“Mimar ve Mühendis Arasındaki İletişim, Tekrarlayan Döngü Boyunca Gelişir”

Londra merkezli bir tasarım ve inşaat mühendisliği firması olan AKT II’nin kurucusu ve tasarım direktörü olan Hanif Kara, Geberit’in davetlisi olarak "Zamanın Ötesinde Tasarım Kâşifleri #7" etkinliği kapsamında Türkiye’deydi.

Soldan sağa: Hanif Kara ve Burak Pekoğlu

AKT II bünyesinde Zaha Hadid Architects, BIG-Bjarke Ingels Group, Foster + Partners gibi mimarlık ofisleriyle çalışan Hanif Kara, pek çok önemli yapının tasarım sürecine dahil olarak inşaat mühendisliklerini üstlendi. Uygulamacı kimliğinin yanı sıra Harvard GSD ve MIT inşaat mühendisliği öğrencilerine verdiği Tasarım Mühendisliği dersi ve yazdığı kitaplarla da tanınan Hanif Kara ile BINAA (Building Innovation Arts Architecture) mimarlık ofisinin kurucusu Burak Pekoğlu söyleşti.

Burak Pekoğlu: 2011 senesinde Harvard GSD’de sizin öğrenciniz olma ayrıcalığını yaşamıştım. Tasarım Mühendisliği dersinizde, Harvard tasarım öğrencileri ve MIT inşaat mühendisliği öğrencileri aynı sınıfı paylaşıyordu. Bu benim, bir inşaat mühendisliği öğrencisiyle iletişime geçtiğim ilk seferdi. Geriye baktığımda bunun, problemlere tasarım mühendisliği perspektifinden bakabilen bir mimar olarak gelişimim için bir dönüm noktası olduğunu görüyorum. Bence bunun gibi, tasarım sürecinde tasarımcının mühendisle nasıl iş birliği yapacağına yönelik bir dersin bütün mimarlık fakültelerinde verilmesi gerekir. Bize bu dersin nasıl ortaya çıktığını ve yollarımızın kesiştiği 2011 yılına kadar nasıl evrildiğini anlatabilir misiniz?

Hanif Kara: Kursun temellerinin atılması, 10 yıllık pratiğin ardından Design Engineering / Tasarım Mühendisliği isimli kitabı yazdığım zamana denk geliyor. Kitapta pratiğimin yol haritasını çizmeyi deniyordum. Harvard’dakiler kitabı görüp beni bir konferans vermek üzere GSD’ye davet ettiler. İnşaat mühendisliği üzerine değil, teknoloji ve tasarım üzerine konuşabilen bir mühendis arıyorlardı. Konferansın ardından ders vermek üzere davet aldım. Böylece uygulamaya devam eden bir öğretim üyesi oldum. Yani ders, Harvard’ın tasarıma ve teknolojinin tasarım dünyasına nasıl dahil edilebileceğine olan ilgisinden doğdu. Uygulama yapan birinin gözünden bunu ele almak istediler ve ben de bu modele oldukça iyi oturuyordum. Kursu bu bağlamda geliştirdim ve bu ilk versiyon uzun süre devam etti. Sonra ikinci bir versiyonunu geliştirdik, o da geçen seneye kadar devam etti. Şimdi ise gelecek sene için yeni bir şey yapmak üzere ara verdim. Bu aradan sonra kursa yeniden başlayacağım çünkü MIT dahil pek çok yerden talep oldu. Mühendisler kursu oldukça sevdiler, bazıları benimle çalışmaya başladı.

Kursun ilk zamanları, mimarla mühendis arasındaki teknoloji odaklı ilişki ve geometri üzerineydi. Bunu biçim araştırması olarak isimlendirebiliriz. Bir deney olarak başlayacak olan gelecek versiyon ise ekolojik problemlere odaklanacak. Duruma şimdi, bu lensten bakabilir miyiz? Teknoloji nasıl hala mimar ve mühendis arasındaki iletişim üzerinde önemli bir etki sahibi olabilir? Bu sorgulamayı öğrencilerin önünde yapabildiğiniz zaman oldukça hızlı öğreniyorlar. Diğer okulların da bunu yapması gerektiği konusundaki yorumuna katılıyorum. Sadece seyirci olan değil, eğitim vermekle de ilgilenen insanlar bulmalılar. Akademisyenlere de ihtiyaç var; fakat gerçek dünyayı içeri getirmek için uygulamacılara da ihtiyaç var.

Bir mimar olarak, dersin benim üzerimde büyük etkisi oldu. Pratik olarak mimarlık yapmaya başladığımda bir mühendisle nasıl konuşacağımı içgüdüsel olarak biliyordum. Bunun tasarım ve mimarlık okulları için bir rol model olabileceğini düşünüyorum. Buradan hareketle şunu söyleyebilirim: pratik, araştırma ve akademi arasında örnek bir denge kuruyorsunuz. GSD’deki ders sırasında, pratiğinizde yer almış beş adet örnek projenin mimarlarını stüdyoya davet ettiğinizi hatırlıyorum. Bu kursun içeriği 2012’de, Harvard GSD tarafından basılan “Interdisciplinary Design: New Lessons from Architecture and Engineering / Disiplinler Arası Tasarım: Mimarlık ve Mühendislikten Yeni Dersler” isimli kitaba taşındı. Kitabın ön sözünde, farklı alanların ortak çalıştığı durumlarda tasarım sürecinin doğrusal olmayan şekilde ele alınmasından (nonlinearization) söz ediyordunuz. Bu yaklaşımı biraz açabilir misiniz?

Tasarım eğitimindeki problemlerden biri şu: mimarlar ve mühendisler, istemeden yaratılan senaryo sonucu, sürece dair sınırlı bir deneyime sahip oluyorlar ve sürecin doğrusal olması gerektiğini düşünüyorlar. Bu özellikle mühendisler için geçerli bir durum. Önce mimarların fikir üretmesini bekliyorlar, sonra mimarlara neden bunun olamayacağını anlatıyorlar, sonra da yükleniciye nasıl inşa edeceğini anlatıyorlar. Bence bu yanlış bir yaklaşım. Doğru yaklaşım iki tarafında daha erken birbirlerinin fikirlerini sınamaya başlaması ve bazı şeyleri yapmanın yollarını bulmaya çalışmaları. Bu da doğrusal bir süreç yerine dairesel bir döngüyü gerektiriyor. En yenilikçi mimarların çoğu aynı zamanda iyi mühendislerdir, iyi mühendislerin çoğu da iyi inşacılardır. Bu partiler arasındaki iletişim, tekrarlayan döngü boyunca gelişir. Bu da daha az parçalı, çizgisel olmayan bir süreç yaratır. Süreç parçalı olduğunda ise; mimarın bir fikri vardır, mühendis mimara fikrin nasıl hayata geçebileceğini anlatır, beraber yükleniciye gidip anlatırlar ve yüklenici inşa etmeyi beceremez. Genellikle böyle olur. Bunu önlemenin tek yolu, senin de almış olduğun gibi bir eğitim almaktır. Mimarın, mühendisle ve yükleniciyle konuşurken doğru soruları sorması gerekir.

Eğer doğru hatırlıyorsam, öğrencilik yıllarımda bir kere bana, mimarlarla çalışmaya başlamadan önce lunapark treni tasarladığınızı söylemiştiniz. Mimarlık dünyasına geçmenize ne sebep oldu?

Lisans eğitiminden mühendis olarak yeterlilik almak için ilk sınavınız bir şeyleri ayağa kaldırabilmek oluyor. Profesyonel olmak için ise bir sınavdan daha geçmeniz gerekiyor. Benim lisans notlarım oldukça iyiydi ve sınavları da hızla geçmek istedim. Kayıtlı bir profesyonel olunca daha iyi ücretle çalışabiliyordunuz. Bir güç istasyonu ve lunapark treni projesinde çalışarak mühendisliğin teknik tarafına derinlemesine girdim. Şanslıydım, çünkü İngiltere’nin kuzeyindeydim ve oralarda hala oldukça fazla inşaat vardı. Lunapark treni inşaatı da bunlardan biriydi. Geometri her zaman ilgimi çekmişti. Lunaparklardaki hızlı trenlerin geometrisi ve fiziği kompleksti. Sonra bu küçük coğrafyadan çıkmak istedim ve Londra’ya taşındım. Londra’da yaşarken mimarlarla tanışmaya, binaları daha iyi anlamaya başladım. Böylece bu alana atladım, çünkü tasarıma daha çok ilgi duymaya başlamıştım. Diğer yandan geçmiş deneyimim benim için oldukça yararlı oldu, çünkü hali hazırda kompleks geometrilerle ilgileniyordum. Bu bir şekilde benim hayatımı kolaylaştırdı. Londra’da olmak için de iyi bir zamandı.

Geçmiş deneyimlerinizi düşündüğünüzde, üzerinde çalıştığınız en heyecan verici proje hangisiydi?

Yaptığım en heyecan verici proje bir bina değil, pratiğin kendisi. Ofis kurmanın kendisi en heyecan verici proje. Değişebilen, genç insanları bünyesine alabilen, geometri üzerine çalışabilen; fakat aynı zamanda politik, jeopolitik veya ekolojik olarak değişen dünyaya adapte olabilen bir ofis kurmak… Bu çok ilginç bir proje, çünkü inanıyorum ki her on yılda bir yapmakta olduğunuz şeyleri süpürüp yeniden başlamanız, kimliğiniz üzerine yeniden düşünmeniz, neler öğrendiğinizi tartmanız, bir sonraki adımda ne yapacağınıza bakmanız gerekiyor. Yaşlanıyorum; fakat hala yeni insanların ofise gelmesiyle ve yapmak istediklerini anlatmalarıyla heyecanlanıyorum. Bize gelenlerin yapmak istediklerinin, bizim hali hazırda yapmakta olduğumuz şey ile nasıl bir araya gelebileceğini düşünmek heyecan verici. Tasarımcılar ve mimarlarla, saygının da var olduğu doğru bir iletişim kurmak ve karşı tarafın, bir mühendisle çalışmanın değerinin farkında olması da önemli. Çalıştığım tüm mimarlar böyle.

Bloomberg Genel Merkezi Binası (Londra), mimarlık ofisi: Foster + Partners, inşaat mühendisliği: AKT II

Yani fiziksel yapıdansa sosyal yapılarla, fiziksel olanın arkasındakiyle ilgileniyorsunuz.

Kesinlikle! Zaha Hadid, David Chipperfield, Emre Arolat gibi insanların işlerini anlayabilmek ve kurduğum sistemimin içinden geçirip geri verebilmek… Bu bana göre her zaman heyecan verici.

AKT II’de pratik ettiğiniz “tasarım mühendisliği” sürecini biraz daha ayrıntılı anlatabilir misiniz? Çalışma modelinizi bilinen diğer inşaat mühendisliği pratiklerinden ayıran nedir? Hangi noktada projeye dahil oluyorsunuz?

Bence en önemli fark, ki umarım bunu muhafaza edebiliriz, kâr amacı gütmeyen bir şirket olmamız. Tasarımın bir değer olduğuna inanıyoruz ve tasarım ile para kazanabiliyoruz; fakat neredeyse bir sivil toplum kuruluşu gibi hareket ediyoruz. Çalışmaya ücret konusunda çok fazla endişelenerek başlamıyoruz; fakat ücretin önemli olduğunu biliyoruz. Yani sürece, çözümler üzerine ve daha iyi nasıl olabilir üzerine düşünerek, sonradan o projede kullanmasak dahi araştırma yaparak başlıyoruz. Bence bu önemli bir fark. Şirketin yapısı bizi bir araştırma organizasyonu olmaktan alıkoymuyor. Kar etme fikri bizi eğitim konusunda düşünmekten alıkoymuyor. Bunun yanında birçok bina da yapıyoruz. Akademisyen değiliz; fakat eğitim ile aradaki ilişkiyi anlayan inşacılarız. Şu an mimarlık ve mühendislik ofislerinde araştırma unsuru çok yaygın. Biz araştırmaya yatırım yapmaya başladığımızda, bu yatırımı üzerinde kafa yorarak, yarının ne getireceğini bilmeden yapmamız gerekiyordu. Şimdi ise araştırma birimi bir alışkanlığa dönüştü ve modelin bir parçası oldu.

“Design-led” gibi metodolojilerinizden veya bugünkü pratiğinizde öne çıkan eğilimlerden bahsedebilir misiniz?

“Design-led”, mühendislerin yakınsak ve sonuç odaklı düşündüklerine, sadece problemleri çözdüklerine dair inanca olan tepkimden ortaya çıktı. Bir problemi kolayca çözebiliyordum; fakat bunun haricinde ne yapabilirdim? Sosyal etki üzerine, çevresel etki üzerine konuşabilir miydim? Estetik tercihler üzerine konuşabilir miydim? İletişime buradan giriş yapabilir miydim? Burada bir iletişim eksikliği vardı; çünkü çoğu zaman mimarlar artık çok geç olana kadar işlerini mühendislere getirmiyorlardı. İşte burada bir alan keşfettim. Bu yaklaşım hala ofisimde devam ediyor. Yeni mimarlar için emek harcıyoruz. Yeni ofis açtıklarında onlara yardım etmeye çalışıyoruz. Sadece mimarlara değil, sanatçılara da… Sonradan başarıya ulaştıklarında, beraber ortaya çıkardığımız şeyler olumlu etki bıraktığında, tekrar tekrar birlikte çalışıyoruz. “Design-led”, kiminle ortaklık kurduğumuza, yapılmak istenene ve güncel olana sadık kalmakla beraber, ofisin genel çalışma prensibinin tekrarlamasını sağladı.

Haydar Aliyev Kültür Merkezi (Bakü), mimarlık ofisi: Zaha Hadid Architects, inşaat mühendisliği: AKT II

Teknolojiyi strüktürel analizlerinizde ve tekniklerin gelişiminde nasıl kullanıyorsunuz? Strüktürel tasarım çözümlerinde ne gibi yenilikler şekilleniyor?

Son yirmi senede, sorgusuz sualsiz, teknolojinin pek çok problemimizi çözebildiği görüldü. İnşaat mühendisliğinde şunu gördük ki, uygulama kodlarının güvenlik faktörünü içerdiği noktaya kadar analiz edebiliyoruz. Diğer yandan bazı akıllı yazılımlar bir adım ileriye gidip daha fazla risk de alabiliyorlar ve normalde bizim yapamayacağımız şeyleri yapabiliyorlar. Mesela Bakü’deki Kültür Merkezi projesini ele alırsak, biçim o kadar değişik ki, yazdığımız yazılım olmadan oradaki yüzeyi nasıl inşa edebileceğimizi bilmek mümkün değil. Bence teknolojinin kullanımı buraya geldi. Diğer yandan yeni mezun gençlerin eski, ampirik bir yöntem olan eskizi kullanmalarına ve temel prensipleri anlamalarına da çalışıyoruz. Tüm yazılımları elimizin altında tutuyoruz ve birinin diğeriyle konuşabilmesini sağlıyoruz. Bu genelde mümkün değil, ama bunu mümkün kılıyoruz. Bunların yanında hala malzemeyle deneyler yapmaya devam ediyoruz. Yeni üretilen malzemelerin nasıl davrandığını araştırıyoruz.

Yani yapıyı inşa etmeden önce her açıdan ön görmeye çalışıyorsunuz.

Kesinlikle. Bunun en iyi örneklerinden biri Bjarke Ingels ile inşa ettiğimiz Serpentine Pavyonu. Sadece sekiz haftamız vardı ve hepsini aynı anda test edebilmek için analizleri, tasarımı, çizimleri beraber yürüttük. Yeni bir malzeme, yeni bir çizim tekniği, yeni bir iletişim tekniği…

Serpentine Gallery Pavilion 2016, mimarlık ofisi: BIG, inşaat mühendisliği: AKT II

Mühendisliğin insan kültürü üzerine etkisine dair oluşan algı sizce teknoloji ile nasıl dönüşüyor? Yakın gelecekte bizi nasıl aşırılıklar bekliyor?

Henüz etkilerinin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz; çünkü yapay zeka gibi teknolojiler veya tıp ve tarım gibi disiplinler halen vücudun nasıl işlediğine, beynin nasıl çalıştığına dair veri toplamaya devam ediyor. Bu, bir noktada, mekanları üretme şeklimizi ve mühendislerin verdiği yanıtını değiştirecek. Bu konuda konuşmanın en kolay yollarından biri, şu an pek çok kişinin de üzerine konuştuğu biofili. Yeşil bir şeye sürekli baktığınızda daha sağlıklı oluyorsunuz. Şu an elimizde bunun doğru olduğuna dair bilimsel veriler var. Aynı şekilde uzayan yaşam sürelerini ele alma konusunda değişiklikler olacak. Teknoloji sayesinde, insan bedeni konusunda öğrendiklerimiz arttıkça mekansal algı da gelişecek. Mobil olacağız ve herkes için, kendilerine daha uygun mekanlar tasarlayabileceğiz. Buradaki zorluk bence kültürden kaynaklanıyor; çünkü şu anda yapılan mimarinin büyük kısmı homojen. Mesela her ülkenin bir cam kulesi var, neden olduğu merak konusu. Aslında her kültür cam kuleyi veya geçirgenliği beğeniyor değil. Her kültür veya iklim cam malzemeye cevap veriyor değil. Bana göre bu homojenleşme kötü. Bu durum teknolojik gelişmelerden kaynaklanıyor. Birden herkes cam bir kule istiyor. Bence insanlar bunu anladıkça ve “Neden cam kulemiz var? Neden hükümetteki insanlar bu veya şu şekilde inşa edilmesine izin veriyorlar?” diye sormaya başladığında insanlığın durumu değişecek.

Otantikliğin önemli olduğunu düşünüyorsunuz.

Evet, otantiklik önemli. Fakat tehlikeli bir taraf var, o da şu: bazı insanlar otantikliği modernleşmeye karşı savaşmak için kullanıyorlar. Fakat bizim burada konuştuğumuz anlamda otantiklik aynı zamanda modernleşmeye de izin veriyor. Bazı insanlar otantiklik ile tutuculuğu karıştırıyorlar ve geçmişi çok fazla korumaya çalışıyorlar. Benim dediğim ise, sadece geçmişi korumayın, geleceği yaratmak için şimdi içinde bulunduğunuz durumu iyi anlayın, ondan sonra otantikliğin ne olabileceğine dair yeniden düşünebilirsiniz. Mesela islami desenleri ele alalım. İnsanlar bu desenleri kullandıkları zaman binanın islami bir bina olduğunu düşünüyorlar. Bu tutumu oldukça aşağılayıcı buluyorum.

Buradan İstanbul’a geçmek istiyorum. Daha önce pek çok defa İstanbul’a geldiğinizi biliyorum. Geçmişte üç imparatorluk dönemine tanıklık etmiş bu benzersiz şehir hakkındaki hisleriniz ve gözlemleriniz neler? İstanbul’un geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bir defasında ikinci favori şehrim üzerine bir makale yazmam gerekmişti. Benim için Londra’dan sonra İstanbul geliyor. Makalede İstanbul’dan bahsetmiştim. Pek çok defa gezmiş olsam bile, İstanbul’a her geldiğimde Ayasofya’ya gidiyorum. Ayasofya’yı görmek benim için bir hac yolculuğu gibi. Belki yüz defa gitmişimdir; fakat geçmişte neler inşa edilebildiğini hatırlamak için tekrar gidiyorum. İstanbul, kültürel ve ekonomik olarak güncel olanla yakından ilişkilenen bir şehir. Doğu-batı klişesinin oldukça yararlı bir tarafı var. Bence İstanbul’da yaşayan insanlar bunu yaşamayanlar kadar net göremiyor; fakat görebilirler. Bence İstanbul hala dünyanın en önemli kültür, alışveriş ve tasarım şehirlerinden biri. Önemli olan bir sonraki neslin jeopolitik ve siyasi olarak bunu nasıl devam ettireceğinin bulunması. Pek çok şehir bu özelliklere, topoğrafyaya, iklime, insanlara, genç nüfusa sahip değil; fakat ellerinde olanla daha fazlasını yapıyorlar. Bence eski şehirlerin önündeki zorluk bu. Bunu söylerken şehri geliştirmemelisiniz demiyorum; şehri daha fazla düşünerek geliştirmelisiniz ve şehri geliştirirken şimdiki yetişkin kuşağın ötesinde bir kitleyi muhatap olarak almalısınız. Bence şehrin kurucularının kasıtlı olarak veya olmayarak yaptığı da buydu. Bazı eski binalara baktığımızda en az birkaç kuşak ötesini düşünerek inşa edildiklerini söyleyebiliriz. Gelecek kuşaklara ne bırakmak istediklerini düşünmüş olmalılar. Eğer siz de bunu yapmazsanız, size bırakılan armağana haksızlık ettiğinizi düşünürüm.

Vessel (New York), mimarlık ofisi: Heatherwick Studio, inşaat mühendisliği: AKT II

Mimar Sinan’ın yapılarına aşina mısınız?

Evet, Sinan benim esin kaynaklarımdan biri. Bir askerin nasıl bir mimar ve inşacıya dönüştüğünü, politik olarak güçlü bir adamın aynı zamanda da nasıl bir taş ustası olduğunu anlamaya çalışıyorum. Kubbenin nasıl yapıldığını anlamaya çalışırsanız, betonun başlangıç noktası olduğunu görürsünüz. Nasıl inşa edileceğinin fikir alıştırması gibidir. Sinan’ın inşa ettiği platonik geometrilere baktığınızda ve kuvveti dağıtmak için bu geometrilerle nasıl oynadığını gördüğünüzde bunun oldukça önemli bir iş olduğunu anlarsınız.

Bir yandan da şimdi elimizde olan teknolojilere sahip olmadan yaptıkları binalar oldukça verimli ve akıllıca inşa edilmiş. Bence elimizdeki teknoloji ile neler yaptığımızı da düşünmeliyiz.

Kesinlikle katılıyorum.

Toparlamak gerekirse, İstanbul’a Geberit’in davetlisi olarak geldiniz. Geberit’in üretim ilkesi “Design Meets Function/ Tasarım Fonksiyonla Buluşuyor”. Bu mottonun size ne ifade ettiğini merak ediyorum.

Tasarımın fonksiyonla buluştuğunu söylemek bir klişe; ama önemli bir klişe. Çünkü bazen neden ve kimin için tasarladığımızı unutuyoruz. Kendimiz için tasarlamaya başlıyoruz. Tüm tasarımcılar bu konuda suçlu. Bazen tasarımın nasıl işleve veya işverenin kazancına tercüme olacağını düşünmüyoruz. Gelmeden önce Geberit’in Tasarım Kaşifleri konuşmaları için çağırdığı isimlere baktığımda da oldukça eklektik bir konuşmacılar listesi olduğunu gördüm. İyi ve özenle seçilmiş isimler vardı. Bu iyi bir bakış açısı, sadece satışa yönelik bir bakış açısından bakmıyorlar. Böyle etkinlikler topluluğu bir arada tutmak açısından da önemli. Ben de bu yüzden gelmeyi kabul ettim.

Tekrar hoş geldiniz ve sohbet için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın