacımız kaliteyi artırmaktır.

BY: Ve bu projenizde, bireysele odaklanabilmek için kamusal alanları da yaşama alanlarının içine yerleştirdiniz. Sosyolojik olarak bunun nasıl bir etkisi var? Demek istediğim, kamusal alandan çok bireyselliğe odaklanmışsınız.

MB: Daha önce de söylediğim gibi, orada yaşayanlardan duyduğum bir şikayet; yeterince kamusal alanları olmaması çünkü konut alanları oldukça büyük. Çocukları için oynayacak yer olmadığını söylüyorlar çünkü Borneo’nun ortasında yalnızca bir park var. Oynayacak nesneler yok. Ama bence bu özel avluların en şaşırtıcı özelliği, konutla sokak arasında çok iyi bir uyum sağlaması. Mesela Borneo & Sporenburg’u bir sonraki ada olan Java Island’la kıyaslarsanız, Borneo & Sporenburg sokaklarında çok daha fazla hayat var. İnsanlar birbirlerini tanıyor ve sokaklarda arkadaş ediniyorlar, çocuklar oynuyor. Ve bence bu konutun kalitesiyle ilgili çünkü bütün evler sokağa açık. Bazı insanların arabası yok, avluları için bir bahçe tasarlıyorlar. Yani diyebiliriz ki evle sokak arasındaki ilişki çok açık. Elbette bir engel var ama görsel bağlantıyı kesmiyor. Bence bu önemli bir fark, eğer otoparkı altında bir konut yapsaydınız bu mümkün olmazdı. İnsanlar asansörle aşağı kata otoparka iner, arabalarına biner ve aynı yoldan geri dönerlerdi. Bu yaşamı sokaktan tamamen kaldırmak olurdu. Sosyal olarak da neredeyse bir köy gibi işliyor, tabi ki bunu beğenebilirsiniz ya da beğenmeyebilirsiniz. Bu konutların soyut ve anonim kalitesini seven insanlar var, bazılarıysa sadece komşularını seviyor. Bu bir avantaj mı dezavantaj mı emin değilim.

PG: Doğayla ilişkisinden bahsedersek, mavinin [denizin] yeşil olduğunu bu yüzden orada yeşile ihtiyaç olmadığını söylüyor West 8. Ama yine de doğa da insanlar için görsel düzeyde kalmıyor mu? Kastedilen bireysellik doğanın görsellik dışında algılanmasını engelliyor. Websitenizde, rüzgarın sesinin, suya yansıyan günbatımının, hepsinin görsel deneyimler olduğunu söylüyorsunuz ama diğer algılar buna dahil değil. Genel olarak konuşursak, bu Hollanda’daki yüksek yoğunluk problemiyle mi ilgili? Çünkü toprağın her bir parçası çok değerli ve her bir parçası aynı şekilde ticarileştirilmeye çalışılıyor. Bu ortamda kamusal alan kendini nasıl var ediyor? Yani, yüksek yoğunluk probleminden ötürü genel olarak Hollanda’da kamusal alanlar için böyle bir sorun yok mu?

MB: Bilmiyorum. Mesela Borneo’da oturuyorsanız mevsimleri yaşamıyorsunuz. Eğer evinizdeyseniz kışın soğuğunu ve yazın sıcağını hissediyorsunuz ama kışın kırmızı yapraklarını değil. Bu konuda haklısınız, bu insanın özlediği bir şey. Yine de bölgeye hakim pek çok boş arazi de var. Limanlara orman yapmıyoruz. Bir limanda yaşıyorsanız boş bir arazide yaşıyorsunuz demektir. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, elbette insanlar seçmekte özgürdürler. Bir şekilde haklısınız, yüksek yoğunlukta inşa etmek zorunda kaldığınızda ne yazık ki büyük ormanlara ya da geniş yeşil alanlara yer kalmıyor. Şu anda Hollanda’da çok fazla orman yapmıyoruz, bu iyi olurdu ama ağaç dikmiyoruz.

PG: Peki ya meydanlar? Örneğin Showburgplein, Rotterdam yeterince yoğun ve her metrekare çok değerli. Meydan da insanların buluşabilecekleri bir yer olarak değerli bir kamusal alan aslında. Her metrearenin hesabının yapıldığı, bir yerde bu meydan nasıl var oluyor? Çünkü genelde Türkiye’de, bu değerli araziler özel kullanım için alınıyorlar ve ticarileştiriliyorlar. Oysaki insanların bir araya gelmesi için bu kausal alanlara ihtiyacınız var. Yoğun bir nüfusta bu nasıl dengelenir?

MB: Bence kentte kamusal alana saygı duyulmuyor. Müşteriler de böyle olabiliyor, ama eğer ilginç kamusal mekanlar sunmazsanız yapacağınız konutların hiçbir değerinin kalmayacağını da anlıyorlar. Üst üste olacaklar, nefes alacak ya da park veya piknik yapacak yer kalmayacak… Yani kentte bir denge mevcut. Aslında Rotterdam’da çok küçük bir kamusal alan var. Başka kentlerle kıyaslarsanız Rotterdam’ın yalnızca bir parkı var ve hiç popüler değil kimse kullanmıyor. Sorunuzu anlayabildiğimden emin değilim ama Showburgplein gerçekte bir podyum olarak tasarlandı ve nasıl işleyeceği konusunda oldukça çok beklentimiz vardı, çünkü farklı malzemeler kullanmıştık ve çok yapaydı. Sonunda ofiste, yıl içinde farklı zamanlarda çekilmiş birçok fotoğrafı topladık. Meydanın kullanımı tamamen beklentilerimizin ötesindeydi. Pek çok şekilde ve yılın pek çok zamanında kullanılıyor. Farklı zemin gerçekten işe yarıyor, eğer yağmur yağıyorsa insanlar çelik zemin üzerinden yürümüyor başka bir rota seçiyorlar. Çok yapay olduğundan bir taraftan da pek çok kullanımı davet ediyor. Showburgplein yerine ağaçları, çiçekleri, bankları olan daha geleneksel bir park yapsanız kullanımı sınırlanmış olurdu. Ama tabi ki bu imkansız çünkü alt katında otopark var, o yüzden ağaç dikmek mümkün olmazdı.

AA: Eğer fırsatınız olursa diker misiniz?

MB: Hayır. Şöyle diyelim, meydana ağaç dikemediğimiz için ağlamıyoruz. Daha önce de açıkladım, bu bir tür pragmatizm. Altta bir otopark var ve üstüne çok fazla ağırlık koyamazsınız.

BY: Meydan Beklediğiniz gibi kullanılıyor mu, nasıl tespit ediyorsunuz?

MB: Fotoğraf çekerek. Bir fotoğrafçımız var. Biz meydanı görüntülemek için gerekli izinleri aldık gerisi ona kalmış durumda. Bir etkinlik olduğunda, bir festival, bir sinema, hep oraya gidiyor.

AA: Çok kullanıldığı ortada. Pek çok aktivite gerçekleştiriliyor, bu yüzden Rotterdam’da çok popüler bir meydan.

MB: Meydanla ilgili pek çok kritik yapıldı özellikle de malzemelerle ilgili. Çelik kaygan bir malzeme ve bedensel engelliler için elverişli değil. Sadece iki rampa var ve bu insanlar rampaları kullanmak için meydanın etrafında dolaşmak zorundalar. Tabi ki meydan çok kolay eleştirilebilir nitelikte. Şu anda meydanın durumunu filme çekiyoruz. Bazı ahşap kirişlerin çürüdüğünü, polyesterlerin kabarcık yaptığını gördük. O yüzden bunları da fotoğraflıyoruz. Ama tasarlama sürecinde malzemelerle deney yaptıysanız bunu biliyorsunuzdur. Ve müşteriniz de bunu bilmeli yoksa tasarlarken hata yaptığınız için siz suçlanırsınız. Ama Hollanda’da dış mekanda ahşap kullanamayacağınızı herkes bilir, ömrü 5 yıldır ve sonra değiştirmek durumundasınızdır. Bu yüzden Rotterdam’da bir meydan söz konusu olduğu için ahşap çok az kullanıldı. Benim en çok sevdiğim, aydınlatması ile ahşap bir basamak detayı, bu bile bir etki yaratıyor. Yazın meydanın bir köşesi tamamen Surinamlı insanlar tarafından işgal ediliyor. Orada, tiyatronun çevresinde arabanızla dolaşabiliyorsunuz. Adamlar ellerinde büyük stereolarla müzik dinliyorlar ve kızlar kenarda oturuyor, her şey çok güzel. Onları provoke eden şey küçük bir detay, biz tasarlarken bunu düşünmemiştik ama oluyor.

AA: İkinci bir nokta ise; nesneyle fiziksel temas haline geçebiliyorsunuz. Sadece teknoloji ve ışığı görmek değil, bir ziyaretçi olarak dokunabileceğiniz bir kamusal alan var ki bu da oldukça güzel. Meydandaki devasa çelik kollar, yer değiştirebilirsiniz, onları bükebilir, çevirebilirsiniz. Bu orada bulunan insanları provoke eden fiziksel bir dokunuş.

PG: Erasmian Bahçesi’yle ilgili websitenizde, parkların yoğun bir kent kültürüne ihtiyaçları olduğunu ve park tasarımının eskiden kentin antitezi iken artık başka bir yol seçmesi gerektiğini söylüyorsunuz. “Parkların yoğun bir kent kültürüne ihtiyaçları var” cümlesinin üzerinde durabilir misiniz?

MB: Amsterdam’daki parkları analiz edersek, belediye bütün parklar hakkında çok ilginç analizler yapmış, pek çok parkları var. Eğer park kent dokusuyla çok iyi bağlanmışsa, bu park için çok iyi işleyen bir durumdur. En iyi örneklerden biri Central Park’dır. Eğer New York’un içinden yürüyerek ya da arabayla geçiyorsanız her zaman Central Park’la karşılaşırsınız. Bu anlamda gerçekten çok merkezidir. Bu parkları analiz ederken öğrendiğimiz çok önemli bir ders. İnsanların parkı doğal bir şekilde kullanmalarını istiyorsanız öyle konumlandırmalısınız ki insanların sürekli karşısına çıksın. Bu yüzden Rotterdam’daki park işlemiyor. Ben her gün yanından geçiyorum çünkü o tarafta oturuyorum. Arman asla oraya gitmiyor çünkü onun hareket hattında değil ve bu ciddi bir sorun. Öte yandan, yoğunlukla ilgili olarak, elbette park kentin içindeki büyük bir boşluk. Parkı kullanan çok insan olduğunda toplumsal izlenim değişiyor. Bu yüzden mekanı kullanan çok insana ihtiyacınız var. Aslında pek çok park tipi var, ama kentsel bir park tasarlıyorsanız bunlar dikkat etmeniz gereken noktalar.

AA: Ama bu yoğunluk meselesi Türkiye’de olduğundan farklı algılanmalı. Hollanda’da yoğunluğun çok olduğunu söylüyorlar ama İstanbul ya da Kahire’yle kıyaslanamaz. Hollanda’da da çok insan var ama ülkeye eşit oranda dağılmış durumdalar. Hollanda tamamen kentselleşmiş durumda değil ve bunu gerçek bir sorun gibi görüyorlar. Yüksek yoğunlukta dedikleri sadece 3 kent var. Mesela Rotterdam’da 590.000 insan yaşıyor, bir metropol değil. En büyüğü Amsterdam’da ise 1,2 milyon insan. Ve Hollanda şu anda altmışlardaki sosyal kentselleşme organizasyonundan kapitalist topluma geçişe tanıklık ediyor. Yüksek yapılar ve kentsel yayılma Amerikanlaşma’nın büyük sembolleri olarak görünüyor.

MB: Hollanda kentlerini Türk kentleriyle kıyaslarsak, bence İstanbul’da daha çok sokak yaşantısı var. Hollanda’da kamusal alanlar eğer kalabalık değillerse başarısız sayılırlar. Ama bu şununla ilgili, eğer bir kamusal alan yapıyorsanız onun mümkün olduğunca çok kişi tarafından kullanılmasını istersiniz. Ona göre bir pozisyon vermelisinizdir. Çok fazla kamusal alan yaparsanız da insanları dağıtmış olursunuz. Tabi İstanbul’da da daha az kullanılan bölgeler var, ama caminin [Yeni Cami] önündeki büyük meydan her zaman insanlarla dolup taşıyor. Bunun sebeplerinden biri çok merkezi olması ve çevresindeki yoğunluğun çok olması.

BY: Ve Hollanda’da çalışma saatleri konusunda çok sıkı kurallar var. 5’ten sonra bütün dükkanlar kapanıyor, herkes eve gidiyor. Yaşam stiliyle ilgili sanırım.

MB: Biliyorsunuz, hava iyiyse mesela gece 35° ise insanlar gece de sokakta kalıyorlar.

AA: İki şey var, birincisi insanların kültürel kimlikleri, ikincisi çalışma saatlerine olan saygıları. Bu yüzden saat 6’dan sonra çalışan kimseyi bulamazsınız.

MB: Bence bu kültürel bir fark. Ben, insanların %20’sinin Hollandalı, geri kalanının ise Türk, Faslı ya da Surinamlı olduğu bir semtte yaşıyorum. Ve benim semtimde sokaklarda hep insan vardır. Ve şartlar orada da aynı, kötü Hollanda iklimi, çirkin kamusal alanlar. Ama insanlar sokakta buluşuyorlar, kültürel bir durum bu.

BY: Ben ayrıca Kröller Müller Heykel Bahçesi’nden de söz etmek istiyorum. Biz çok ilginç buluyoruz çünkü müzenin kendisini de yeniden tanımlıyor, peyzaj ve sanat arasında yeni bir ilişki kurmayı başarıyor. Biraz bundan bahseder misiniz?

MB: Kröller Müller de çok ilginçtir, belki müze ve peyzaj değil de peyzaj ve sanatla ilgilidir. Müzenin yöneticisiyle yürüyordum ve bizden parka bir ek yapmamız istenmişti. Büyük bir ormanı vardı ve ormanı parka dahil etmek istiyordu. Bu yeni alan için bir tasarım yapmamızı aynı zamanda var olan parkla nasıl ilişki kuracağımızı da tasarlamamızı istedi. Bu iş için pek çok sanatçıyı davet ettiler, onlar da parkı gezdiler ve ilginç bir alan bulup orası için bir heykel tasarladılar. Bir tür karşılıklı esinlenme söz konusuydu, sanat peyzajı etkiledi. Biz de peyzajı böyle tasarladık.

PG: Hafifliğe ve şeffaflığa karşı olan tavrınız da ilginç. Hafiflik ve şeffaflık bugünlerde çok popüler ama siz “daha heykelsi olmalı, büyük ayaklar gibi daha ağır basmalı” diyerek bu görüşün tam karşısında yer alıyorsunuz. Şeffaf olmak, bana kalırsa bazen çevrenizdekilere göre konumuzdan çok emin olmadığınız anlamına da gelebiliyor. Bu tercihin arkasında ne vardı? Mesela Amsterdam’daki Whale Binası…

MB: Zor bir soru. Bilmiyorum, heyecanla ilgili. Bir şekilde içinde yaşadığınız mekan heyecan verici ya da ilgi çekici olmalı. Ve bir kentsel tasarımcı olarak bir bina için tasarım yapıyorsanız mimara biraz ilham vermelisiniz. Aksi takdirde çok sıkıcı bir bina yapar. Siz de ona meydan okursunuz: “Süzülen çok ağır bir bina yapabilir misin?” diye. Ve mimar bütün gece uyuyamaz çünkü kafasında bu ikilem vardır. Bence bu çok güzel bir şey yaratıyor, kırılabilir bir denge. Süzülen çok ağır bir şey…

PG: Söyleşiyi, 21. yüzyıl metropolleri üzerine konuşarak tamamlamak istiyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, çünkü kent ölçeği sizin çalıştığınız ölçeğe bir mimara göre çok daha yakın. Kentlerin metropolleşmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Aynı zamanda bu metropoller birbirlerine de benzemeye başlıyorlar, 10-20 yıl içinde metropoller çok mu benzer olacak? Sizce nasıl bir yere gidiyor?

MB: Ben böyle düşünmüyorum. Öncelikle, küresel ölçekte işleyen, trafik gibi pek çok faktör var. Bence çoğu kent benzer sorunları ve benzer fırsatları taşıyor ama biliyorsunuz Asya kentleri Hollanda kentlerinden çok farklı. Bence bu, McDonalds her yerde olsa bile böyle kalacak. Kentler ve içindeki insanlar bence çok farklı.

PG: Ama bir şekilde bu küresel ülkeler kültürün kendisini de etkilemeye başladı. Mesela şu andaki bienal [Rotterdam 1. Mimarlık Bienali]. “World Avenue” isimli bir sergi var, dünyanın 7-8 metropolünden 7-8 video izliyorsunuz ve farklı hiçbir şey görmüyorsunuz.

MB: Elbette, geneli videoya çekerseniz her şey aynı gözükür. Tamamen bakış açınıza bağlı, bir seri fotoğraf da çekebilirsiniz. Ofiste çalışan bir grup vardı, çalışmalarını tam milenyumdan hemen önce bitirmişlerdi. Hollanda’da sanatçılar ve mimarlar için hükümetin pek çok kurumu var, bu da onlara harika bir fikir vermişti. Milenyum için bir bildiri yapmayı düşündüler ve bu teklifi mimari bir kuruluşa götürdüler. Fotoğraflamak için dünyanın bütün metropollerini gezmek istediler ve gittiler de, Şangay, Bangkok, vs…ve bir dizi fotoğraf çektiler, Şangay’daki McDonalds, Rotterdam’daki McDonalds… Çıkan sonuç her şeyin küresel bir eşitliğe, kimliğe doğru gittiği oldu. Benim algıladığım bu değil. Seyahat ettiğinizde görürsünüz, kentler ve kültürler çok farklı. Söylemeye çalıştığım küresel şeyler üzerine odaklanmamalıyız. Sokağın biraz daha ötesine baktığınızda orada farklı bir şey var. Neticede dünya çok da büyük bir yer değil, bunun olması çok da tuhaf değil. İletişim artık çok kolay ama başka bir gezegene taşınmamız gerekeceğini de düşünmüyorum.

AA: Bu Hollandalı bir düşünce. Değişim korkusu yok. Çok katı bir tarih olmadığında insanlar değişime karşı daha açık görüşlü oluyorlar.

BY: Websitenizde bazı anahtar sözcükler var, bunlardan bir tanesi anti-sanallık. Bütün dünya sanallıktan bahsediyor ama siz tersini söylüyorsunuz. Sizce bu sanallık gerçek mimarlığın yerini alır mı veya bugünün mimarlığına zarar verir mi?

MB: Şimdilik, sanal olmayan bir dünyada yaşıyoruz. Ama Matrix’i izledim, gerçekten çok etkileyiciydi. Bence Matrix’i üreten adamlar birkaç adım daha ilerideler. Ama şöyle diyebiliriz, hepimiz bu filmden haberdar olup izlemeye gidebildiğimize göre biz de neredeyse sanal bir dünyaya girebileceğimiz bir seviyedeyiz. Ve bana kalırsa pek çok insan şimdiden sanal bir biçimde yaşıyor, yalnızca mekansal anlamda değil.

AA: Avrupa’daki sanal dünya için kamusal alan tasarlarsak gelecekte sorun yaşarız çünkü herkes zaten evde, bilgisayarda chat yapıyor, sanal dünyada arkadaş ediniyorlar, oyun oynuyorlar, bu zaten uzun bir süredir yaşanmakta. Hemen hemen hiç sosyal bağ kalmadı, ben bunu ciddi bir sorun olarak görüyorum. Bunun için şunu söyleyebilirim; kamusal alan için sanal tasarımlar, sosyal ara-bağlantıları geliştirmek için denenebilir.

BY: Yani mimaride bir sanallıktan söz etmek için çok mu erken?

MB: Hayır, çok erken değil. Bence insanların web’de mekan tasarlaması ilginç bir fikir. Web hala çok sıradan. 5-6 yıldır var ve world wide web çok geliştirildi, ama yine de hala, bütün o metinler ve görüntülerle çok sıradan. Aslına bakarsanız tam olarak bir mekan da değil, mimarlığı mekanları ve alanları şekillendiren bir meslek olarak ele alırsanız, bence web mimarlar için bir meydan okuma olabilir. Bunu yapan insanlar tanıyorum.

AA: Bu soruyu Hani Rashid’e sormalısınız. O sanal dünyada mimarlık üzerine pek çok proje yapıyor. Ama bence, gerçek dünyanın sanal dünyada bir imitasyonundan başka bir şey yapmıyor. Benim için hala ikisi arasında bir fark yok.

MB: Biz gerçek şeyler üzerinde daha çok duruyoruz.

PG: Şu andaki bienalle ilgili de görüşlerinizi almak istiyoruz. Mimarlık öğrencileri olarak takip ettiğimiz kadarıyla, kentlerin potansiyelleri, ağları ve de ölçekleri gittikçe büyüyor. Bu potansiyelleri ve ağları kentsel tasarım ölçeğinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca bienalin konusu “mobilite”. Biz mobililteyi bir davranış biçimi ve bir hareket halinde olma durumu olarak algılıyoruz. Bu bağlamda, insanların yaşantılarının hareketliliğine göre tasarlanmış çok şey olduğunu düşünmüyorum.

MB: Bu doğru mu bilmiyorum. Bence bunun farkında olan pek çok tasarımcı mevcut. İlginç olan, bunun bir mekan yaratmakla ilgili olması. Örneğin havaalanları… Schiphol Havaalanı’na giderseniz, son 10 yıl içinde tamamen değişim geçirdi, varıp beklediğiniz, gidip uçağı yakaladığınız son derece sıkıcı bir yerden; alışveriş ve dinlenme yerleri, bahçeler, vb. birçok farklı alanı barındıran bir yere dönüştü. Ama dediğim gibi, hareketin son derece olağan olduğu bir dünyada bir mekan hissi yaratmak için hala pek çok gereksinim var.

PG: Belki hareketlilik sadece insanların hareketinin ötesinde bir yerdedir. Winy Maas, insanların bir mekanda daha az zaman geçirdikleri ya da daha çok seyahat ettikleri bir durum yok diyor. Sadece bugünlerde, tüm sistemin organizasyonunun daha farklı işlemeye başladığını ve bu yüzden hareketli bir durum tanımladığını söylüyor. Belki hareketlilik yürümek ve hareket etmenin ötesinde bir şey ve bu yüzden de kentler için, otoyollar ve arabanın içinden görünenin dışında başka bir şey tanımlıyordur. Bienalin sloganı manzaralı bir oda. Ama yalnızca bu değil, bundan daha fazlası olmalı.

MB: Bence bundan daha fazlası var, bence 19. yüzyılda kentlerin yerel bir ekonomileri ve sosyal yaşantıları vardı. Şimdi çok daha küresel kentlere dönüştüler ve küresel sosyal sistemin bir parçası oldular. Bir sürü arkadaşım var ve bazıları dünyanın bir köşesinde yaşıyor. Birçoğu da burada, mesela siz şu anda Rotterdam’dasınız, Eindhoven’da yaşıyorsun ve de Türkiye’den geldiniz. Ve Arman da burada, o da Türkiye’den. Ben okurken de bu soruyu sordum ve birkaç filozofu okuyup buna bir cevap bulmaya çalıştım: Hareketliliğin bizim çalışma sahamızdaki etkisi nedir? Çok da kolay değil. Biliyorsunuz, biz buluşabiliriz, ben Hollanda’danım siz Türkiye’densiniz ve burada buluşuyoruz. Ve tabi, eğer McDonalds’ı hem burada hem Asya’da istiyorsanız araştırmaya başlıyorsunuz. Bilmiyorum sorunuza yeterince açık cevap verebildim mi…

AA: Hareketliliği, kapitalizm ve onun diğer kaynaklarıyla bağlantılı olduğu için merak ediyorum. Hintli bir çiftçi bugün dünyada, parasıyla ve vize problemleriyle ne kadar hareketli olabilir? Bana kalırsa şu anda Rotterdam’daki bienal, büyük otoyol ve arabaları teşhir ederek konuyu mutlu bir olaymışcasına çok naif biçimde ele almış. Halının altına hiç bakmamışlar.

Hareketliliğe dönersek; daha çok kimlik değiştiren, bir yerden bir yere ani veya hızlı hareket eden kültürlerin etkisi ama bunlar hareketliliğin kaçınılmaz sonuçları. Ben, Avrupa’daki katı imar yönetmelikleri yüzünden bunun mimarlık üzerinde bir etkisi olmadığına inanıyorum. Berlin’de ya da Amsterdam’da Türk tipi tasarlanmış evlere sahip bir topluluk görmüyorum, bence de hiç olmayacak.

MB: Ve tabi kamusal alandan bahsedersek, internetin kendisi bir kamusal alan ve gittikçe şekillenmeye başlıyor. İnternetin ne kadarı kamusal ne kadarı özel alan, tam bilemiyorum. Çünkü bazı şeyler için kredi kartlarına ve şifrelere ihtiyacınız var. İnternetin haritasını çıkarmaya başlamak ilginç olurdu, oradaki kamusal alanı görmek çünkü bu gerçek bir uluslararası kamusal alan.

AA: Ama bu değişiklik, pekala mimarlığın davranışı da olabilir çünkü son 5 yılda olan şey; Avrupa mimarlığı ve tasarımının inceleme yönünde bir aşama atlamasıdır.
Mimari bir yapı yapmadan önce yapılan araştırmaların sayısı kendini 50 kere katlamış durumda, bu büyük bir fark.

MB: Bu ilginç bir soru ama genel olarak, günlük işlerimizde aklımızda bu sürekli aklımızda değil. Gerçek olanı tasarlamaya konsantre oluyoruz.

PG: Son olarak; Arman, senin West 8 ofisindeki ilk Türk mimar olarak kendi tecrübelerini ve gözlemlerini, sonra da genel “Superdutch”lar hakkındaki görüşlerini alabilir miyiz? Ofisle ve senin geçmişinle başlayabiliriz, burada çalışmaya nasıl başladın ve projelere nasıl katıldın? Genel görünüş hakkında neler düşünüyorsun?

AA: Ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde okudum ve o sırada Erginoğlu-Çalışlar Mimarlık için free-lance mimar olarak çalışıyordum. Mezun olduktan 2 sene sonra, Berlage Institute’a başvurdum. Bitirdim ve şimdi West 8’deyim. Martin bize az önce yüzlerce mimarı biraraya topladıklarını ve bütün mimariyi masada görebildiklerini, herkesin nasıl işbirliği yaptığını gördüklerini anlattı. Türkiye’de asla böyle bir deneyim yaşayamazsınız. Kentsel tasarımcı kamusal alan üzerinde çok fazla kontrole sahip. Türkiye’de pek çok yerin kentsel tasarımcısı yok. Belki birkaç ofis var ama hükümet ya da belediyeler tarafından desteklenmiyorlar. Hollanda’daki ofis konseptini görüyorsunuz, muhteşem… Burada herkesin söylediği, Hollanda’yı Avrupa’da başka hiçbir ülkeyle kıyaslayamayacağınız. Yüzyıllardır toprağın işlenmesinden gelen eşsiz bir organizasyon. Bu yüzden burada bu deneyimi yaşamak çok iyi oluyor. Burada pek çok ünlü ofis de var, hükümetin insanları çekmek için Rotterdam’ı bir mimarlık çevresi haline getirmek gibi bir politikası var. Ülkeyi mimarlıkla yeniden markalaştırmak, kent mimarlıkla kendini markalaştırıyor. Bienal sergilerini görüyorsunuz, Berlage veya NAI seminerleri, her şey burada gerçekleşmeye başlıyor ve devam da edecek. Bu yüzden Berlage Institute da Rotterdam’a taşındı. Bölgeye mimari esin vermesi için Berlage Institute’un buraya taşınmasını istediler. Adrian’ın son konferansında oradaydım ve iyi Hollandalı mimarların, çok radikal bir hayalgüçleri ve tasarım konusunda çok güçlü bir algılamaları olduğunu düşündüm. Türkiye’de daha körüz. Doğa ve gelenek çok zengin, tarihin içinde kayboluyorsunuz ve o zaman yenilikçi olmak çok da kolay değil. Ama burada herşey düz ve kör olmak gibi bir şey, bu durumda kulaklarınız çok daha fazla güçleniyor.

MB: Bunun yalnızca Hollanda’ya özgü olduğundan emin değilim. Bence pek çok insan, yaşadıkları toprakla ilgili bizim olduğumuz gibi duygusal. Başkaları nefret ederken, çölde yaşayan pek çok insan bunu seviyor.

AA: Belki sevmek ya da nefret etmek meselesi değil, belki Hollanda’ya özgü olan topoğrafyaları inceleyip biriktirmek… West 8’de bu konuyla ilgili inanılmaz bir arşiv var, her kenti, her resmi, her kamusal alanı bulabilirsiniz. Türkiye’de ise pek çok mimarın kütüphanesi yok. Şimdiyse artık yalnızca kitaplar da değil, sanal bir kütüphane haline geliyor.

PG: Belki Berlage’deki eğitiminizden biraz daha bahsedebilirsiniz?

AA: Berlage de eşsiz bir okul. AA School of Architecture ile kıyaslayabilirsiniz fakat AA’den çok farkı var. Araştırmanızla ve tezinizle, sonuçla ve danışmanınızdan gelen yanıtlarla çok ilgileniyor. Kısacası kendinizi ifade edebileceğiniz bir mimarlık laboratuvarı denebilir. Hisleriniz ya da ilgi alanlarınız neler, araştırabilir ve sonra bunu, dünyanın her bir tarafından 30-60 kişilik öğrenci grubu içinde tam zamanlı 2 yıllık bir program içinde sunabilirsiniz. Orada alışılmış bir eğitim programı yok ama Meksikalı ya da Japon mimarlarla bir arada çalışarak kendi kendinizi eğitiyorsunuz ve bu muhteşem bir deneyim.

PG: Yani daha çok kendin-yap tarzı…

AA: Tabi ki bazen kendiniz, bazen danışmanla birlikte. Aslında Berlage Institute dönem dönem karakterini değiştiriyor. Hertzberger zamanında kuruluş farklıydı, 5-6 yıl önce Wiel Arets varken farklıydı ve şimdi de Alejandro Zaera Polo ile daha çok mimarlık pratiği var. Değiştiğini görebiliyorsunuz. Wiel Arets varken, daha çok tezinizi geliştirmek için araştırma yapmakla ilgiliydi, AA’da olduğu gibi bazı 3 boyutlu blob biçimler tasarlamıyorduk. Yani burası daha çok, işinizi Rem Koolhaas’a veya Winny Maas’a sunma ve teziniz üzerinde tartışma şansı tanıyan entellektüel ve mimari dünyayla ilgili bir ortam. Ve aynı zamanda sunum tekniklerinin öğretilmesiyle de ilgili. Müşteri için daha ikna edici olmak istiyorsanız sunum tekniklerinizi geliştirmek durumundasınız.

MB: Yani gerçekte bir yüksek lisans programı, bir okul değil.

AA: Aslına bakarsanız tam anlamıyla bir okul değil, çünkü alabileceğiniz ders yok.Belki araştırmanızı kolaylaştıracak bir teori ve tarih dersi var, hepsi o.

Yani daha çok yeni nesil avantgard bir okul gibi, temelde bazen bir şeye ya da diğerlerinin inandığına karşı çıkmak üzerine kurulu. Berlage’de, sisteme inanmaktansa onun yanlışlarını ortaya çıkarmaktan sorumlusunuz. Bir inanç söz konusu değil. Bu yüzden Amerikan Enstitüleri ve Berlage Institute arasında çok belirgin farklar olduğuna inanıyorum.

MB: Seninle ilgili.

Etiketler

Bir yanıt yazın