“Kurulların yavaş karar aldığından, işlerin yavaş yürüdüğünden, bir yapının tescillenmesi durumunda kurula gidildiğinde bir iş çıkmayacağından şikayet edilir”

İstanbul, 2010 Kültür Başkenti seçilmesinin ardından, yoğun bir yenilenme ve onarım dönemine girdi. Dolayısıyla koruma kurulları için de yoğun bir çalışma süreci başlamış oldu.

Arkitera Mimarlık Merkezi olarak, İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden Yrd.Doç.Dr. Gülsün Tanyeli’den koruma kurullarındaki son durum, işleyiş ve çalışmalar hakkında bilgi aldık.

Zeynep Güney: Koruma kurullarının belirlenmesi ve işleyişi hakkında bilgi verir misiniz?

Gülsün Tanyeli: Koruma kurullarının belirlenmesiyle ilgili bir yönetmelik var. Üyeler o yönetmelik çerçevesinde atanır. Ancak, koruma kurullarının kompozisyonu 2863 sayılı yasanın 2004 yılı Temmuz ayında 5226 sayılı yasanın çıkmasıyla revize edilmesi sonucunda biraz değiştirildi. O süreçte beş olan asli üye sayısı “bölge kurulları” tanımı getirilerek yediye çıkartıldı. Daha önce sadece baktığı bölge ile ilişkin koruma kurulu diye adlandırılırdı. Mesela Bursa için “Bursa Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu”ydu, şimdi “Bursa Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma Bölge Kurulu” olarak isimlendiriliyor. Son düzenlemeye göre bölge kurulu 7 asli üyeden oluşuyor. Asli üyelerin dışında eskiden de olduğu gibi temsilci üye dediğimiz üyeler var. Onlar da koruma kuruluna gelen konular bağlamında kurumlarını temsil ederler. Örneğin belediye sınırları içindeki bir konu için belediye başkanının kendisi ya da görevlendirdiği kişi kurula girer, eğer belediye sınırları dışındaysa valilik temsilci gönderir. Çeşitli bakanlık temsilcilerinden katılım olabilir. Yani sayılar konuyu ilgilendiren taraflara bağlı olarak değişebilir. Eğer o kurulun bütün üyeleri atanmışsa, bir kararın altında yedi üyenin dışında, o konuyla ilgili kaç temsilci üye varsa onların da imzası yer alır. Kararın alınması için yeterli sayı, temsilcilerle birlikte kurul üyesi sayısının toplamının yarısından fazla olmalıdır. Temsilci üyeler de kararın alınmasında asli kurul üyeleri kadar yetkilidir.

ZG: Üyeler hangi meslek gruplarından seçiliyor?

GT: Eski yasanın tanımladığı beş asli üyeden oluşan kurullar; mimar, şehir plancısı, arkeolog, sanat tarihçisi, mimarlık tarihçisinden oluşurdu. Yasanın değişmesiyle yeni bir meslek alanı daha katıldı, o da hukukçu.

ZG: Koruma kurulu üyeleri atanırken hangi kriterlere göre belirleniyorlar ve karar alınmasında bu kişilerin görevleri neler?

GT: Yasal olarak atama beş yıllık bir süre için yapılır ve bir kurulda görev yapabileceğiniz toplam süre on yıldır. Yani iki defa beşer yıllık süre için görev yapabiliyorsunuz. Önceden YÖK üyeleri beşer yıllık sürelerde iki kere atanabiliyorlardı, bakanlık tarafından atanan üyelerse ikişer yıllık beş kere atanabiliyorlardı. Şimdi o da değişti, artık bakanlığın atamaları da her biri beşer yıllık olmak üzere iki kere yapılabiliyor; ama tabii bakanlık buna her zaman uymayabiliyor.

Biliyorsunuz ki kurulların sayısı arttı ve çok sayıda üye ataması yapıldı. Yasaya göre yönetmeliklerde, üye olarak konularında uzman, konuya hakim kişilerin, üniversite öğretim üyelerinin ya da emekli öğretim üyelerinin atanması tarif ediliyordu. Daha önceki yönetimler de bu konuda yazılı olmayan bazı uygulamaları devreye koymuşlardı. Yani zaman zaman bu uygulamada değişiklikler görüldüyse de, kurul üyelerinin çoğunlukla akademisyen ağırlıklı olması gözetilirdi. Zaten kurulun beş kişiden oluştuğu zamanlarda iki üye YÖK tarafından atanırdı, bakanlık tarafından atanan üyelerin de çoğunlukla akdemik kökenli olması gözetilirdi. Günümüzde yine iki üye YÖK tarafından atanıyor ve beş üyeyi bakanlık atamış oluyor. Dolayısıyla bakanlığın tercihlerine göre belirlenen beş üye kurulda bir ağırlık oluşturuyor ve akademisyen üyelerin eskisi kadar güçlü bir konumu yok. Ama bu her kurul için böyle değil tabii. Yine akademik ağırlıkları yüksek olan, o yapıyı sürdüren kurullar var. Yeni üyelere baktığımızda son zamanlarda siyasi tercihlerin öne çıktığı görülüyor. Siyasi tercihlerini de akademik üye atayarak değil, daha çok serbest meslek sahiplerini atayarak gösteriyorlar. Bu durum kurulun güvenilirliği ve saygınlığı açısından risk oluşturuyor. Çünkü kurul aldığı kararlarla konu sahiplerini, vatandaşı ikna etmek zorunda. Tarafsız olmak durumunda. Kararlarının eşitliğini ve herkese aynı mesafede olduğunu göstermek zorunda, eğer bu zedelenirse kurullara duyulan güven sarsılır.

Kurullarla ilgili her zaman bir takım eleştiriler vardır. Kurulların yavaş karar aldığından, işlerin yavaş yürüdüğünden, bir yapının tescillenmesi durumunda kurula gidildiğinde bir iş çıkmayacağından şikayet edilir. Aslında Türkiye’de insanlar, işin usulüne göre yapılmasına alışık olmadığı için, o kadar çok eksik var ki, çoğu zaman dosyanın olgunlaşması ve arkasındaki bürokratik eksiklerin tamamlanıp kurulun onu görüşebilir hale gelmesi o kadar çok zaman alıyor ki, çoğu kimse bunun farkında değil. Gecikmelerin kuruldan kaynaklandığını zannediyorlar.

Mesela Kültür ve Turizm Bakanlığı Atatürk Kültür Merkezi’nin rölövelerini yaptırdı. Kurul gündemine alınmadan önce dosyasındaki bazı belgelerin tamamlanması gerekir. Oysa, dosyanın eksiklerinden biri de tapu. Konunun görüşülebilmesi için, yapının sahibinin veya o kişinin sorumluluğu devrettiği başka bir kişinin ya da kurumun tanımlı olması gerekir. Bunun için tapu belgesi arandığında tapu dairesinde Atatürk Kültür Merkezi’nin bir bina olarak tanımının olmadığı görülmüş. Tapudaki görevliler de; burası arsa olarak görünüyor, size bina olarak bir tanım veremeyiz demişler. Üstelik bu bina yaklaşık 5 – 10 senedir tescilli kültür varlığı.

Bunun gibi onlarca konuda, belediyeyle veya başka kurumlarla olan ilişkilerde, bir sürü belgeyi tamamlamanız lazım. Kimse sahip çıkmazsa konu sürünür. Biz projeyi verdik, kurul görüşecek zannediyorlar ve bir daha arayıp sormuyorlar, oysa o dosyanın eksikleri tamamlanmadığı için sıraya bile girmiyor. Dolayısıyla karar mercii olan kurul üyeleri dışında bütün bu işleri yürüten kurul müdürlüğü var. Kurul müdürlüğü; bir müdürden ve onun altında yine aynı alanlardan atanmış olan uzman raportörlerden ve diğer görevlilerden oluşur. Kurul müdürlüğüyle, kurulun görev ve sorumlulukları çok sık karıştırılır. Kurul müdürlerinin ya da raportörlerin karar sürecindeki rolleri kamuoyu tarafından pek bilinmez. Görüşeceğiniz konunun hazırlanması sırasında, bütün iş o mutfakta pişer; dosya eksikliklerinin tamamlanması, raportörün konuya ilişkin yerinde gidip incelemelerini içeren değerlendirmeleri, verilen evrakların karşılaştırılması, dosyadaki eski bilgilerin tekrar taranması ardından konu kurula getirilir. Kurulda konu hakkında uzman olan kişi öncelikli olarak görüşünü açıklar. Diğer üyelerden kendilerini ilgilendiren konularla ilgili katkılar alınır, her üyenin görüşü mutlaka tek tek sorulur ve karar oluşturulur.

ZG: Bir yapının tescillenmesinde nelere dikkat ediliyor?

GT: Bu çok daha geniş bir konu. Türkiye’nin tescil konusunda zaten bir sıkıntısı yok. Ancak, kurullarda veya kurul müdürlüklerinde, bir yapının tescillenmesine ilişkin yasal çerçeveyi yorumlayamayan ya da dünyadaki güncel gelişmeleri izleyemeyen kişilerin olduğunu söyleyebilirim. Bunlar çok durağan veya değişmez ilkeler değil. Koruma kavramının ortaya çıkmasından itibaren gelişme sürecinde korumayla ilgili tanımlarda epey bir genişleme oldu. İnsanlar bu genişlemeyi bir yere oturtmakta zorluk çekebiliyorlar, içselleştiremiyorlar. Bir takım kurul kararlarında, biz bile kurul üyesi olarak, alınan karara tepki duyabiliyoruz, eleştirebiliyoruz. Yani biz de zaman zaman kurullardan şikayet edebiliyoruz.

ZG: Hangi koruma kurulunda, ne zamandır görevlisiniz ve bölgesel olarak çalışmalarınız neler?

GT: 2005 yılı Nisan ayından beri Nevşehir Koruma Kurulu’nda üyeyim. Ben Nevşehir’e atandığımda Nevşehir Koruma Kurulu yaklaşık on aydır yeterli üye sayısı sağlanamadığından toplanamıyordu, gerekli imza sayısına ulaşılamadığı için karar da alınamıyordu.

Son zamanlarda ise Türkiye’nin genelinde olduğu gibi, özellikle anıtsal yapıların restorasyonuna aktarılan kaynakların artışıyla bağlantılı olarak çok sayıda proje konusu var gündemimizde. Bu durum biraz da Türkiye’de elli altmış yılda bir restorasyon projelerinin gündeme gelmesinden kaynaklanıyor. Vakıfların kendi kaynaklarını bu alanda kullanabilmeleriyle ilgili bazı yasal düzenlemeler de oldu. Proje süreçleri şimdi yavaş yavaş tamamlanıyor çoğu yapıda ve şimdi onların restorasyon uygulamaları başlayacak. Bu kadar büyük bir yapı stoğu için hem proje üretiminde, hem de uygulamada standartlar açısından kuşkuya düştüğümüz bir tablo var önümüzde.

Nevşehir Koruma Kurulu aynı zamanda Kırşehir ve Niğde’ye de bakıyor. Ben atandığımda Aksaray da bizim bölgemiz dahilindeydi. Projenin zemin güçlendirmesiyle sınırlandığı Aksaray Ulucamisi ile ilgili zorlamalarımızdan ötürü ve bakanlığın takdiriyle Aksaray bizden alınıp Konya’ya bağlandı. Sonuç olarak ben bunu da bir siyasi karar olarak yorumluyorum. Bu tür anıtsal yapılarda hem projelendirme sürecindeki yanlışlıklar ve eksiklikler, hem de daha sonra uygulamada yüz yüze kalınan sorunlar bu işe gönül vermiş insanların artan kaygısına neden olmakta. Gelecek kuşaklara, doğru bir şey yapmamışsak sorumluyuz demektir.

ZG: Koruma kurullarının çalışmalarını yeterli buluyor musunuz?

GT: Yeterlilik biraz da elinizdeki kaynakla bağlantılı. Şu anda fiili olarak çalışmalarını sürdüren 28 kurul var Türkiye’de. Bu 28 kurulun dışında başka bir yasa kapsamında kurulan, yenileme alanlarına ilişkin biri Ankara’da biri İstanbul’da olmak üzere iki tane de yenileme kurulu var. Bunların hepsinin de müdürlükleri var. Yeterli mi derseniz tabii ki yeterli değil. Örneğin bizim kurul müdürlüğümüzde uzun süre mimar raportörümüz yok. Bu durum hem karar alırken bizi çok zorluyor, hem de müdürlüğün kendisini zorluyordu.

Şimdi biliyorsunuz kamu kurumlarındaki özelleştirmeler neticesinde kamu personeli görevlendirilirken, o konuyla hiç ilgilenmemiş insanlar raportör olabiliyorlar. Verimlilik açısından da tabii ki olabildiğince uzman kullanmanız lazım, yetişmiş insana ihtiyacınız var. İster koruma kurulunda kurul üyesi olarak görev yapsın, ister kurul müdürlüğünde personel olarak bulunsun; herkesin koruma alanına ilişkin bir fikrinin, birikiminin, eğitiminin olması lazım ve bunun mutlaka o görev öncesinde ya meslek içi eğitimlerle veya seminerlerle tamamlanması lazım. Şimdi biz kendi alanımızdan insanlar olarak kurula gittiğimiz zaman, tabii bu donanımımız akademik olarak da işin içinde yıllardır bulunduğumuzdan ötürü, bizim için problem yaratmıyor. Ama bir arkeolog veya sanat tarihçisi üye atandığında, o konuyla ilgili kendi programları içinde hukuki çerçeveyi bilseler de, alanın bütününe ilişkin yeterli bilgileri olmayabiliyor. Dolayısıyla karar alırken kişinin ilgisine ve konuya verdiği öneme bağlı bir süreç yaşanıyor. Yani biraz içinde buluna buluna mevzuatı ve kurul pratiklerini öğreniyorlar. Ama bu mevzuatı ve pratikleri layığıyla öğrenmeyen, bilmeyen mimar üyeler ya da şehir plancısı üyeler de var. Esas problem bence bundan kaynaklanıyor.

Tabii kurul müdürlüğü de çok kritik çünkü kurul müdürünün asli görevlerinden biri de yasal mevzuatı kendi yönetmeliği çerçevesinde kurul üyelerine aktarmaktır. Ancak aktarımlar yeterli olmadığı için hukukçu bir üyenin kurulda bir sandalyeye sahip olması gerekli görüldü. Ama bakıyorsunuz atanan hukukçular da konudan bihaber; çünkü koruma hukuku da hukukun çok özel bir dalı ve o konuda da yetişmiş insan yok.

ZG: Koruma kurullarının bölgelerinin değiştirilmesinin nedeni sizce nedir? Bu durum İstanbul’daki ve diğer bölgelerdeki koruma ve imar kararlarını nasıl etkiliyor?

GT: Bölge kurullarının sayısı üçten altıya çıkarılırken, görev alanları ve ona bağlı olarak üyelerin değişmesi söz konusu oldu, ama ondan sonra çok fazla bir hareket olmadı, belki bir iki üye yer değiştirmiş olabilir. Tabii yine bir takım siyasi tercihler oldu kuşkusuz. Her şeyden önce İstanbul’da yıllardır 1 No’lu olarak adlandırdığımız bölgenin bir anda 4 No’lu olarak adlandırılması bile üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Tarihsel Yarımada İstanbul içinde diğer bölgelerden daha özel bir yeri tanımlar ve bırakın üyeleri hareket ettirmeyi, isimdeki bu radikal değişimi açıklamak bile o kadar kolay değil. Herhalde hiçkimse bunun masum bir karar olduğunu düşünmüyordur. Ama sonuç olarak İstanbul’un her yeri çok önemli, görev yapan arkadaşlarımızın da hepsi orada olsun başka yerde olsun İstanbul için iyi bir şey yapmaya çalışıyorlardır diye düşünüyorum.

ZG: Haydarpaşa Projesi’nde ve Marmaray çalışmalarında Anıtlar Kurulu’nun aldığı kararlar neler? O bölgelere hangi kurullar bakıyor ve bu kurulların aldığı kararlar ne derece etkili olabiliyor, nasıl uygulanıyor? Sizin konu hakkındaki görüşleriniz neler?

GT: Ben de bu konulardaki gelişmeleri sizin gibi basından izliyorum. Ne koruma kurulu üyesi olarak bu sorulara cevap verebilirim, ne de akademik olarak size doğru bir şey söyleyebilirim. Çünkü elimde alınan kararların hiçbirinin metni yok. Kurulun ürettiği kararlar bir tane değil, her konu üzerinde bir dizi karar üretiliyor. Onun için söyleyeceğim şeylerin gerçekten kurulun verdiği kararı gözümle görmediğim sürece çok sağlıklı olmayacağını düşünüyorum.

Bu tür konular üzerinde çok fazla spekülasyon yapılıyor. Sadece Haydarpaşa ile ilgili, kurulun orada bir endüstriyel SİT ilanı olduğunu ve genel müdürlük tarafından o kararın dağıtılmadığını biliyorum. Bu tartışılır bir konu, mesela ilk defa rastlanılan bir şeymiş gibi sunuluyor, ama genel müdürlük bunu daha önce de yaptı. Örneğin İstanbul Küçükçekmece bölgesinin doğal sit ilanını da aynı şekilde uzun süre elinde tuttu. Bu siyasi bir tavır, çünkü kurul karar alırken bu karar hukuki olarak daha önceden bir yanlışlık olmaması için denetlenir. Bazen kararlarda, maddi hata dediğimiz türden hatalar yapılabilir, yani parsel numarası ya da herhangi bir şeyin adı yanlış yazılabilir. Bu tür şeylerin kurul müdürlüğünün gözünden kaçması ihtimaline karşılık, bir üst denetim olarak genel müdürlük bunu bir daha okur, denetler daha sonra da dağıtımını yapar. Dağıtımın yapılmaması, bize kararla ilgili bir takım sıkıntıların olduğunu, bu sıkıntıların siyasi olabileceğini işaret ediyor.

ZG: Gazetelerde en son, Haydarpaşa’nın kullanıma tamamen kapatılmayacağı, bir tren garı olmasa da bir müze olarak kamusal alana açılacağı haberleri yer aldı. Bu sizce doğru bir karar mı, olması gereken bu mu?

GT: Bu kararı veren kim onu bilmemiz lazım öncelikle. Diyelim ki sahibi Devlet Demiryolları’dır, Devlet Demiryolları bunu özelleştirmiş olabilir, elinden çıkartabilir vs. Burada tescilli kültür varlığının satışında, kiralanmasında, işlevinin değiştirilmesinde koruma kurulu bu yapıya uygunluk açısından talep edilen durumun kararını verebilir. Buna yönelik koruma kuruluna herhangi bir talep gidip gitmediğini bilmiyorum. O çerçevede kurula talepte bulunursunuz, kurul söylediğiniz türden bir işlevi bu bina için uygun görürse o doğrultuda projeler sürdürülür. Haydarpaşa’nın müze olması talebi gelmiş olabilir, ama yasal bir karara dönüşmüş müdür onu bilmiyorum.

ZG: Bir İstanbullu olarak Haydarpaşa ve Marmaray çalışmalarını nasıl yorumlarsınız?

GT: Marmaray çok başka bir problem. O projenin resmi proje olarak da bilgisini hiç görmedim. Sadece Yenikapı ve Üsküdar’daki çıkışlarıyla bağlantılı olan çalışmaları, arkeolojik çalışmaları ve oradan çıkan verileri biliyorum. Bunları da yine çeşitli akademisyen arkadaşlarımızdan duyduğumuz kadarıyla biliyorum… Haydarpaşa açıkçası özel bir alan. İstanbul içinde nostaljik bir yeri ve herkesin bu konuda duyarlılığı var. Ancak,İstanbul küçük bir kent değil, çok büyüdü, dolayısıyla da Haydarpaşa’nın üstleneceği rollerin yeniden tartışılması kaçınılmaz. Ama biz kentliler olarak yapıların dokunulmazlık sınırlarını çivi çaktırmamak olarak görürsek, o yapılar için sağlıklı karar üretebilmek zorlaşır ya da o yapıların sürdürülebilirliği adına daha riskli ortamlar oluşur. Bu konuda esnekliklerimizin ne olacağını baştan daha iyi belirlememiz lazım. Haydarpaşa’yı bir gar olarak kullanmaya devam edebilir miyiz, edemez miyiz bilmiyorum, bunun bütün demiryolu sistemi ile bağlantılı üstleneceği roller nedir bilmiyorum, tabii ki gönül bir gar olarak çalışmaya devam etmesini ister. Bu tür büyük garlar, Amerika’da, Avrupa’da her kentte var, gerçekten atmosferleri vazgeçilmez nitelikte, ama başka amaçlarla kullanılmıyorlar mı, kullanılıyorlar tabi… İçlerinde çok büyük yeme-içme mekanlarını barındırıyorlar, başka kültürel aktivitelere ev sahipliği yapabiliyorlar ama bununla beraber ulaşımdaki işlevlerini de sürdürmeye devam ediyorlar. Haydarpaşa için de “Burası çok güzel bir yer mutlaka otel olmalı” diye dillendirmenin çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Tabii öte yandan da Haydarpaşa bir New York Central Station gibi kentin olmazsa olmaz bir noktası değil, sadece Anadolu’ya giden ulaşımın ucunda konumlanıyor. Denizle her zaman bir bağlantısı var ve bu daha dinamik bir şekilde çözülebilir.

Biliyorsunuz kentin dinamiği de değişiyor. Biz okurken merkezi iş alanı olarak Eminönü gösterilirdi, şimdi şehircilikte MİA denilen alan, hala İstanbul için Eminönü müdür çok tartışılır bir şey. Tabii ki Sirkeci de kan kaybetti. Tarihi Yarımada’daki o eski sermayenin konumlanışı açısından, Kapalıçarşı, Hanlar Bölgesi ve Sirkeci gerçekten kentin en önemli sermayesinin bulunduğu merkezlerdi; ama şu anda öyle değil. Şimdi Taksim, Levent, Ayazağa merkez. Böyle olduğu zaman da ister istemez oradaki mobiliteyi de düşürüyorsunuz. Eskiden Kadıköy – Karaköy arasındaki vapurlar nasıl kalabalık olurdu. Karaköy o kadar önemli bir eksendi ki karşıya bağlantı açısından. Oysa şimdi durum değişti, mesela ben aylardır Karaköy’den geçmedim, Karaköy’den vapura binmedim.

Haydarpaşa’dan da vazgeçmezsiniz ama o sistemin içinde bir yere oturtursunuz. Öncelik, kendi işlevlerini sürdürmesi ve de bu rollerin yeniden tarif edilmesi doğrultusunda olur. Aslında o alanın arkasında makinaların bakımının yapıldığı başka önemli alanlar da var, belki artık kentin çok önemli bir bölgesini bu işler için tahsis edemeyebilirsiniz, ama en azından o yükü azaltabilirsiniz. Bu tür dönüşümleri “hayır, hiç dokunulmasın” diye reddettiğiniz zaman, orası ne olacak, zaten demiryolları orada bakım da yapmıyor artık. O alanlar tamamen boş, denetimsiz, hatta zaman zaman tehlikeli hale gelebiliyor. O yüzden ne tamamen reddetmek, ne de “tamam her şey yapılsın” demek doğru.

Berlin’de bu tür ulaşımda rollerini kaybetmiş olan istasyon binalarını Almanlar yıktılar, başka işlevlere tahsis edip dönüştürdüler ve yenilediler. Şu andaki durumunu bilmiyorum ama Londra’da iki büyük istasyonda müthiş bir yenileme ve çevreleriyle beraber yeniden projelendirme çalışmaları yapılıyor. Bu tür eski yapılar yaşam dinamiği içinde yeni roller üstlenebilirler, yenilenebilirler, çevrelerindeki alanlar değiştirilebilir. Ama orada o yapılıyor diye burada da aynı şey yapılmalı anlamına gelmesin söylediklerim. Biz de genellikle endüstri yapılarında çok yanlış bir uygulama var, hemen bir örneğe bakıp “orada onu yapmışlar biz de onun örneğini yapabiliriz” gibi bir kanı var, yok öyle bir şey… Bizim elimizdeki varlık nedir, o varlıkla olan bağlantılarımız nedir, bizim kültür varlığı sistemimiz içinde onun rolü nedir, onu değerlendirmemiz lazım. Yani İngilizler’de 1000 tane varsa birini öyle yapıyor olabilirler, ama bizde bir tane vardır, bizim ona, onlardaki herhangi bir örneğe bakarak müdahale etmemiz doğru değil. Kültürel olarak bunların üstünde uzlaşmak, bırakın sokaktaki vatandaşı bizim akademik olarak da kolay kolay başarabileceğimiz bir şey değil. Onun için biz kendi camiamızda da bu tür örneklemeleri çok görüyoruz. Bizim itirazımız akademik olarak. Dolayısıyla tabii ki bu karşılaştırmalarda bulunabiliriz; esinlenebilir, benzerlikler oluşturabiliriz, ama bizim hassasiyetlerimizin farklı olduğunu herkesin benimsemesi lazım. Yani dediğim gibi o ülkenin yöneticilerinin de, kentin yöneticilerinin de bu hassasiyetlerden haberder olması lazım. Eğer hem Türkiye’deki problemler açısından, hem dünyadaki yaklaşımlar açısından, mesleğe ilişkin bütün gelişmelere hakim değillerse kurumlar ve örgütler de kamuoyunu yanlış yönlendirebiliyorlar.

Rant öcü değil, doğru kullanılırsa kültür varlığı açısından da, onun sürdürülebilirliği açısından da faydası olur, hatta siz o rantı sadece kültür üzerinden de elde edebilirsiniz. Tabii niyet kültür varlığını, kültür varlığı kılığından çıkartmaksa, o zaman çok sağlıklı bir yapı olmuyor. Türkiye’de şimdiye kadar kültürel alanlardan kimse bir rant beklentisi içinde değildi, şimdiye kadar bu tür yapılara doğru dürüst kaynak aktarılmazdı, dönüştürülmezdi, ama son zamanlarda Türkiye’de neredeyse bir müze patlaması yaşanıyor, çok geç kalınmış olsa da. Şimdiye kadar kimse bu konuda yatırım yapmazdı, şimdi bakıyorsunuz insanlar müzelere gidiyor, sergileri geziyorlar. Bu konuda hem özel sektörden hem kamu sektöründen örnekler var, ama tabii doğru yönlendirilirse, doğru kaynak aktarılırsa bir anlamı olur. Zaten bir kent için rant beklentileri sadece çok katlı iş merkezi yahut otel kaynaklı değildir, eğer kültür başkenti ilan ediliyorsanız, o kültürün de bir rant olarak değerlendirilmesi lazım.

Kongre turizmi yapacaksınız ama odanız yok, turist beklentiniz var ama yatağınız yok, büyük sportif organizasyonlar yapacaksınız ama yeterli oteliniz yok… Bütün bunlar eksik bu kentte, aynı şekilde büronuz da eksik, ticaret alanlarındaki altyapınız da eksik, ulaşımınız da eksik, kültür donatısı da eksik… Dolayısıyla kültür varlıklarından vazgeçelim, diğer alanlardaki eksikliklerimizi bunların sırtından sağlayalım dediğiniz zaman, uzun vadeli olarak o kentin geleceğine bir ipotek koyuyorsunuz demektir. Kenti belirli bir dönemde dondurmaktan bahsetmiyorum, kentin bütün gelişim süreçlerini doğru aktarabileceğiniz sağlıklı bir koruma anlayışından bahsediyorum. Bizim için sadece önemli olan Süleymaniye değil, mesela Taksim Talimhane’deki binalar da önemli. Talimhane’yi bir anda oto tamircilerinden, otoparklardan arındırdık ve bir iki yıl içinde bir turizm merkezi haline getirdik. Şimdi orası ışıl ışıl lokanta, otel vs. oldu. Aynı tepkiyi her konu için eşit değer ve biçimde göstermemiz lazım. Birisi için bağırırken eğer ötekisi için aynı tepkiyi ortaya koymazsanız, bu koruma yaklaşımı açısından da sağlıksız bir tavır olur.

ZG: Peki yapılar tescillendikten sonra korunabiliyor mu, tescilli yapıların korunması için yapılan çalışmalar neler?

GT: Her tescilli binanın bir sahibi var; yeni yasal çerçevede, en azından özel mülkiyette olan tescilli binaların, tescille sınırlanmış olan hakları karşılığında, sahiplerini daha ferahlatacak, bakım ve onarımı kamuya mal edecek bir yaklaşımla desteklenmesi söz konusu. Şimdiye kadar bu destek çok azdı ve yetersizdi. Şu anda bütün emlak vergilerinden ciddi oranda kesintiler yapılıyor. İl özel idarelerinin veya bakanlığın TOKİ’yle ortaklaşa oluşturdukları krediler var. Mesela şu anda tescilli bir binanın projesini kuruldan geçirip, hem o proje için hem de keşfi doğrultusunda uygulama için toplam 200.000 YTL’ye kadar destek alınması söz konusu. Tabii bu destekler yeterli mi, tatmin edici mi tartışılır. Rakamlar yüksek olsa da metrekareler düşük olunca, o rakamlar aşağılara çekiliyor. Artık bize “bizim binamızı da tescilleyin, biz de bu yardımdan faydalanalım” gibi talepler gelmeye başladı, en azından ben kendi bölgemden biliyorum. Eskiden tescilden düşsün diye uğraşılan binalar için şimdi bakıyorsunuz tescil talebi var. Her bölge için olmayabilir ama bizim bölgemizde karşılaştığımız bir durum.

Belediyelerin de, yeni dönüşüm projelerinde, büyük alanlarda, kendilerine yasal çerçevede esneklik tanıyacak projelendirme çalışmaları var. Çok tartışılan Süleymaniye projesi var mesela ve onun gibi daha onlarca proje var. Bunlarla ilgili, hukuki olarak ne gibi sorunlar çıkar, koruma açısından kurulların arasındaki yetki karmaşası, yasaların birbiri ile olan bağlantıları nasıl olur bilemiyorum, bana biraz sıkıntılı bir sürecin kapısındayız gibi geliyor. Özellikle bu son yenileme alanlarına yönelik tanımlar uygulamada nasıl olacak? Bugünkü gündemden çok daha tartışmalı gündemler var kapımızda. Çok önemli ve yoğun bir döneme giriyoruz. 2010 İstanbul için çok önemli bir tarih ve o tarihe kadar da bir sürü şey yapılmak istenecek. Önümüzdeki yıl bir seçim yılı ve tabii ki seçimin ertesinde de 2010’a yetişmek için performanslar sergilenecek, koruma sektörü bu işten alnının akıyla çıkabilir mi bilmiyorum. 2008’de Dünya Miras Listesi’ndeki alanlara yönelik olarak projeler gündeme gelecek. Ciddi, inanılır, güvenilir, uluslararası anlaşmalara uygun, yasal çerçevemizle çelişmeyen, doğru düzgün uygulamalar yapmamız lazım ki bu süreci alnımızın akıyla atlatalım. Bizden sonraki nesile de sağlıklı işler aktarmış olalım.

Etiketler

Bir yanıt yazın