“Türkiye’deki Mimarlık Ortamında Sık Sık Çekişmeler Gözlemliyoruz”

ERA Mimarlık'tan Ertun Hızıroğlu ve Ali Hızıroğlu ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Pınar Seyrek: Ofisinizin hikayesini biraz aktarır mısınız?

Ertun Hızıroğlu: İlk olarak iki arkadaş. Fulya’da, Hayat Hastanesi’nin yakınlarında iki katlı bir binanın alt katında başladık. Sonra Valikonağı Caddesi’nde Vali’nin evinin yanındaki Nuri Bey Partmanı’nın en üst katında, gayet şık bir ofise çıktık. Mimar olunca insan böyle şeylere meraklı oluyor. Gel gör ki elimizde çok iş yoktu. O nedenle bir diğer arkadaşımız olan Hasan Mingü ile mekanı paylaşıyorduk ve temizlik de dahil ofisin her işini biz yapıyorduk. Yarışma yaparken 1976 yılından sonra işler değişmeye başladı. O tarihlerde bir senede 13 yarışma projesi çizdik, bunların arasından 12’sinden derece aldık. O zamanlar daha çok yarışma vardı. Mesela hükümet konakları, hastaneler için arka arkaya yarışmalar açılırdı. İller Bankası’nın, Pamucak Sahil Bandı, İzmit Sahil Bandı gibi çok güzel yarışmaları olurdu. Almanya gibiydi bu anlamda Türkiye. Mimarlar için en iyi işveren Bayındırlık Bakanlığı’ydı. Devletle ilgili bütün yatırımlar yarışmaya çıkarılırdı. Bayındırlık Bakanlığı’ndaki görevliler de ilginç insanlardı. Kolokyumlar, küçük gruplar şeklinde, çok samimi hava içinde geçerdi, çok öğretici olurdu. İller Bankası keza öyleydi. Ahmet Menderes isimli bir yöneticisi vardı, kendisi mimardır, geniş dünya görüşü ve açık yürekliliği ile bizleri yönlendirirdi. Daha sonra özel sektör, endüstri yapıları ile işveren konumuna gelmeye başladı. Metin Hepgüler, Aydın Boysan, Doğan Tekeli, Sami Sisa hep bu işleri yapan mimarlardı. Günün birinde gazete ilanı ile mimarlara yapılan, John Deere traktör fabrikası inşaatı çağrısına biz de başvurduk. Elimizde onlara gösterebileceğimiz bir iş olmamasına rağmen görüşmeye çağrıldık. Adana’da, firmanın mühendisleri tarafından yapılan ciddi bir sınav da dahil, birkaç görüşmeden sonra 40.000 m2‘lik bu işi aldık. Basma fabrikası, dokuma fabrikası gibi Çukurova’nın diğer projeleri derken, biz o bölgede çok iş yapmaya başladık. Bu işler biraz böyledir, benzer projelerin arkası gelir. Adana’da edindiğimiz çevre dolayısıyla 1977’de bizim için dönüm noktası sayılabilecek İncirlik Askeri Üssü’nde lojman binaları proje teklifi geldi. İncirlik Üssü’nde toplantıya gittiğim gün, yeni bir iş yapma şekli ile karşı karşıya kaldım. Benim tek başıma gittiğim ilk toplantıya onlar, tüm uzmanlarıyla birlikte 14 kişi katıldılar. Konut içi emniyeti vs. gibi bizim için işin son aşamasında konuşulan, bazen de hiç konuşulmayan teknik detayları doğru aktarmak için bu kadar kalabalıklardı. Ben o zaman, bir işin iyi yapılması için baştan doğru anlatılmasının önemini kavradım. Biz işi aldıktan sonra, 1,5 senelik süreç boyunca da yaşadıklarımızdan ve gördüklerimizden çok şey öğrendik. Ayrıca mali olarak bizim için son derece tatmin edici, rüya gibi bir projeydi. 1979’un sonunda, işin durdurulduğunu ve hesapları kapatma işlemlerinden bahseden bir mektup aldık. Biz neden olduğunu düşünürken 1980 ihtilali oldu. Fakat burada önemli olan, kimsenin kimseye borçlu kalmayacağı şekilde işin ve hesapların kapatılmasıdır.

Bu arada, kazandığımız İzmit Sahil Bandı Yarışması için ben sık sık müsteşar ile görüşmek için Ankara’ya gidiyordum. Üç kez Ankara’ya kadar gidip tüm gün bekletildikten sonra görüşmeler iptal edilince ben, yarışmaya dair tüm haklarımı ortağım Fatih’e (Gorbon) devrettim ve yarışma sayfası -Zorlu’ya kadar- benim için kapanmış oldu. Gerçekçi bir yaklaşımla, klasik ticari bir anlayışla, yeniden başlayacağım işimde öncelikle kapitale ihtiyacım olduğu kararını verince her şey değişti. Sınırlı imkanlarla mimarlık yapmamayı seçtim. Her şeyimi sattım, kapital olarak ortaya koydum. O zaman için bir servet olan iki tane bilgisayar (IBM) aldım. Bu şekilde iş yapmayı hedef edindim. 1990 yılında ofisimizde 14 tane bilgisayar olmuştu. Gelin görün ki, tüm eğitimlere rağmen kimse tam olarak geçiş yapmak istemiyor, paralel cetvelden kopamıyordu. Bir Cumartesi akşamı ofisteki tüm paralel cetvelleri kaldırttım. Pazartesi günü işe gelip durumu anlayanlardan 12’si o gün hemen istifa etti. Bugün ise tekrar elle çizim yapmak için teşvik etmek zorunda olduğumuzu hissediyoruz. Bazı durumlarda, özellikle işveren ile karşı karşıya kalınan durumlarda elle çizmek son derece etkili olabiliyor.

O arada 1990’lı yılların başında Doğu Bloğu dağıldı malum. Bize de yine yabancı bir firmadan bir teklif geldi. “Estonya ve Letonya’da yapacağımız yatırımlarda yerel iş imkanlarından faydalanmak istiyoruz. Meslek adamları olarak sizden, bu ülkelerdeki inşaat sektörünü inceleyip rapor yazmanızı istiyoruz,” dediler. Nasıl yapacağımızı çok iyi bilmemekle birlikte işi kabul ettik ve yollara döküldük. Raporu teslim ettikten sonra, bu sefer bizden vaziyet planı, kat planı vs.’yi içeren bildiğimiz “proje” yerine “konsept prensipleri çalışması” istediler. Burada işin safhalara bölünebileceğini, her safhanın başkası tarafından yapılabileceğini öğrenmiş olduk. Biraz önce de anlattığım şekilde bu işlerimiz hakkında bilgi sahibi olan başka bir İngiliz firma 1991 yılında Bulgaristan’da kurmak istediği iş için gelip bizi buldu ve teknik büro olarak onlara hizmet vermemiz teklifini getirdi. İşin tanımında 5 sene boyunca, yine konsept prensiplerin geliştirilmesinin yanında Bulgaristan’daki meslektaşlarımıza proje bürosu kurdurma, müteahhit firması kurdurma, bizim aracılığımızla bunların işverenimize proje yapması ve 5 senenin sonunda işverene doğrudan iş yapmalarının sağlanması vardı. O iş çok başarılı bitti ve biz 18 senedir halen Bulgaristan’da iş yapıyoruz.

1980’lı yılların sonunda bir işverenimiz meslek sigortasından söz etmişti. Bizler ise böyle bir sigortayı temin etme imkanına sahip değildik. Ve ilk zorluk yurtdışındaki meslek sigortası yapan sigorta firmasından sigorta talep edince ortaya çıktı. Ve iş alma zorluğu yaratıyordu. Bu meslek alt yapısı yeterince olgunlaşmamış bir ülkede ne yazık ki iyi tasarımcı olmaz düşüncesi Türkiye’ye gelen yabancıların kafasında yer etmiş, yerli yatırımcılar ise bu modellerin etkisiyle kraldan fazla kralcı olup yatırımları için yurtdışından mimarlarla çalışmayı yeğlemişlerdi ve halen de devam etmekte. Hiç unutmam bir işveren, ben de yabancı mimarla çalışacağım demiş ve görüşmemiz sırasında gerekçe olarak da pencereden dışarı bakıp şehri göstererek: “Bu kenti mimarlar yaptı; nasıl bu mimarlara iş vereyim demişti. Doğrusu verecek bir cevap yoktu. Tabii ki yapılmış iyi ornekler her zaman vardı ancak, kötü kentleşmenin içinde kaybolup gidiyorlardı.

2000’li yıllara yaklaşınca bir takım standartlara da ihtiyacımız olduğunu gördük ve ISO belgesi almaya karar verdik. 1997’de bir senelik bir çalışmanın sonunda bu belgeyi almaya hak kazanan Türkiye’deki ilk mimarlık firması olduk. ISO 2001’in (daha sonraki dönemlerde yenilemeye devam ettiğimiz) bize hem daha organize olmayı ve hem de yurtdışındaki çalışmalarda da yönlendirici oluyordu. Yine 1997 senesinde ilk defa mesleki sigortamızı aldık ve o günden bugüne devam ettirmekteyiz.

PS: Bugünkü ofisinizde kaç kişi çalışıyor?

EH: Çekirdek kadromuz 10 ila 27 senedir birarada çalışıyor. Bu biraz Amerikan modelidir aslına bakarsanız. Biz, aldığımız işi yapabilmek için gerekli olan her türlü yatırımı yapan, ancak isim merkezli bir ofis değiliz. Firmamızın ismi Ertun isminden çıkışla ERA değil. Her dilde anlaşılan üniversal birşeye işaret etmek amacıyla seçilmiş bir isim bu. Burada çalışanların da bu anlayışı temsil edebilmeleri için gerekirse İngiltere’ye dil okuluna bile gönderiyoruz. Tabii bir iş yerinde daha iyi olanaklar olması için daha iyi işler, iyi işler için de bizim iyi olmamız lazım. Çalışanlarımız arasında inşaat, elektrik ve mekanik mühendisleri de vardır ve ERA’da mühendisler biraz mimar, mimarlar biraz mühendistir. Birbirlerinin işinden, çizim dillerinden anlarlar. Bu işleyiş sağlandıktan sonra gerisi zaten geliyor. İşi doğru yapmak bizim için çok önemli. Türkiye’de yarım kalan pek çok bina örneği varken biz programa ve bütçeye uygun olarak tasarlanan ve mutlaka biten binalar üretiyoruz. Ayrıca magazinel olarak çok tanınmayız çünkü bunu istemiyoruz. Türkiye’de ve dünyada verilen pek çok ödül ticari amaçlar güder. Firma olarak bu tür hızlı ünlenmelere bel bağladığınız zaman uzun vadede kazançlı çıkmanız ihtimali düşüktür. Fakat firma içinde, zaman zaman bu işin ölçüsünü kaçırdığımızı söyleyenler de olmuyor değil. Halen dengeyi kurmaya çalışıyoruz.

PS: İşverenlerinizle ilişkinizden biraz bahseder misiniz?

EH: Biraz önce de anlattığım nedenlerle ve yollarla biz %90 oranında yabancı işveren ile çalışıyoruz. Hem önceki işlerimizden elde ettiğimiz tecrübe hem de çevre bizim bu yönde ilerlememizi sağlıyor. Yabancı işverenin getirdiği uzun soluklu projelerde ise en önemli faktörlerden biri güven duygusu. Biz bunu sağlamak için firma içinde sürekliliğe, çalışanların devamlılığına, mali defterlerimizin düzenine, şeffaf iş yapma etiğine çok dikkat ediyor, önem veriyoruz.

Türkiye’deki mimarlık ortamında sık sık çekişmeler gözlemliyoruz. Mimarlar birbirlerine karşı yapıcı olmayan eleştirilerde bulunarak ilerlemeye çalışıyorlar. Biz bunu sağlıklı bulmuyoruz. İnsanın olduğu yerde her zaman çekişme vardır ancak yurtdışında olduğu gibi bazı normlar içinde kalması daha iyi olur. Bir de mesleğin bu kadar idealize edilmesini ben yanlış buluyorum. Bizim ülkemizde hiç kimse, bu işi para kazanmak için yaptığını söylemiyor. Ben bunu çok çarpık bir durum olarak görüyorum. Yurtdışında da hiçbir mimar, önce proje yapıp sonra sizinle para konuşmaz. Her projenin, konsept projenin de bir bedeli vardır. Çünkü aksi takdirde firmanın varlığını devam ettirmesi mümkün değildir. Türkiye’deki işveren ise bu duruma hem alışkın değildir, hem de bundan hiç hoşlanmaz. Bizim firmamızın bu konularda sert prensipleri vardır. Dünyanın hiçbir yerinde 6 aylık vade söz konusu değildir. Türkiye’de meslek adamının haklarını takip etmesi gerektiğine ve bunu yerleştirmesi gerektiğine inanıyorum.

PS: Ali Bey, biraz da sizden bahsedelim. Kendinizi tanıtır mısınız? Ne zamandır ERA’nın parçasısınız?

Ali Hızıroğlu: Yaklaşık 6,5 sene önce Türkiye’ye döndüm. Mimarlık eğitimimi Ecole Spéciale d’Architecture’de, Paris’te aldım. Diplomamı aldıktan sonra etkileyici bulduğum bir metropol olan New York’ta, Columbia Üniversitesi’nde kentsel tasarım ve mimari üzerine yüksek linans yaptım. 11 Eylül olaylarından sonra vakit kaybetmeden bir süredir heyecan duyduklarımı gerçekleştirmek üzere Türkiye’ye geri döndüm. Bir süre ofisin yurtiçindeki ve dışındaki bazı şantiyelerinde çalıştım. Sabırlı adımlarla da o noktaya doğru ilerlediğimi düşünüyorum. Şu anda firma içinde 10 kişilik konsept tasarım departmanının başındayım. Konsept tasarımının yanında tasarım geliştirme, uygulama ve proje yönetimi için ayrı ayrı birimlerimiz vardı. Son zamanda bunları ayrı birer firma haline getirdik, dışarıdan da artık çok iş alıyorlar.

PS: Zorlu yarışmasında son 4 finalistten biriydiniz. Bize biraz proje sürecini anlatabilir misiniz?

EH: Bu konuda tabii anlatılacak çok şey var. Yarışma yapmaktan nasıl ve ne zaman vazgeçtiğimi biraz önce anlatmıştım. Zorlu Yarışması için de düşüncem aynı yöndeydi. Bize dosya göndermemiz için teklif geldiğinde, ofis içinde ben girmeme yanlısı olarak taraf oldum. Fakat içimizden katılmak isteyenler baskın çıktı. Sonuç olarak dosyamızı göndermiş olduk ve ilk elemeyi geçtik. Şartname elimize geçtikten sonra en çok dikkatimizi çeken madde, 4 projenin jüri tarafından belirlenmesinden sonra Koruma Kurulu’na gideceği, daha sonra da İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından değerlendirileceği, onların görüşleri alındıktan sonra işverene döneceğine dair madde oldu. Bu düzenleme, kamuya görüş bildirme hakkı verip karar verme yetkisini juriye ve işverene bıraktığı için çok yerinde görünüyordu. İşverenin bu yarışma için yarışmaya katılan her proje için 140.000 Dolar ayırması da ayrıca çok sıradışı ve takdir edilmesi gereken bir durum olarak öne çıkıyordu. Öncelikle Zorlu’yu bu konuda, tebrik etmek lazım.

Fakat proje sürecine girdikten sonra ise bir dizi aksaklıkla karşılaştık. Bunları sırayla sizinle paylaşmak istiyorum. Yaşadığımız problem, proje tesliminin gizlilik gereklerine uygun olmamasıydı. Herkes birbirinin paftalarının fotoğraflarını çekiyordu. Jüri toplantıları gerçekleştikten sonra da, projemizin seçilip seçilmediğine dair bir yazı bekledik, o yazı hiç gelmedi. İlk bilgiyi Arkitera Forum’dan aldık. Projemiz yedek olarak belirlenmiş. Bundan sonra da elimize hiçbir yazı ulaşmadı ancak görüşmek üzere toplantıya çağrıldık. Orada bize projemizin tümden değiştirilmesi halinde ne yapacağımız soruldu? Kabul etmedik. O arada yedek olup olmadığımızı da sorduk ve onlardan hala bir yazı beklediğimizi belirttik. Metrekarelerle ilgili ufak tefek çalışmalarımıza devam ederken, Radikal Gazetesi’nden, işin verildiği haberini okuduk. Bunun üzerine bir mektup ile böyle bir haber gördüğümüzü, aynı haberde yedek olduğumuzu okuduğumuzu ve bilgilendirilmeyi arzu ettiğimizi Zorlu’ya yazdım. Haberin kendilerine ait olmadığını ve tekzip edeceklerini yazılı olarak bildiler. Bu arada biz gidip gelmeye, proje üzerinde çalışmaya devam ediyoruz. Bir süre sonra Sabah Gazetesi’nde bir başka haberle karşılaştık. O zaman biz üst düzey yetkililerden rica ettik: “Eğer bizim bu işi yapacağımıza dair uzaklarda bir ışık gözükmüyorsa, lütfen bize söyleyin. Biz yine Koruma Kurulu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi için imza verelim. Ama eğer yapmayacaksak, bizim zamanımızı daha fazla harcamayın,” dedik. İşveren güvendiği mimarla çalışmak istemekte son derece haklıdır. Fakat bizim de başka işlerimiz var. Tek istediğimiz daha fazla zaman kaybetmemek. Cevap olarak ufak bir ışık değil, olanak olduğunu söylediler. Sonra belediyeye vermek üzere birden bir imza daha istediler. Şartnamede böyle bir şey olmadığı için karşı çıktık, 48 saat düşünmek için zaman istedik, sonunda kabul ettik. Bunun üzerine Beşiktaş Belediye’sine de sunum yapmaya çağrıldık. İmzayı attığımız için ona itiraz etme şansımız kalmadı.

Bu arada Beşiktaş Belediyesi de bizi arayıp ne olup bittiğini bizden öğrenmeye çalışıyor. Belli ki bir karışıklıktır gidiyor. Ardından Koruma Kurulu’na sunum yapmak için tekrar çağrıldık, yani çorap söküğü gibi arkası geldi. Bizim Koruma Kurulu ile daha önce hiç işimiz olmamıştır, biz bu tür şeylere dikkat eder, girmekten kaçınırız. Sözleşmelerimizde, projelerin Mimarlar Odası’ndan geçirilmesi ve eğer belediyenin teknik kadrosu talep ediyorsa, işveren temsilcisi ile birlikte, sadece teknik bilgi verilmesine dair anlaşma vardır. Bunun dışındaki prosedürü üstlenmeyiz. Her neyse, sonuç olarak bir 11 kişilik Koruma Kurulu’na projeyi sunmaya gittik ve bize şu sorular soruldu: “Konser salonu nerede, müze nerede?” Şartnamede olan şeyler değil pek tabii bunlar ve fakat projemiz Koruma Kurulu’ndan “demek halka dönük değil” yorumunu almış oldu. On gün sonra Koruma Kurulu kararını vermiş ki gazetelerde, Ahmet Zorlu’nun beyanlarını okuduk, “Bu projede konser salonu da var, müze de var.” Bize yine işverenden gelen herhangi bir yazı ya da açıklama yok. Koruma Kurulu’ndan gelen raporda ise sadece seçilen proje hakkındaki değerlendirmeler var, diğer projeler hakkında başarı dileklerinden başka hiçbir şey yok. Bu ibretliktir. Tekrar elime kalemi kağıdı alıp Koruma Kurulu’na bir mektup yazdım ve projelerimizin Koruma Kurulu’nda hangi kriterlerle değerlendirildiğini sordum. Bunun cevap süresi biliyorsunuz, 60 gündür. Cevap gelmedi.
Kısacası, Zorlu yarışması süreci çok saygılı geçmedi. Halbuki bu kadar zor olmak zorunda değildi. Hepimizi bir araya çağırıp, biz bunu yapmak isiyoruz deselerdi, her şeyin üstü örtülmeye çalışılmasaydı, süreç çok daha sağlıklı işlerdi. Meslektaşlar arasında da etik olmayan bir durum söz konusu oldu. Yarışma bittikten ve diğer projeler ortaya çıktıktan sonra işverene, diğer projelere bakılıp projeyi baştan yapma teklifi götürülmesi, ve bu projenin Koruma Kurulu’na sunulması çok iç açıcı bir durum değil. Ahmet Zorlu bu işe çok para harcadı ve çok iyi niyetliydi. Böylesine bir iyi niyetle başlanan işin bu şekilde sonuçlanması, hepimiz için kayıp, yazık. Artık herkesin gözü korktu. Ne işverenler bir daha böyle bir şeye kalkışır, ne de bizim gibi mimarlar. Burada organizasyonu yapanlarda da bir sorun olduğunu düşünüyorum.

PS: Ali Bey, peki siz bundan sonra önünüze gelebilecek buna benzer yarışmalar hakkında, Ertun Bey’le hem fikir misiniz?

AH: Açıkçası uzun süre yarışma yapmamış bir firma olarak biz Zorlu yarışmasına çok hevesle sarıldık. İstanbul için güzel bir şey yapma çoşkusu vardı içimizde. Ekibimizle birlikte gece gündüz demeden çalışarak bu projeyi hazırladık. Bu durumda hevesimizin biraz kırıldığını söyleyebilirim. Bir dahaki sefere daha temkinli davranacağımı, kendimi bu kadar kaptırmayacağımı düşünüyorum. Ama tabii bu yaşananlardan sonra “Hiçbir şey olmuyor” deyip bir kenara çekilmek gibi de bir niyetimiz yok tabii. Birilerinin de bir şeyler yapması üretmesi gerçekleştirmesi lazım. Şehirlerimizi daha yaşanır hale getirmek konusunda, hemen olmasa da örnek teşkil edebilecek projeler üretildikçe, çirkin yapılaşmaların yönünü de değiştirmek, en azından etkilemek mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Yarışmaların da buna daha kolay cevap verebileceğine inanıyorum.

EH: Tabii eğer bu mekanizma çalıştırılabilseydi, Türkiye’de yeni bir iş alma yöntemi de gelişmiş olacaktı.

PS: Biraz da gelecek projelerinizden bahseder misiniz?

EH: Programımız dahilinde yapmayı düşündüğümüz bir işi kriz dolayısıyla biraz öne aldık. Ekonomik krizden bağımsız olarak, ben bu AVM furyasının 3 senden fazla sürmeyeceğini öngörmüş ona göre bazı tedbirler almıştım. Nitekim o tür yatırımlar giderek azalıyor. Kendimizi daha teknik konulara yöneltiyoruz. Farklı ülkeler ve proje tiplerine eğiliyoruz. Örnek olarak Asya gittikçe daha ilginç bir hal aldı. Çin’de epeyce kapsamlı bir projemizin konsept tasarım ve mimari çalışmaları sonuçlanmak üzere, ofis ve ticaret ağırlıklı bir yapı grubu. Bundan sonra da bu bölgede yeni projeler yapmak hedeflerimizden biri. Tabii ülkemiz mimarlığı açısından da yurtdışında projeler üretmeyi önemsiyoruz. Ekip arkadaşlarımızın kendilerini geliştirmelerine olanak sağlayacak ve verimliliğimizi arttıran çalışmalar, eğitimler yapmak kısa dönem hedeflerimiz arasında.

AH: Bunların yanısıra biraz da nasıl çalıştığımızdan mimariye bakış açımızdan bahsedelim isterseniz. Program incelenmesi ve irdelenmesi gerekli “ilham” kaynağı ya da projelendirmenin ilk aşamaları açısından eldeki verilerin iyi bir şekilde özümsenmesi en önemli etap bizler için. Yoksa her ne kadar bazen yaptığımız yapı tipleri benzer de olsa, herhangi bir yerdeki bir projeyi alıp da başka bir araziye monte etmeye çalışmıyoruz hiçbir zaman… Projede bulunulan yörenin varsa kendine has yerel mimarisi, malzemeleri, doğası veya mevcut dokuyu analiz ederek eskizlemeye, tasarlamaya başlıyoruz. Bizim için tasarımda en önemli faktörler: arazi + program + işverendir. İşveren’in projeyle ilgili hedefleri de tasarım yaklaşımımızın önemli bir girdisi olmaktadır. Ve tabii işveren = bütçedir. Bütçenin projelendirme için önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu sebeple tasarımın erken süreçlerinden itibaren verilerin arasına bütçe de dahil edilmektedir.

EH: Ülkemizdeki mimarların durumunun, biraz da işverenler karşısındaki durumlarından ötürü yapmayı hayal ettikleri “En… (Dünyadaki en büyük, en geniş, en pahalı, en moda..)ler”den uzak durmak gerektiğini anlatıyoruz hep. Bitirilemeyen yapıların akıbetlerini unutmamak gerektiğine inanıyoruz. Mimarın işverenine bütçesel anlamda kaldıramayacağı, işletemeyeceği binaları kendisine işveren tarafından yapılan bu yöndeki baskılara direnerek de olsa önermemesi gerektiğine inanıyoruz. Moda akımların çizgisinde proje üretmektense bu girdilerle tasarım yapmanın daha kalıcı olacağı düşüncesinde birleşiyoruz ekip olarak.

AH: Sürdürülebilir mimari konusunda da bir süredir çalışmalar ve araştırmalar yürütmekteyiz. Ağırlıklı olarak çalıştığımız projelerde ekibimizdeki ve dışarıdan konusunda uzman mühendislerle birlikte bu konuda ofis içi workshop’lar düzenliyoruz. Konsept ve tasarımda tüm ekipler sahada nasıl imalat yapıldığı ile de ilgili bilgi sahibi oluyor ve kendilerini sürekli geliştirme şansı buluyorlar.

Tasarım bizim için sadece güzel ve göz alıcı formlar üretmekten de öte öncelikle yaşanabilir mekanlar üretmekte; yoksa sırf modern mimarlık çizgisi tutturabilmek için kullanıcıları tamamen unutan, sadece fotoğraflarda iyi görünen bir mimarlığı benimsemiyoruz. Hazırladığımız tasarımların yapının bugünü kadar geleceğini de düşünürek, yapının esnekliğini korumaya çalışıyoruz. Bu esneklik sadece plansal değil aynı zamanda mümkün olduğunca malzemeler, sistemler ve strüktürel anlamda da geçerli.

Bilgisayar destekli bir tasarımın günümüzde vazgeçilmez bir araç olduğuna inanıyoruz. Ancak fikri bilgisayarlardan bekleyen yaklaşımının yerleşmesine karşı bir yandan da 3 boyutlu eskizleme paralelinde, el eskizinin ve maketle çalışmanın veya daha farklı bir biçimde söylemek gerekirse ekip içerisinde kişisel ifadenin de oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz.

PS: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

EH: Biz teşekkür ederiz.

AH: Biz teşekkür ederiz.

Etiketler

Bir yanıt yazın